29 Aralık 2014 Pazartesi

AMA'SIZ DEMOKRASİ, SIRASIZ DUZEN

Yeni Türkiye’de ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor, her kafadan çıkan sesler birbirine karışıyor. Memleketin kadrolu darbe mağduru AKP hükümeti, ağzına sakız ettiği aynı nakaratla iktidara yan bakanı darbecilikle suçluyor. Öte yanda, yakın geçmişin zalimi Cemaat, bugün AKP faşizminden nasibini alarak mazlum oluyor. Düne kadar iktidarın gayri resmi ortağı olarak özgürlükleri hiçe sayarken, demokrasiyi ayaklar altına alıp adaletin ırzına geçerken, senelerce şahsi ve siyasi hesaplaşmaları için kullandığı kumpas silahı kendisine karşı çevrilince bir anda özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu kesiliyor. 28 Şubat’tan Mavi Marmara’ya kadar her çelişkide tavrını otoriteden yana koymuş olan Gülen’in cemaati, otoritenin hedefi olunca, ezberler bozuluyor.
Bu karmaşa içinde Cumhurbaşkanı’nın sesi gür, mesajı net: Bitaraf olan bertaraf olur. Görevini “tarafsızlıkla” yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden Cumhurbaşkanı’nın, taraf olmayanı ortadan kaldırmakla tehdit etmesindeki tezat bir yana, taraf olmak gerektiği doğrudur. Zira her fırsatta darbe mağdurluğu üzerinden siyaset yapan AKP’nin göstere göstere sivil darbe yapmasına tarafsız kalmak, otoriter gücü pekiştirir. AKP’nin eski suç ortağı cemaatle olan kıyasıya kavgasını, patlamış mısır eşliğinde keyifle izlemeyi ve “yesinler birbirlerini” demeyi tercih edenlerin yaptığı tam da budur. Ergenekon ve Balyoz davalarında işkencecilerin, faşist katillerin cezalandırılması umuduyla, Cemaat-AKP ortaklığının düşmanlarını ortadan kaldırmak için kullandıkları yasa dışı yöntemlere göz yumanların yaptığı hatayı, bugün cemaatin cezalandırılmasını isteyen kumpas mağdurları tekrarlıyor. “Oh olsun”cular adalet yerine intikam peşine düştüklerinden, sonuca ulaşırken gidilecek yolun yasal olup olmadığının önemi yok onlar için. Düşünce ve basın özgürlüğünü ihlal eden suçlamalardan, asılsız iddiaları kanıtlamak için üretilen sahte delillerden, özel olarak seçilmiş savcıların, hakimlerin yürüttüğü mahkemelerden rahatsız değiller. Yeter ki “zafer” kazanılsın, “düşman” cezalandırılsın.
Bir de kullanışlı aptal olarak tanımlanmayı göze alarak herkes için adalet isteyenler, cemaati değil, basın özgürlüğünü ve hukukun üstünlüğünü savunmak için, Ahmet Şık’ın dediği gibi “Faşizme karşı çıkmak erdem” olduğu için yapılanlara karşı çıkanlar var. “Ama’sız demokratlar” kumpasın, yolsuzluğun, hırsızlığın, insanlık suçlarının, cinayetlerin, darbelerin hesabını hukuka uygun yollarla sorup, istisnasız bütün zanlıların gerçek delillerle, tarafsız mahkemelerde yargılanmalarını istiyorlar. Yasadışı yöntemlerin kime karşı ve ne amaçla olursa olsun kullanılmasına karşı mücadele ediyorlar. Onları, haksızlığa ve adaletsizliğe, sırf bir gün kendi başlarına da gelmesin diye karşı çıkanlarla karıştırmamak gerek.
Geçtiğimiz gün hükümete Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı* yapan 85 aydın arasındaki bazı isimlerin yakın geçmişlerine bakınca, bu çağırıyı demokrasi ve özgürlük kaygısıyla değil, “sıra bana gelecek” kaygısıyla yaptıklarını düşünmeden edemiyorum. Hani meydanlarda sıkça tekrarlanan bir slogan var: Susma! Sustukça sıra sana gelecek! Kulağa hoş gelen bu sözlerin ardındaki anlamın sığlığını taşıyor bu kaygı. Sıra sana gelmeyecekse susmak mübah mıdır? Öyleyse, bugün sıranın kendilerine gelmeyeceğinden emin, yapılan zulme sessiz kalan AKP yandaşlarının yaptığı hak mıdır?
Oysa sıra bize gelecek diye değil, sıra düzenini bozmak için, intikam yerine adalet istemek için, sıranın asla bize gelmeyeceğini bilsek de faşizmle savasmak için, susmak vicdana ağır, insanlığa zul geldiği için susmamak gerek. Yani bir sabah Ermeni olarak uyanmayacağını bilerek Hrant için adalet istemek, “sapına kadar erkek” de olsan Çağla için, Roşin için ve cinsel eğilimleri sebebiyle öldürülen, şiddet gören, ayırımcılığa maruz kalan tüm LGBT bireyler için direnmek gerek. Yani asla erkek şiddetinin kurbanı olmayacağını bilsen de, Hasret’in, Kader’in, Fatma’nın yanında olmak, hiçbir gerekçenin kadına karşı şiddeti hafifletmesine izin vermemek gerek. Yani sen ya da çocukların hiç madene inmeyecek, inşaatta, tersanede çalışmayacak da olsanız, senede 1000’den fazla işçinin katledilmesine isyan etmek gerek. Yani Kürt olmasan, hatta hayatın boyunca hiçbir Kürtle yanyana gelmeyecek de olsan, Roboski’nin hesabını sormak, Kobane’nin insanlık savaşını desteklemek, anadilde eğitimin temel hak olduğunu savunmak gerek. Ve Cemaat’ten iliklerine kadar nefret de etsen, bu kanunsuz cadı avına karşı çıkmak, Cemaat’in (ve zamanı geldiğinde AKP’nin) mensuplarının  düşünce ve ideoloji suçundan değil, işledikleri gerçek ve somut suçlardan yargılanmaları için mücadele vermek gerek.
İki zalimin savaşını kenardan izleyip “oh olsun” demek cok daha kolay ve adeta refleks kadar doğal, içgüdüsel bir tepki.  Fakat o çok özendiğimiz demokrasi için refleksten daha fazlası gerekiyor. Bu bir öğrenme süreci. Bilincimizi, taleplerimizi, düşünce yapımızı geliştirmemiz, bu süreç içinde hem iktidarla, hem de kendi içgüdüsel reflekslerimizle mücade etmemiz gerekiyor. Toplumda yavaş da olsa yaygınlaşmaya başlayan bu bilinç giderek gelişecek. Ve biz sonunda “öteki” için koşulsuz, şartsız, istisnasız, ama’sız adalet ve eşitlik istemeyi öğrenecek, demokrasiyi içselleştireceğiz. İşte o zaman muktedirle muhalif arasında el değiştiren zulüm döngüsünü kırıp, sıranın kimseye gelmeyeceği bir düzende, farklı ama eşit olarak beraber yaşayacağız.
* Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı: Bu kampanyanın isminin değiştirilmelisini öneriyorum. Bir yere dönmek için daha önce orada bulunmak gerek. Bu sebeple AKP’ye demokrasi ve hukuka “dönüş” çağrısı yapmak, semantik açıdan yanlıştır.
(24/12/2014 Jiyan)

23 Aralık 2014 Salı

NEFES ALAMIYORUM

Eric Garner, bir polis arkadan boğazını sıkarken, ardından beş polis birden yere yıkıp üzerine çullanırken, dizleriyle sırtına abanıp, yüzünü kaldırıma bastırırken giderek hırıltıya dönüşen bir sesle böyle diyordu.  “Nefes alamıyorum!”  Tam onbir kez.  Bayıldıktan sonra yedi dakika boyunca yerde yatarken kelepçeleri çıkartılmadı.  Bir saat sonra kaldırıldığı hastanede öldü.  Adli tıp, ölüm sebebini cinayet olarak belirledi. Eric Garner silahsızdı. Eric Garner siyahtı.
Geçtiğimiz Cumartesi günü, ABD’de ırkçılıktan kaynaklanan polis cinayetlerini protesto amacıyla çok büyük yürüyüşler yapıldı. New York’ta da, on binlerce insan yaklaşık yedi saat boyunca daha önce belirlenen güzergahta yürüdük, sloganlar attık.  Hep bir ağızdan Eric Garner’ın son sözlerini tekrarladık.  “Nefes alamıyorum!”  Beyaz bir polis tarafından vurularak öldürülen 18 yaşındaki Michael Brown için Ferguson’a ses verdik.  Michael Brown silahsızdı.  Michael Brown siyahtı. Üç hafta önce yaşadığı binada asansör bozuk olduğu için kız arkadaşıyla beraber merdivenlerden tırmanırken polis tarafından öldürülen Akai Gurley için adalet istedik.  Akai Gurley silahsızdı. Akai Gurley siyahtı.
Bir göstericinin elindeki pankartta yazdığı gibi “Cok fazla isim” var.  Bir kişi isimleri sayarken, hep birlikte tekrar ediyoruz.  Liste uzadıkça uzuyor.  Aklıma önce Gezi’nin giderek uzayan listesi geliyor.  Sonra Güneydoğu’da iki günde katledilen 51 kişinin hep bir ağızdan okunmayan, bilinmeyen isimleri.  İçim daralıyor.  Nefes alamıyorum!
Eski sevgilim de yürüyüşte. Tarih profesörü. Türkiye hakkında ortalama bir Amerikalı’dan çok daha bilgili. Yürürken slogan aralarında sohbet ediyoruz.  “Kürtlerle ilgili son durum nedir?” diye soruyor. Türkiye’deki Kürtlerle ABD’deki siyahların mücadelelerini yakın bulduğunu biliyorum. Kısa bir özet geçiyorum.  Kobane, 6-7 Ekim, baraj, seçimler… Anlattıkça içim kararıyor. Nefes alamıyorum!
Tarihten örneklerle, sorunun zor da olsa çözülebileceğini anlatıyor profesör.  Ama sorun tam da bu ya… Onlar için tarih olmuş noktaya biz ancak geliyoruz.  Toplu mezarlar, asit kuyuları, binlerce kayıp insan, devlet eliyle gelen ölüm, işkence, insanlık dışı muamele.  Bunlar bizim tarihimiz değil.  Bugünümüz.  Ve düşünmesi bile korkunç, ama belki de yarınımız.  Nefes alamıyorum!
Sağımızdan gür bir ses, melodik bir tonlamayla soruyor. “Katil nasıl yazılır?” Üç beş kişi sektirmeden cevap veriyoruz. “N-Y-P-D*!”  Devam ediyor bas bariton arkadaş.  “Irkçı nasıl yazılır?”  Başkaları da bize katılıyor. “N-Y-P-D!”  Bir yandan avaz avaz haykırırken, bir yandan bu sloganın Türkiye’ye nasıl uyarlanacağını düşünüyorum.  “R-T-E!”
RTE demişken… Padişah özentisi beklendiği üzere, bu olayların üzerine atlayıp, Türkiye’nin ABD’den daha demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. “Bizim polisimiz vatandaş mı öldürdü?” diye sordu dalga geçer gibi. Oysa Gezi’nin çocukları bir yana, daha iki ay önce Güneydoğu’daki toplu katliamın kanı kurumadı ellerinde. Ama asıl konu kimin polisinin kaç vatandaşı öldürdüğü değil, olaylar ve halkın haklı isyanı karşısında yerel ve merkezi yönetimin ne yaptığı — ya da yapmadığı.  New York Belediye Başkanı, Eric Garner’ın öldürüldüğü yere “Kahraman New York polisine teşekkürler” diye pankart astırmadı. Ortada çok önemli bir sorun olduğunu kabul etti.  New York polis teşkilatındaki 35 bin polisin her birinin yeniden eğitimden geçmesini istedi.   New York Valisi, ıhlamur kokulu sabahlardan bahsederken parkları, yolları kapatmadı. Gösterilere misliyle karşılık vermekle tehdit etmedi.  Sanatçılardan profesörlere, sivil toplum örgütü liderlerine kadar pek çok kişinin çözüm önerilerini dinledi. Polisin silahsız kişilere karşı işlediği suçların soruşturulmasında, görevi gereği polisle birlikte çalışması gereken Bölge Savcısı yerine özel savcıların görevlendirilmesi için önerge verildi.   ABD Başkanı  “Emri ben verdim” demedi.  Eric Garner’ın eşini, Michael Brown’un annesini yuhalatmadı.  12 yaşında polis tarafından öldürülen  Tamir Rice’ın elinde havalı tabanca olduğu için “terörist” ilan etmedi.  Sokaklardaki gösteriler için muhalefeti suçlamadı.  “Bu sorun Amerika’nın sorunudur.  Yıkarak, zarar vererek değil, birlikte öğrenerek çözmeliyiz” dedi.  Yerel yönetimlerin polis teşkilatlarının yetki ve görevlerini gözden geçirmelerini istedi.  Mahkeme öncesi jüri sistemininin tartışılmasını destekledi.  Bizdeki durum malum.
ABD’nin de gül bahçesi olduğunu söylemiyorum elbette.  Aksine, ırkçılık konusunda çok karanlık ve kanlı bir geçmişi olduğu doğru. Bu konuda kanunlar çok sert ve kesin olsa da, özellikle ülkenin güney ve orta kısımlarında ırkçı zihniyetin hala yoğun bir şekilde varlığını sürdürdüğü de doğru. ABD’nin demokrasisinin mükemmel olmaktan çok uzak olduğu da.  Ancak, ABD’yi sadece polisin işlediği ve cezasız kalan cinayetlerde örnek gösteren sözde Cumhur’un, özde AKP’nin başkanı RTE’nin demokrasiden bahsetmesi, bugünlere gelinmesinde en büyük payı olan eski politikacılardan birinin deyişiyle, abesle iştigal. Demokrasiyi kullanarak elde ettikleri güçle, ülkedeki yarı buçuk, kör topal demokrasiyi tamamen yok ettiklerini, çakma darbe mağduriyetini dillerine dolayıp, göstere göstere sivil darbe yaptıklarını düşündükçe yüreğim sıkışıyor.  Nefes alamıyorum!
Dev binaların arasındaki koridordan sert bir rüzgarın yüzüme çarpmasıyla dalıp gittiğim düşüncelerden sıyrılıyorum.  Ayazdan yaşaran gözlerimi silip, ellerimi hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Önümde yürüyen adam üç-dört yaşlarındaki kızını omzuna almış.  Az ileride altı-yedi yaşlarında siyah bir oğlan çocuğu elinde “Adalet istiyoruz” yazılı bir pankartla yürüyor.  Biraz sonra daracık pantolonu, karışık saçları, sayamadığım kadar çok hızmaları ve dövmeleriyle sarışın bir “hipster” genç geliyor yanımıza.  Elinde iPod’a bağlı kocaman bir hoparlör. Michael Jackson’ın sesi kalabalığın sesine karışıyor.  “Siyah ya da beyaz olman fark etmez.”  Profesör gülerek kafasını sallıyor.  Yanımızdaki kadın onun kadar sabırlı değil.  “Siyah ya da beyaz olman fark eder. Hayat ya da ölüm kadar fark eder.” Hoparlörlü genç omuz silkip uzaklaşıyor. Siyahlar, bu olayları genel polis şiddeti olarak göstermeye çalışanlara, ırkçılık unsurunu yok sayanlara kızgınlar.  “Siyah yaşamlar önemlidir” yerine “Tüm yaşamlar önemlidir” pankartı açanlara, siyahların, polis tarafından öldürülme ihtimalinin beyazlardan beş kat daha yüksek olduğunu hatırlatıyorlar.  Ben yine okyanus ötesine gidiyorum kafamda.  Kürtler’in polis tarafından öldürülme ihtimali, Türkler’den kaç kat daha yüksek?  Nefes alamıyorum!
Yürüyüşün sonlarına doğru ilerde bir pankart görüyorum.  “Beyaz sessizlik şiddettir.”  Kocaman bir yumruk oturuyor boğazıma. Senelerdir iç sesimle yaşadığım, bir türlü söze dökemediğim yüzleşmenin karanlığı çöküyor yüreğime.  Kendi ülkemde, kör baktığım, dilsiz kaldığım zulmün ağırlığı kesiyor soluğumu. Yıllar boyu darbe jenerasyonu olmanın ardına sığınıp, kolay yolu seçtiğimi, gösterilenden ötesini görmeye çalışmadığımı, mücadele etmek yerine devletin dersini ezber ettiğimi bilmenin utancı eziyor beni.  Faşist olmadım asla, ama öte yana baktım.  Bir başka hikayenin olabileceğini düşünmedim, düşünmek istemedim uzun zaman. Sessiz kalarak şiddete, zulme ortak olduğumu düşünmek kahır oluyor içime.
“Ne istiyoruz?” diye bağırıyor profesör.  “Adalet!” demek için ağzımı açıyorum.  Boğuk bir hırıltı çıkıyor boğazımdan.  Nefes alamıyorum! Nefes alamıyorum!  Nefes alamıyorum!

*NYPD: New York polis teşkilatının kısa adı
[Fotoğraflar: Yeşim Numan]

(17/12/2014 Jiyan)

11 Aralık 2014 Perşembe

MÜSTEBİT [مستبد]: despot, zulüm ve baskıda bulunan, keyfine göre idare eden

Padişah özentisinin buyruğu doğrultusunda Osmanlıca’nın mecburi ders olmasının yolu açıldı. Şimdiki gençler çok şanslı.  Bizim zamanımızda böyle bir “devlet hizmeti” olmadığından, biz mahrum kaldık bu denli faydalı bir dersten.  Öyle ya… dedelerimizin mezar taşlarını okuyabilseydik, muasır medeniyyet mertebesini fersah fersah aşmış olurduk çoktan.  Ama gel gör ki, İngilizce, Almanca, Fransızca gibi lüzumsuz lisanlarla beynimizi doldurdukları için cehalet, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeyiz bugün.
Bazı ağır abilerin, ablaların sandığı gibi ülkede süre gelen çarpıklıkları hafife aldığımız, durumun ciddiyetini kavrayamadığımız için değil, gülemezsek delirmekten korktuğumuz için, bunca akla zarar söylemin ve eylemin ortasında aklımıza mukayyet olabilmek için mizahla yoğuruyoruz mücadelemizi. Yani ahval ve şeraitin vehametinin apaçık farkındayız.
Evlatlarının mezarını bulamayan anaların memleketinde, büyük büyük dedelerinin mezar taşlarını okuyabilsinler diye çocuklara ölü bir dil öğretilecek.  Ana dillerinde okuyup yazmaları yasak olan çocuklar, Arapça ve Farsça’dan devşirilmiş, edebiyat ve Osmanlı tarihi dışında hiçbir alanda kullanılmayan bir dili öğrenmeye mecbur tutulacak.
“İsteseler de istemeseler de” diyor müstebit.  Giderek daha sık kullandığı bu ifade, tam da iktidarın Osmanlıca sevdasının altında yatan gerçek amaca delalet ediyor.  Çünkü mesele sadece Osmanlıca değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?  Mesele hanedanı, mutlak monarşiyi geri getirmek. Mesele halk sefalet içindeyken 1000 1150 odalı sarayda sürülen ihtişamı, hesabı sorulmayan, sorulsa da verilmeyen, sıfırlamakla bitirilemeyen paraları, al gülüm ver gülüm ihaleleri, bal tutanın parmak yalamasını, sansürü, polis devletini, keyfe keder gözaltıları, düzmece delillerle kumpas mahkemeleri, kadının ezilmesini, emeğin sömürülmesini meşrulaştırmak.  Mesele avaz avaz “darbe mağduruyuz” diye figan ederken, göstere göstere sivil darbe yapıp rejimi değiştirmek, başkanlık adı altında padişahlığı resmileştirmek.
Var sayalım ki bütün bunlar benim kuruntularım. Ve hatta var sayalım ki AKP hükümeti hiçbir gizli ajanda olmaksızın, tamamen iyi niyetle, gelecek nesillerin geçmişte kalmış bir dili öğrenmelerinin faydalı olacağına gerçekten inanıyor.  Hayal gücü sınırlarını aşan bu varsayım doğru bile olsa, Osmanlıca’nın zorunlu dil olarak ders programına konması sakıncalı.  Yabancı dil öğretmenleri bilirler: Bir yabancı dili, o dilin konuşulmadığı bir ülkede, orta seviyede öğrenebilmek için orta öğretimden itibaren haftada en az altı saat ders almak gerek. Farklı bir alfabeyle yazılan bir dil için daha fazla.  Haftalık ders saatleri artırılmayacağına göre, bu faydasız derse zaman ayırmak için bazı derslerin müfredattan çıkartılmasına karar verilmiş. Mesela İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi dersi.  Yetmez ama manidar.  Öğrencilerin mezartaşı seviyesinde öğrenebilmeleri için başka derslerin de saatlerinin azaltılması ya da tamamen kaldırılması gerekecek.  Cumhurbaşkanı’nın zorunlu din dersine karşı sorguladığı Fizik dersi olabilir. Ya da Matematik.  Asgari ücretle çay simit hesabını öğrensinler yeter.  Gerisi teferruat.
Bilgi ancak kullanılırsa öğrenilir.  Aksi takdirde ezber olarak kalır.  Zaten ezberciliğe dayalı eğitim sistemine,  kullanılmayacağı için ezberden öteye geçmeyecek bir ders daha ekleyerek, giderek daha az düşünen ve sorgulayan, daha cahil nesiller yetiştirilecek. Gelecek nesilleri kasıtlı olarak cahilleştiren bir iktidarın, sorgusuz sualsiz itaat eden, kendini yönetmekten aciz, kolayca güdülen bir toplum yaratmaktan başka ne amacı olabilir?
Kimse kusura bakmasın. AKP’nin hedefinin demokratikleşme değil, otoriter rejim olduğu, bunu sağlamak için dini kullanacağı ve demokrasinin RTE’nin fıtratına aykırı olduğu başından beri belliydi. Buna rağmen, siyaseti Kemalizmle İslam faşizmi arasında seçim yapmaya indirgeyen çok liberal arkadaşlar, AKP’nin darbelere göğsünü siper ederek ülkeyi askeri vesayetten kurtaracağını savunurlarken,  bunun takiyye olduğunu söyleyenleri Kemalist ya da darbeci olmakla suçluyor, en hafifinden endişeli modern olarak etiketliyorlardı. Bugün aynı liberaller “hem kandırıldık hem de kandırılmadık da ama yani kandırıldık aslında” diye kafalarını kaşıyarak ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışırken, AKP hükümeti, RTE’nin padişahlık hülyasını gerçekleştirmek için somut adımlar atmaya başladı bile.
AKP ciddi bir oy kaybına uğramadığı takdirde, 2015 seçiminden sonra resmi olarak başkanlık sistemini getirmeyi amaçlıyor.  Bunun için de %10 barajını  savunmak zorunda. AKP’nin en büyük çekincesi HDP’nin güçlü bir şekilde meclise girip ana muhalefet partisi olması. MHP zaten AKP’nin muhalefet içindeki Truva atı konumunda olduğundan, bir tehdit oluşturmuyor. CHP ise ulusalcı kanadın etkisiyle sağa öyle çok yanaştı ki MHP ile dirsek temasında, hatta zaman zaman kolkola.  Parti içinde özgürlük ve eşitlik için bireysel olarak çabalayan az sayıdaki solcu milletvekili, ulusalcı cephe tarafından “HDP’li gibi” davrandıkları gerekçesiyle yerden yere vuruluyor, hakarete uğruyor. Bu tuhaf zihniyet, Emine Ülker Tarhan’ın ardına düşüp, geçen ay kurduğu Anadolu Partisi’ne göç etmediğine göre, CHP’nin merkezin sağındaki yeri, en azından yakın gelecekte, sabit kalacak gibi görünüyor.  Bu durumda barajsız bir seçimde merkezin solundaki oyların büyük kısmının HDP’ye geçmesi kuvvetle muhtemel.  Cumhurbaşkanlığı seçimlerini iyi okuyan RTE bunu gördüğü için, barajın kaldırılmasından ya da düşürülmesinden ödü kopuyor.  Adeti olduğu üzere mağduru oynayıp, Gezi, yolsuzluk soruşturması ve her türlü muhalif eylem gibi, bu kez de Anayasa Mahkemesi’ni darbe girişimi yapmakla suçluyor.  Darbenin koyduğu barajı kaldırmayı teklif edenleri darbecilikle suçlamanın dayanılmaz saçmalığı umurunda değil.  Baraj için her yol ve her saçmalık mübah. Çünkü biliyor ki, HDP meclisteki gücünü katladığı takdirde, sadece hükümetin süreci kullanarak Kürt halkı üzerinde kurduğu baskı değil, başkanlık hayalleri de sona erecek.  Anaokulundan başlayan din eğitimi, zorunlu Osmanlıca dersleri hep boşa gidecek.  Ne Osmanlı’ya geri dönüp padişah olabilecek, ne İslam aleminin yeni halifesi. Şöyle ağız tadıyla, dolu dolu bir “Tez başı vurula” diyemeyecek, “Emri ben verdim”le yetinmek zorunda kalacak.  Yine her gün televizyonlardan çemkirecek, nefret kusacak, ama ferman buyuramayacak, fetva veremeyecek.  En fenası, sarayda yaşayacak, ama oğluna devredeceği tahtı, tacı olmayacak.  Bu yüzden RTE ve parti-devleti barajı korumak ve seçimden mutlak çoğunlukla çıkmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır.
Demek ki neymiş?  Osmanlıca bahane, barajla gelen padişahlık şahane.  Oku bakayım: Müs-te-bit.
NOT: Jiyan’ın düsturu “Her dilde isyan” madem, bu da meraklısına Osmanlıca isyan: عصيان
(12/09/2014 Jiyan)

SIRP DEĞİL ERKEK. TÜRK DEĞİL, KADIN.

22 yaşında bir kadın. Ponponlu şapkasıyla poz vermiş kameraya. Işıklar var gözlerinde. 22 yaşın umutları, hayalleri var. Yarım kaldı hepsi. 23. doğumgününde gözlerindeki ışık söndü Tuğçe’nin. Bir restoranda iki genç kızı taciz eden erkeklere engel olduğu için, o erkeklerden biri tarafından dövülerek öldürüldü.
Dünya, Tuğçe Albayrak’ı, erkek şiddetine karşı çıktığı için öldürülen kocaman yürekli kadın olarak tanıdı. Türkiye medyasında ise, Tuğçe’nin Türk, yardım ettiği kadınların Alman, tacizci katilin Sırp olduğunun altı çizildi kalın kalın. Çünkü 2013’te erkeklerin 167 kadına tecavüz ettiği Türkiye’de bir erkeğin bir kadını taciz veya darp etmesi, hatta öldürmesi, ancak leş gibi ırkçılık kokan bir manşetle haber değeri kazanır. Oysa olaya dahil olan kişilerin milliyetleri, haberin en önemsiz ayrıntısı. O adamlar, o kadınları Alman oldukları icin değil, kadın oldukları için taciz ettiler. Tuğçe o adamlara Sırp oldukları icin değil, kadınları taciz ettikleri için karşı durdu. Ve o adam Tuğçe’yi Türk olduğu için değil, kadın haliyle, bir erkeğin kadın bedeni üzerinde hak iddia etmesine engel olduğu için öldürdü. Tuğçe’nin Almanya’da doğup büyüdüğü konusuna girmiyorum bile. Fakat bütün bunlar, ırkçı kesimin, erkek şiddetini kınama bahanesiyle, içlerindeki nefreti kusmalarına engel olmadı. İnsanların güvenilir olduğunu ispat etmek için tüm dünyayı otostopla gezen “barış gelini” Pippa’ya tecavüz edip öldüren erkeğin Türk olmasından gocunmayanlar, Tuğçe’yi öldüren erkeğin Sırp olmasından yola çıkarak, sosyal medyada, haber altı yorumlarda, ve bilimum “sözlük” sitelerinde, Sırplar’ın yedi ceddine küfredip, ne kadar “iğrenç bir millet” olduklarını örneklerle anlattılar. Önceki hafta Türkiye’de öldürülen Sırp taraftar için “Oh olsun!” deme fırsatını da kaçırmadılar elbette. Aslında öfkeleri erkek şiddetine değil, bir “gavurun” bir Türk kadınını öldürmesine. Çünkü bizim kadınlarımızı ancak bizim erkeklerimiz döver, bizim erkeklerimiz öldürür. Tuğçe, “vatan” toprağında, “yerli malı” şiddet kurbanı olsaydı, Kasım ayında Türkiye’de erkeklerin öldürdüğü 28 kadından biri olur, ancak iç sayfalarda, o da belki, küçük puntolarla yazılırdı haberi. Çünkü 2013’te erkeklerin 214 kadını öldürdüğü Türkiye’de din, töre ve devlet politikaları sayesinde, erkek şiddeti normal ve meşrudur.
Tuğçe’nin acı haberlerini okuduğumuz sıralarda, bir başka erkek şiddeti haberi daha manşet oldu Türkiye’de. İddiaya göre genç bir kadın, kocası tarafından darp edilmesi sonucunda komaya girmiş, felç geçirmişti. Neredeyse tüm gazeteler ve televizyonlar, şiddet kurbanı Kübra’nın beş dil bildiğini başlık yaparak verdiler haberi. Çünkü 2013’te (rapor edilen) aile içi şiddet oranının %40 olduğu Türkiye’de, bir erkeğin eşini döverek komaya sokması yetmez haber olmaya. Kadın beş dil bilecek ki, manşet olsun. Sözüm ona, kadının iyi eğitimli olmasına rağmen şiddet görmesini haber yapıyorlar. Oysa erkek şiddeti, kadının (ya da erkeğin) eğitiminden çok, şiddetin toplumda ne kadar normalleştiğiyle ilintili. Ve tüm algı yönetimlerinde olduğu gibi, şiddetin normalleştirilmesinde de en büyük pay medyanın. Gazete sıfatıyla yayınlanan paçavraların, kocası tarafından darp edilen bir kadının yerde baygın yatan fotoğrafını “Nakavt!” başlığıyla yayınladığı, eşini 43 yerinden bıçaklayan, ya da iki eşini öldürüp, üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan erkeklerin canlı yayında kadın sunucular tarafından sempatikleştirilip alkışlatıldığı ülkede, kocası tarafından gırtlağı sıkılan ya da tartaklanan kadınlar, yaşadıkları olayın “şiddet” olduğunun bile ayırdında değiller. Çünkü 2013’te erkeklerin 783 kadına şiddet uyguladıkları Türkiye’de, “şiddet eşiği” gelişmiş ülkelere göre çok yüksek ve giderek yükseliyor. Yani, pek çok gelişmiş ülkede “şiddet” olarak tanımlanan eylemler, Türkiye’de, özellikle aile içinde, olağan tatsızlıklar olarak, rapor edilmeden geçiştiriliyor, “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek hallediliyor. Kocası tarafından dövülen kadınlar, aile, eş-dost, hatta sığındıkları karakoldaki polisler tarafından, şikayetçi olmayıp kocalarıyla barışmaya ikna ediliyor. Evlilik içi tecavüz zaten kavram olarak bile yok. Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nı Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanlığı’na çevirerek, kadını ancak ailenin bir parçası olarak tanıdığını açıkça belirten, bekar kadınlara başlarının çaresine bakmaları mesajını veren devlet, evli kadınları da kocalarının şiddetinden korumaya yanaşmıyor. Aile birliğini korumak adına, kadının yerini kocasının yanı olarak belirliyor ve “ölüm bizi ayırana dek” sözünün tutulmasında ısrar ediyor. Ölüm kocanın elinden gelse bile.
Tüm otoriter yönetimler gibi, öncelikle ve en çok kadını sömürmeye odaklanan mevcut iktidar, erkek egemen kültürün son 30 yılda göstermelik uygarlık ve demokrasi gereği kadına vermek zorunda kaldığı hakları geri alıyor, yaşam alanını daraltıyor, erkeğin fıtrattan kelli üstünlüğünü devletin en tepesinden haykırarak resmileştirmeye çalışıyor. Bilinçli ve sistematik bir algı mühendisliğiyle, kadını sindirmek amacıyla, erkek şiddetini normalleştirmek için en güçlü silahı olan medyayı kullanıyor. Hafife alınacak, “densizlik” deyip geçilecek bir durum değil bu. Medya tecavüze, dayağa, cinayete çanak tutuyor. Erkek şiddetini haber yapmak yerine, içinden cımbızlayarak aldıkları alakasız ayrıntıları ırkçılık sosuna bandırarak manşet atanların, şiddetin sorumluluğunu erkeğin üzerinden alıp kadına yükleyerek sunanların, kadınlara atılan her tokatta, vurulan her bıçak darbesinde, sıkılan her kurşunda parmak izleri var. Mahkemede yargılanmayacaklar belki, fakat ahlak ve vicdan muhakemesinde suçları kesin. Cezaları müebbet olmalı.
(12/02/2014 Jiyan)

2 Aralık 2014 Salı

KADIN KADINDIR. ÇİÇEK BABANDIR. (*)

Öyle korkuyorlar ki kadından ve kadına dair her şeyden, mecbur kalmadıkça “kadın” kelimesini telaffuz bile etmiyorlar. Kendilerince makbul olanlara “hanım” diyorlar. 8 Mart’ta “Bayanlar Günü”müzü kutluyorlar. İltifatları bile kadını ya kandırmaca bir kutsallıkla toplumdan soyutluyor, ya da narin, zayıf, korunmaya muhtaç bir yaratık gibi eziyor. Çiçeğe benzetiyorlar kadını. İltifattan çok bir dayatma bu. Gönüllerindeki ideal “hanım” tarifi: Uygun görüldüğü yerde duran, göze güzel görünen, canları çektiğinde koklayabilecekleri, çokça tomurcuk veren, sesi olmayan hanımlar istiyorlar. İstediklerinde sulayacakları, kafaları bozulduğunda kırıp koparabilecekleri çiçek gibi hanımlar. “Kadın” ise küfür gibi çıkıyor ağızlarından. “Kadın mıdır, kız mıdır? Belli değil” diyor tepedeki. Öyle ya… Kısa süre öncesine kadar nüfus kağıtlarımızda yazardı “bakire” diye. Artık damgalanmadığımız için, ayırt etmekte zorlanıyorlar. Yormayın kafanızı, beyler. Kadınız biz. Ve kadınlığımız, o dar kafanızla takılıp kaldığınız zarın çok ötesinde.
Kadın kelimesini olumlu anlamda kullanmak zorunda kaldıklarında, mutlaka analıkla özdeşleştiriyorlar. Çünkü onlar için kadının erkeğe hizmetten başka tek görevi doğurganlık. Doğurganlığın kutsallığı yalanıyla inanan kadını doğurmaya mecbur kıldıkları yetmiyor, kaç çocuk yapacağına da onlar karar veriyorlar. Tecavüz sonucu hamile kalıp kürtaj yaptıran kadınları devletin en yetkili ağızlarından lanetleyecek kadar alçaklaşıyorlar.
(bir okuyucumuz çok dilli halini paylaşmış; teşekkür edip güncelliyoruz.)
Öyle korkuyorlar ki kadından, kadınlık organının ismini bile ayıplıyorlar. Vajinalarda olan bitene müdahale etmeye bu kadar hevesliyken, vajina kelimesini duymaya tahammül edemiyorlar. Bedenlerimizden utanmayı öğretiyorlar bize. Memelerimizi saklamak için omuzlarımızı öne düşürerek yürümeyi, otururken bacaklarımızı sımsıkı kapatmayı. Küçülmeye, görülmez olmaya zorluyorlar bizi. Hanımlar görülmezler. Görülenler kadın. Kötü yani. Onlar iyi ihtimalle ayıplanıp dışlanıyor. Kötü ihtimalle cezalandırılıyor. Dayak, taciz, tecavüz. Cezanın şiddeti aşırıya kaçarsa, devletin bakanı müdahale ediyor: “Hiçbir suçun cezası ölüm değildir. Elleri kırılsın!” Ooo… Çok sert!
Kadın-erkek eşitliğine inanmıyorlar. Devletin en yetkili fıtrat uzmanı, üstelik de “Kadın ve Adalet Zirvesi”nde, ciddi ciddi anlatıyor: “Kadınla erkek eşit olamaz. Fıtratları farklı.” Kendisini, çok şükür, şahsen tanımıyorum. Tanıyanlar oldukça zeki bir adam olduğunu söylüyor. Bilemem. Ben onların yalancısıyım. Ancak “eşit” ve “aynı” kelimeleri arasındaki bariz farkı bilecek kapasitede olduğunu düşünüyorum. Bilmediğinden değil elbet. İşine gelmiyor. Çünkü onun için önemli olan söylediklerinin doğru olması değil, istediği mesajın yerine ulaşması. Ve mesaj, Yeni Türkiye’de kadının yerini açık ve net olarak tanımlıyor.
(“Sayın” demek adetten olduğundan) Sayın Cumhurbaşkanı,
Ben bir kadınım. Nezdinde makbul olmayan cinsten. Hanım değil. Bayan değil. Çiçek hiç değil. Kadınım. Anne değilim. Senin inandığın gibi bir cennet varsa, bırak ayağımın altına serilmeyi, kapısından içeri bir arkadaşa bakıp çıkmama bile izin vermezler. Çünkü sen ve senin gibilerin, erkek egemen kültürün ve organize dinlerin gücünü kullanarak, kadını erkeğe hizmet etmek üzere mutfak ve yatak odasından ibaret yaşam alanına hapsetmek için uydurduğunuz iffet, edep, günah gibi kavramların tümünü ve bacak arama sıkıştırmaya çalıştığınız namus zırvasını reddediyorum. Namusum aklımda ve yüreğimde. Bekçisi de benim. Kendi ayaklarım üzerinde duruyor, dürüstçe, çalmadan, hak yemeden, kimseye zulmetmeden yaşıyorum. Anlayamazsın. Bedenimi ve cinselliğimi erkeğin zevkine kurban etmiyor, kadınlığımı sahipleniyorum. Kadınım. Kendime ait. Kendimle bütün. Hayatımı biriyle paylaşıyorsam, ihtiyacım olduğu için değil, istediğim içindir. Kadınım. Korkmakta haklısın. Çünkü yalnız değilim. Milyonlarcayız biz. Ve kadın fıtratımızla sana meydan okuyoruz. Önce insan, sonra kadın olarak doğal hakkımız olan eşitliği talep ediyoruz. Sen vermeyeceksin. Biz alacağız.
* Bu şahane sözün bana ait olduğunu söyleyebilmeyi çok isterdim, ama değil. İnternette dolaşan bir duvar yazısı resminde gördüm. Sahibini bilmiyorum.
(25/11/2014 Jiyan)

18 Kasım 2014 Salı

KUTSAL ÇARPAR

5-6 yaşlarındaydım. Oturduğumuz lojmanda yürümekte ve konuşmakta güçlük çeken özürlü bir abimiz vardı. Hiçbirimiz tam olarak rahatsızlığının ne olduğunu bilmezdik. Bir gün benden birkaç yaş büyük cocuklar neden “öyle” olduğunu konuşuyorlardı. Herkes anne-babasından yarım yamalak duydukları hikayeleri süsleyerek anlatıyordu. Bizim evde bu konular konuşulmadığı için benim anlatacak bir şeyim yoktu. Ben de çocuk aklımın erdiğince bir tahmin yürüttüm. “Belki Allah onu yaratırken yanlış düğmeye basmıştır.” Kızlardan biri bir çığlık attı. “Çarpılacaksın! Tövbe de! Hemen tövbe de!” Sanki o an, oracıkta Tanrı’nın gazabı ateşlerle üzerime iniverecekmiş gibi iki adım uzağıma sıçradı. Diğerleri de onun hezeyanına katılıp tiz çocuk sesleriyle bağrışmaya başladılar. Bir tövbe yetmezmiş, en az yüz kere demeliymişim, yoksa ben de “öyle” olacakmışım. Çok günahmış, çok. Cehennemde yanacakmışım. Korkmuştum. Çok kormuştum hem de. Ama öfkem korkumdan büyüktü. Tövbe demeyecektim işte. Ağlamamak için yumruklarımı sıkıp hepsine birden laf yetiştirmeye çalıştım. Hiç de bi kere çarpmazdı Allah. “Öyle” de yapmazdı beni. Iyi kalpliydi o. Hem çocukları da çok severdi. Üstelik ne vardı bunda? Hata yapmış olamaz mıydı? Ben konuştukça, onlar duyup kendileri de günaha girmesinler diye kulaklarını kapatıp kaçıştılar. Artık yumruklarım işe yaramıyordu. Ağlayarak eve gittim. Annem sakinleştirdi beni. Allah’ın kutsal olduğunu, fakat kimseyi, hele bir çocuğu asla çarpmayacağını söyledi. Kutsal olayına pek aklım ermemişti, fakat üstünde durmadım. İkinci kısım daha çok ilgilendiriyordu beni. İkna olmuş gibiydim, ama içimde hala bir korku vardı. İnadımdan dönüp tövbe demediysem de, bir süre, geceleri babam odamın ışığını söndürdükten sonra fısıltıyla Allah’a kötü bir niyetim olmadığını, bunca insanın derdiyle uğraşırken belki bir dalgınlık anında hata yapmış olabileceğini düşündüğümü anlatıp, lütfen beni çarpmamasını rica ettim. Her sabah uyandığımda çarpılmadığımı görünce gizlice sevindim.
“Kutsal” kavramıyla, bu travmatik tanışmamın sonrasında bir türlü yıldızımız barışmadı. 12 Eylül darbesinden iki hafta sonra başladığım ortaokul hazırlık sınıfının ilk günleriydi. Nereden konu açıldıysa, sınıf kapısının üzerindeki portrede Atatürk’ün burnunun çok büyük göründüğünü söyledim. Bir anlık sessizlikten sonra, henüz birkaç gündür tanıdığım arkadaşlardan biri koluma yapıştı. “Deli misin sen? Sözünü geri al hemen! Vallahi götürürler seni!” Okulun kapısında nöbet tutan askerlerden bahsediyordu. Sağlam Atatürkçü bir aileden gelmeme rağmen, Atatürk’ün de kutsal olduğu hiç aklıma gelmemişti. Sanki beş yaşıma geri dönmüştüm. Artık Allah’ın çarpmayacağını biliyordum, ama evdeki konuşmalardan anladığım kadarıyla, bu “darbe” denen şey fena çarpıyordu. Bu kez korkum galip geldi. Sustum.
Hayatın her döneminde, kutsallar dikilir karşımıza. Kiminin etrafından dolaşır, kimine saatte 90 km hızla, bodoslama gireriz. Aklın ve vicdanın seyreldiği yerlerde daha çok ve daha heybetlidirler. İyiliğin ve güzelliğin son mertebesi oldukları söylenir. Oysa inananlar için uğruna ölünecek olandır kutsal, iyilik ve güzellikle yaşamak yerine. İnanmayana ise, yaşam hakkı tanımaz bile.
Kutsal, hangi dilde, nasıl yazılırsa yazılsın, evrensel olarak zulüm diye okunur. Mutlak gücü elde etmek ve korumak için yapılan her türlü zorbalığı örtbas etmek üzere uydurulmuş bir yalandır. Değiştirilmesi bir yana, sorgulanmayı bile kabul etmez. Korkuyla beslenir, şiddetle güçlenir.
Bizim coğrafyanın kutsalı boldur. 800 sene önce Haçlı Seferleri’ne bahane olan kutsal topraklar, bugün İsrail zulmünün propaganda malzemesi olarak kullanılır. Çocuklar öldürülürken, kafalar kesilirken, insanlar diri diri yakılırken fonda tekbir sesleri Allah’ın büyüklüğünü haykırır. Öldürdükçe büyür kutsallar. Allahu ekber! Ya da Haleluyah!
Devletin en sevdiği kutsal süphesiz ki vatandır. Bir devletin cinayete hazır olduğunda, daima kendisine ‘vatan’ dediğini söylerken Friedrich Durenmatt ne kadar haklıdır. Vatan diye toprağa tapınanlar, o toprak üzerinde farklı kimliklerin yaşadığı baskı ve zulümü devletin bekası için bir teferruat, hatta gereklilik olarak görürler. Lice’de sahte suikastle kurban edilen Bahtiyar Aydın’a şehit payesi verilip Reyhanlı derin devletin karanlığına gömülünce vatan sağ olur. Yedi yaşındaki Sevcan’ın okulunun bahçesinde panzer tarafından ezilmesi, 14 yasındaki Ceylan’ın tarlada havan topuyla paramparça edilmesi takipsiz bırakılır. MİT ajanının yaktığı otobüste ölen Serap kayıtlara ve hafızalara PKK kurbanı olarak gecerken, Uğur ve Berkin terörist ilan edilir. Ve devlet, tekil varlığını sürdürebilmek için, zamana ve şartlara uygun gördüğü kutsalları dayatarak, sürgünden gözaltı kayıplarına, sansürden yargısız infaza, işkenceden katliama her yola başvururken, kutsala tapınanlar tempo tutarlar: Her – Şey – Vatan – İçin.
Kutsalımız boldur bizim. Korkuyla beslenir, şiddetle güçlenirler. Kana, kine, ölüme doymazlar. Giderek artan bir açgözlülükle kurban istemeye devam ederler. Oysa korkumuzu yenip, dik dursak karşılarında ve bir tekme savursak şöyle var gücümüzle. Tek başımıza yıkamayiz, ama sarsabiliriz. Ve tekmeler birbirine eklendikçe güçleri azalır belki. Ve kim bilir, belki bir gün, o tekmelerden biriyle yıkılıverir tüm kutsallar, kemikleşmiş tüm tabular. Belki çocukların çarpılmaktan korkmadan Allah’ı, büyüklerin eziyetten korkmadan devleti sorgulayabildiği, kimsenin birbirine benzemeye, aynı inanmaya, aynı konuşup aynı düşünmeye zorlanmadığı bir dünya olur. Uğruna yaşanacak bir dünya. Yıktığımız tüm kutsalların yerine insanı… yok…. sadece insanı değil, yaşamı koyarız belki. Yaşamın kendisini, her türlüsünü değerli tutar, sakınırız. İnsanı, hayvanı, doğasıyla… Bizim kabemiz sevi olur, emek olur, yaşam olur belki. Kim bilir?
(14/11/2014 Jiyan)

12 Kasım 2014 Çarşamba

MEMLEKETİMDEN ZAYTUNG MANZARALARI

Enerji Bakanı Taner Yıldız, kesilen zeytin ağaçları hakkında konuştu: “Zeytini marketten de alırsın ama termik santral öyle mi?”
Bu bir Zaytung haberi. Yani uydurma. Mizah amaçlı. Ne var ki pek çok insan gerçek sandı ve tepki verdi. İtiraf ediyorum, ben de oltaya gelen sazanlardan biriyim.
Normal şartlarda Zaytung haberlerine ve trollere karşı temkinli olduğum halde, Türkiye’de olan biten onca absürd olay arasında, bazen neyin gerçek neyin düzmece olduğunu kestirmekte zorlanıyorum. Fakat kabahat benim değil. Takdir edersiniz ki, seçim gecesi en az 35 yerde birden yaşanan elektrik kesintisini trafoya giren kedilerle açıklayan bir bakanın, kesilen 6 bin zeytin ağacı için böyle bir demeç vermesi hiç de ihtimal dışı değil.
“Dürüst, tarafsız, ahlaksız haber” yapan ve internet sitesinde “tüm yazılı ve görsel materyal, html kodlarına varıncaya kadar uydurma” olduğunu belirten Zaytung dışında, bir de sosyal medyada güncel olaylar veya siyasi içerikli konularda düzmece paylaşımlar yapan “troll” hesaplar var.
Vikipedi’de internet trollüğü, insanları tahrik ederek ve kızgınlıkla yazılmış cevaplar vereceklerini umarak, e-posta veya çevrimiçi grup mesajları göndermek olarak tarif ediliyor. Türkiye’de en çok takip edilen troll hesaplardan bazıları, hükümet yanlısı abartılı mesajlarla AKP tabanının biat kültürünü ti’ye alan muhaliflere ait. Düzenli olarak trollere takılan isimlerin başında gelen İ. Melih Gökçek’in Gezi sırasında bir düzmece haberi ciddiye alıp, Erdoğan’ın ülkeye dönüşünün dünya basınındaki sözde yankılarını büyük bir coşkuyla paylaşması, ortamlarda hala keyifle anlatılır.

Bazı troller bir taşla çok kuş vurup, hem muhalifleri hem yandaşları kandırmayı başarırlar. Geçtiğimiz gün, yine Yırca köyündeki zeytin katliamıyla ilgili “caps” tabir edilen bir resimli mesaj düştü sosyal medyaya. Kıyamete yakın bir tarihte Müslümanlarla Yahudiler’in savaşacağını, bu savaşta Müslümanlar’ın galip geleceğini, yenilen Yahudiler’in kaçıp ağaçların arkasına gizleneceğini anlatıyor. Caps bu ya, bütün ağaçlar, arkalarına saklanan Yahudiler’i Müslümanlar’a ihbar ederken, zeytin ağaçları Yahudiler’i koruyacakmış. İşte bu yüzden İsrail dünyanın her yerinde zeytin ağacı dikilmesini teşvik edermiş ve Yahudiler’e darbe vurmak için tüm zeytin ağaçlarının kesilmesi gerekirmiş. Hatta zeytini hepten boykot edip, evlere bile sokmamak lazımmış. “Evlad-ı Osmanlı” oyuna gelmemeliymiş. Deli saçması denip geçilmesi gereken bu sözler, binlerce sosyal medya kullanıcısı ve hatta bazı haber siteleri tarafından ciddiye alınarak paylaşıldı. AKP yandaşı İslamcı kesim, hükümetin zeytin ağacı katliamına kılıf uydurabilmek, muhalifler ise, yandaş kesimin ne denli abuk subuk iddiaları ortaya attığını gösterip, cehaletin boyutlarını sergilemek için paylaştılar. Çok da haksız sayılmazlar. Hikayenin zeytin ağaçlarıyla ilgili son kısmı troll’ün eklemesi olsa da, Müslüman-Yahudi savaşı çıkacağını ve ağaçların dile gelip muhbirlik yapacaklarını tekbir sesleri arasında gırtlağını patlatarak anlatan radikal İslamcıların aylar önce İnternete yüklenmiş videoları mevcut.



Yeni Türkiye’de değme troll’e parmak ısırttıracak, en sağlam Zaytung haberini gölgede bırakacak zırvalıklar günlük hayatın bir parçası:
Milyonlarca insan sokaklarda hükümeti protesto ettikleri için polis tarafından dövülür, gözleri çıkartılır, öldürülürken, İstanbul valisinin sosyal medyada ıhlamur kokularından bahseden mesajlar paylaşması;
Devletin din görevlisinin, yetişkin insanların evlilik dışı ilişki kurmasıyla yedi aylık bebeğe tecavüzü bir tutması ve hala görevde kalması;
Cumhurbaşkanı’nın bir kafede sigara içenleri bağıra çağıra azarlaması, hakaret etmesi, zabıta çağırtıp ceza kestirmesi;
Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’in 2000 yıllık mozaiklerin üzerinde topuklu ayakkabıyla poz vermesi;
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın her gün bir kadının öldürülmesine çözüm olarak “elleri kırılsın” temennisinde bulunması;
Ethem Sarısülük’ün katiline yedi sene hapis cezası verilirken, katil polisin şikayetçi olduğu ailenin 10 sene hapis istemiyle yargılanması;
Barıştan söz edilirken kalekol dikilmesi, çakma suikastler ve infazlarla kaos ortamı yaratılması;
Bakanlığı süresinde 5 binden fazla işçi katledildiği halde Faruk Çelik’in hala istifa etmemesi…
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Uzun lafın kısası, aklın sınırlarını zorlayan ve sık sık ihlal eden bunca reel saçmalık arasında, insanların Yeni Türkiye gerçekleri ile Zaytung’u karıştırmaları çok doğal. Bu yüzden, buradan hükümete ve padişah özentisi şahsa sesleniyorum. Yeni Türkiye dediğiniz hilkat garibesi için o ucube sarayı yaptırdınız, İstiklal Marşı’na da yeni beste uydurmaya çalışıyorsunuz ya… Hazır eliniz değmişken ülkenin ismini de değiştirip Yeni Zaytung Cumhuriyeti yapıverin, olsun bitsin. Yakışır.
(11/11/2014 Jiyan)

4 Kasım 2014 Salı

DEMOKRASİ: TAKLİTLERİNDEN SAKININIZ!

Ben CHP'li bir aileden geliyorum. Ecevit ve Atatürk resimleriyle dolu bir evde, Ruhi Su türküleriyle, Cumhuriyet gazetesiyle büyüdüm.  Doğal olarak, CHP'nin çoktan uzaklaştığı soldan tamamen koparak ulusalcı çizgiye yerleşmesi, hatta zaman zaman MHP'ye dokunacak kadar sağa çekmesi bende büyük hayal kırıklığı yarattı. Bu süreçte, bir süredir ilgiyle izlediğim Demirtaş'a daha bir kulak kabartır oldum.  Sıkça eleştirsem de, söylediklerinin çoğuna hak verdim.  Demokrasi, özgürlük, eşitlik üzerine degerli buldugum pek çok söyleminin arasında bence en önemli olanlardan biri, devletin halklara hükmetmek değil, hizmet etmek için var olması gerektiği.   

Türkiye'de devlete itaat sağdan sola, siyasi yelpazenin her kanadında benimsenmiş bir gelenek.  Hükümete baş kaldırılır, devlete asla. Devlet kutsaldır.  Devlet babadır ve toplumsal yapımızın bize öğrettiği üzere, baba ailenin reisidir, sözünden sual edilmez. 

Yakın geçmişe kadar devletin değişmez temsilcisi olarak görülen ordu, bu sınırsız gücü kullanarak 10 senede bir yönetime el koydu, diğer zamanlarda da postal sesinin her daim halklar ve siyasi yönetimler tarafından duyulabilir olmasına özen gösterdi.  Postal sesine uygun adım yürümeyen sivil yönetimleri önce süngünün ucuyla dürttü, hizaya girmeyenleri kahramanlık türküleri eşliğinde yaka paça koltuklarından indirdi.  Devlete itaat geleneğini sürdürenler ise ordunun kendilerine bahşettiği dar özgürlük alanlarında, tankların gölgesinde demokrasinin mümkün olabileceğine kendilerini ve halkları inandırmaya çalıştılar.  Son darbeyi takip eden 20 sene içinde iktidara gelen partilerin hepsi cunta anayasası altında demokrasi taklidi yaptılar.  Ordunun, devletin karanlık gücünü kullanarak yaptığı her türlü insan hakları ihlaline, kitle cinayetlerine, işkencelerine gözlerini kapayıp, paşalara selam durdular.  Devlete itaat etmeyip Sünnileşmeyen Alevilerin, Türkleşmeyen Kürtlerin, başını açmayan üniversite öğrencilerinin, merkeze kaymayan solcuların devlet tarafından baskı altına alınmalarına, ezilmelerine seyirci kaldılar, yerine göre alkış tuttular. "Ufak olsun, benim olsun" diyerek, sadece kendileri için, kendilerine yetecek kadar demokrasiyi alıp, gerisini çöpe atmaya kalktılar. Oysa demokrasi ya heptir, ya hiç.  Herkes için yoksa, hiç kimse için olmaz. 

RTE'nin liderliğinde AKP, bu çarpık sistemin zaaflarından istifade ederek geldi iktidara.  Eski gayrıresmi ortağıyla birlikte kurdukları kumpasla askerden vesayeti devralarak devletin gücünü ele geçirdi ve tıpkı daha önce ordunun yaptığı gibi, bu gücü kendisine itaat etmeyenleri ezmek, mümkünse yok etmek için kullanmaya başladı.  Evet, yolsuzluklarının boyutları korkunç ve pişkinlikleri akıllara durgunluk verici, fakat RTE ve AKP'nin antidemokratik uygulamaları, geçmişte devlet gücüyle yapılanlardan çok da farklı değil aslında.  

Kendimizi kandırmayalım. Türkiye'de AKP öncesi dönemde "ortalık gül bahçesi, şahane demokrasi" bir durum yoktu, AKP gidince de olmayacak. Bugün meydanlarda isyan ettiğimiz diktatörlüğe çeyrek kalmış AKP rejimi, geçmişte ordunun izin verdiği ölçüde demokrasi taklidi yapan diğer rejimlerin bir uzantısı.  Yani RTE çürümüş sistemi değil, çürümüş sistem RTE'yi yarattı.  Ve bu sistem var oldukça, başka RTEler yaratacak. Yani roller değişse de, aynı kirli oyun oynanmaya devam edecek.  Ve biz oyunu bozmadığımız sürece, muktedir rolüne kim geçerse geçsin, ötekiler hep ezilecek, dövülecek, öldürülecek. 

İşte bu yüzden Demirtaş'ın devletin kutsallığına meydan okumasını çok önemsiyorum.  Çünkü yana yakıla aradığımız ve çok ihtiyacımız olan demokrasinin var olabilmesi, ancak devletin değil, halkların mutlak egemenliğine dayalı bir sistemle mümkün.  Barajsız ve hilesiz bir seçimle toplumdaki tüm kimliklerin adilce temsil edildiği, hak ve özgürlüklerin hiçbir ayırım gözetmeksizin herkes için eşit olarak uygulandığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin koşulsuz geçerli olduğu ve devletin yetkilerinin halka hizmetle sınırlı olduğu bir düzen kurabildiğimiz gün, çakmalarından kurtulup gerçek demokrasiyle tanışabiliriz.  O gün Cumhuriyet'in hakkını vererek, tüm kimliklerin "ne mutlu" olduğu bir ülkede, hep birlikte bayramı kutlayabiliriz.  

(11/03/2014 Jiyan)

29 Ekim 2014 Çarşamba

40000: İKİ HECE, BEŞ VURUŞ

Son haftalarda yaşanan olaylar barış süreci hakkında süregelen tartışmaların yoğunlaşmasına ve sertleşmesine sebep oldu. Başından beri sürece hiçbir öneri getirmeden karşı çıkan kesim, sürecin öldüğünü memnuniyetle ilan edip, büyük bir iştahla helvasını kavurmaya girişirken, iktidar adeti olduğu üzere “iç ve dış mihrakları” suçladı, milli birlik çağrısı yaptı.  Yüksek perdeden verilen demeçlerle gösterilen hedefler, ortalıkta uçuşan “darbe mekanizması” klişeleri, alelade bir söz gibi bol keseden sağa sola savrulan “ihanet” suçlamaları ve tehditlerle gerilen ortamda söylenecek en iyi niyetli sözlerin bile, kalın duvarlara çarpıp, mevcut kakofoni içinde kaybolması, daha kötüsü kırılıp dökülerek, adresine eksik, yanlış ulaşması ihtimali yüksek.  Bu yüzden acılı bir refleksle haykırmak yerine derin bir soluk alıp sağduyuyla konuşmak gerek. Öte yandan barışa karşı olanlar ve sadece çıkarları için kullanmak isteyenler bu kadar çok ve bu kadar arsızken, barış isteyenlerin, sanki bir kabahat işlemiş gibi sessiz kalmaları da doğru değil. Tam da Fuzuli’nin dizelerindeki gibi, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
40 seneye yakın zamanda, 40 bin hayat söndü bu topraklarda.  Kimliği ne olursa olsun, ölenlerin her biri bir ananın can paresi, bir babanın gözünün ışığıydı.  Belki kokusuna hasret bir sevdiceği, yolunu gözleyen bir evladı vardı.  Birilerinin dostu, sırdaşı, yoldaşıydı her biri. Ölenlerin her biri insan, her biri candı.  Ve haber bültenlerinde spikerlerin mekanik sesinden iki hecede söyleniveren, gazete köşelerinde beş vuruşla yazılıveren 40 bin canın her biri 40 bin ateş olup düştüğü yeri yaktı.
Son olarak geçtiğimiz Cumartesi günü Yüksekova’da üç askerin öldürülmesi doğal olarak acı ve öfkeyi tazeledi.  Daha kurşun sesinin yankısı dinmeden devletin resmi kanalları saldırının PKK tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. AKP parti-devletinin, yakın geçmişteki provokasyon sicilinden dolayı zihinlerde oluşan şüpheler, üç gün sonra PKK’den gelen yalanlamayla pekişti. Diğer taraftan, geçmişte PKK’nin inkar ettiği bazı eylemlerin, örgüt içinde bağımsız hareket eden “unsurlar” tarafından yapıldığı da biliniyor.  Sonuçta, barış süreci ve Kobane konusu hararetle tartışılırken ve Yeni Türkiye’nin bir polis devleti olduğunu tescilleyen güvenlik paketinin henüz mürekkebi kurumamışken Bingöl’de polislere yapılan suikast ve Kars’ta üç PKK mensubunun öldürülmesi gibi, Yüksekova’daki asker cinayetleri de, akıllarda pek çok soru işareti bırakarak, iki hece, beş vuruşluk kanlı istatistikler arasında yerlerini aldılar.
Tetiği çeken, bombayı atan, mayını döşeyen, köyü yakan el kimin olursa olsun, askeriyle, siviliyle, peşmergesiyle, 40 bin canın hepsinin katili, senelerdir içimizi kin ve korkuyla doldurmayı hedefleyen kirli politikalardır.  Biz Türkiye halkları, her türlü milliyetçilik söylemi üzerinden yüreklerimize akıtılan nefretle, ölülerimizi kimliklerine göre etiketleyip, “senin ölün, benim ölüm” ahmaklığında debelenirken, birileri bu çürümüş sistemin temelindeki delikleri bizim cesetlerimizle doldurmaya çalışıyor. Ve biz, karşımızdakinin insan olduğunu unuturken aslında kendi insanlığımızdan uzaklaştığımızı fark etmeyecek kadar kör olmuş gözümüz ve bizden olmayanın ölüsüne “leş” deyip sevinecek kadar kirlenmiş vicdanımızla acılarımızı yarıştırmayı sürdürüyor, durmadan ölüyor, öldürüyoruz.
Daha kaç ölü gerek uyanmamız için?  Kaç şehit daha verirsek kalkacak “10 bin şehidin yerdeki kanı?”  Ve kaç Kürt’ü öldürürsek bölünmez vatan? Kürt halkının özgürlük mücadelesini kazanması için kaç çocuk misket oynaması gereken yaşta dağa çıkıp silah kuşanmalı?  Kaç asker daha öldürülürse özgür olur anadilde ağıtlar?  Ve nasıl pis, aşağılık bir oyuna geldiğimizi görmemiz için, birlikte, eşitçe, kardeşçe yaşamak varken böyle paramparça, böyle kinle yoğrulmuş, nefretle bölünmüş olmamızın kimin, kimlerin işine yaradığını anlamamız için daha kaç binlerce ölmemiz gerek?
Halklara hizmet etmek yerine hükmeden tüm otoriter yönetimler gibi, devlet adı altında başımıza musallat olan bu çirkin ve kirli sistem de, istediği kalıplara sokamadığı kimlikleri, daha kolay ezip öğütebilmek için, birleşmemizi değil, birbirimizden uzak durmamızı istiyor. Kendi gücünü perçinlemek için barış umudunu haklara karşı koz olarak kullansa da, aslında barışa hiç sıcak bakmıyor. Barışın sürüncemede kalmasını, ne uzayan ne kısalan bir süreç olmasını tercih ediyor devlet, çünkü abasının altından göstereceği bir sopa lazım ona. Devletin mevcut halini değiştirip,tüm halkların eşit egemenliğine dayalı yeni bir sistem kurmamız kısa sürede mümkün olmasa da, hiç değilse süreç masasına tek başına oturup, barışı rehin almasına engel olabiliriz.
Barış sürecinin, bugüne kadar yapıldığı gibi, tekil şahıslara ipotekli olarak yürümemesi gerektiğini açıkça gördük. Gizli pazarlıkların değil, harcını halkın kardığı sağlam temellerin üzerine oturtulan kalıcı bir barış için, barışın gerçek tarafları olan halkların sürece müdahil olması artık şart. Mesela Çağdaş Yaşam Çağrısı’nda bahsedildiği gibi, barış için halk meclisleri oluşturulabilir.  Farklı kimliklerin birbirlerini anlamaları ve birbirlerinin hassasiyetlerine saygı duymaları önce küçük ölçekli halk meclislerinde sağlanarak, karşılıklı empatinin dalgalar halinde daha büyük kitlelere yayılması mümkün olmaz mı?  Cumhuriyet mitingleri için buluşan yüz binler, neden milyon olup yürümesin barış için?  AKP’nin barışa samimiyetle katkıda bulunmasını beklemek saflık olur elbette, ancak sivil örgütlenmelerle ve ekonomik boykot gibi şiddetsiz eylemlerle, hükümet üzerinde de sürecin şeffaflaşması için baskı kurulabilir.  Bunlar benim kafein yüklemesiyle uyanık tutmaya çalıştığım beynim, sınırlı bilgim, ve her şeye rağmen direnen umudumla su anda aklıma gelenler. Çok daha iyi ve çeşitli öneriler bulunur elbette.
Hep birlikte kabul etmemiz gereken bir gerçek var: Barış, devlet için değil, ama halklar için bir mecburiyet. Ne kadar zor olsa da, barışı sağlamak zorundayız.  Çünkü güzel kardeşim, çünkü anam babam, çünkü iki gözüm…  çünkü ölmenin, öldürmenin sonu yok. Çünkü öldürmekle ne Türk biter, ne Kürt, ama insanlık tükenir.  Ve biz, içimize kazınan “öteki” korkusunu aşıp, üzerimize sinen nefretten arınıp, insanlığımızı  tüketmeden, kardeşçe birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız.
(29/10/2014 Jiyan)

21 Ekim 2014 Salı

KÜRT KARDEŞLER, BARIŞALIM MI?

Cumhurbaş(ba)kanı Recep Tayyip Erdoğan’ın PYD ve PKK’nın eş olduğunu ve PYD’ye silah ve mühimmat yardımı yapılmasının kabul edilemeyeceğini açıklamasının üzerinden 24 saat geçmeden, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, söz konusu yardımı yaptığını duyurdu. “Dünya Lideri”nin suratında patlayan tokadın sesi ülkeye henüz ulaşmışken, bu kez Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobane’ye geçişine izin verildiğini açıkladı. Özetle, AKP hükümetinin, hem akıllı iç ve dış politika, hem de insanlık adına haftalar önce yapması gerekeni, ABD döve döve yaptırdı.
İşin insanlık boyutu bir yana, Türkiye’nin çıkarları açısından da doğru olan, Kobane’ye ilk günden destek vermekti. Tüm dünyanın büyük tehdit olarak gördüğü terör örgütü Işid’e karşı oluşturulan koalisyonda yer alıp, yıllardır hayal ettiği bölgenin etkin gücü konumuna gelebilecekken, kendisine üç beden büyük Dünya Lideri sıfatına heves eden Erdoğan’ın Esad’ı devirme inadı, Türkiye’ye her bakımdan çok pahalıya mal oldu.
AKP hükümetinin İşid’e iyi ihtimalle göz yumduğu, gerçekçi ihtimalle silah ve tıbbi yardım sağladığı, İşid’in kaçak petrolünden bizzat hükümette yer alan isimlerin kar ettiği yolunda ciddi iddialar dünya basınında geniş yer aldı. Erdoğan’ın bu iddiaları memleket dahilinde alışık olduğu şekilde “İftira! Bizi kıskanıyorlar. Hainler!” feryatlarıyla yalanlama çabası, doğal olarak uluslararası platformda ciddiye alınmadı. Aksine, koalisyona destek vermemek için türlü bahaneler uydurup şartlar öne sürmesi, iddiaları güçlendirerek, Erdoğan’ın zaten az olan güvenilirliğini sıfırladı.
ABD’nin Türkiye’yi ekarte ederek PYD ile doğrudan görüşmeye başlaması ve Erdoğan’ın avaz avaz karşı çıktığı silah yardımını gerçekleştirmesi, AKP hükümetini 180 derece çark etmeye zorladı. Dün söylediğini bugün yalanlamayı hükümet politikası haline getiren AKP, düne kadar asla ve kat’a reddettiği koridoru bugün kendi insiyatifiyle açmış gibi yaptı. Düne kadar RTE’nin “Türkiye ile ne alakası var?” dediği Kobane’yi, Davutoğlu bugün Suruc’tan ayırmadığını söyledi. Ve dünya, “afallatan manevra” dediği bu pespayeliği şaşkınlıkla izledi.
AKP’nin akıl ve vicdan dışı politikalarının ülkeye içerde verdiği hasar, dışardakinden daha büyük. Dışişleri Bakanlığı döneminde dahiyane (!) sıfır sorun politikasıyla Ortadoğu’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya neredeyse her temasta bulunduğu ülkeyle çelişki yaratmayı başaran Davutoğlu kendi kendine Başbakancılık oynarken, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamından hükümete başkanlık eden Erdoğan, şahsi hırsları uğruna ülkeyi ateşe attı. Halen Erdoğan yönetimindeki AKP hükümeti, özerk bir Kürt oluşumuyla sınır komşusu olmaktan duyduğu rahatsızlığın çözümü için terör örgütü Işid’den medet umdu. “Işid Kürtleri temizlesin, biz sonra Işid’i hallederiz” mantıksızlığıyla hareket ederek, sınırlarının 1 km ötesinde, Türkiye Kürtlerinin sadece soydaşları değil, akrabaları, arkadaşları, komşuları olan Kobanelilerin katledilmesine seyirci kaldı. Erdoğan Kobane’nin düşeceğini “müjde”lerken, provokasyonla sokaklar kana bulandı. Polis eşliğinde insan avına çıkan Hizbullah çeteleriyle, sokak ortasında kalleşçe arkadan vurulan gazete emekçisiyle, toplu gözaltılarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ülkeyi bir gecede 25 sene geriye götürdü AKP. Senelerdir artık ağlamayacakları günü bekleyen analara yeni ağıtlar yaktırıp, milyonlarca insanın her şeye rağmen tutunmaya çalıştığı barış umutlarının üzerinde tepindi.
Şimdi ABD’nin dayatmasıyla yapılan U dönüşü sonrası, AKP’nin barış süreci konusunda atacağı adımlar merakla bekleniyor. Kuvvetle muhtemel, olağan pişkinlikleriyle, “Biz kardeşiz, haydi öpüşüp barışalım” tarzı bir yaklaşımla, hiçbir şey olmamış gibi sürece kalınan yerden devam etmek isteyecekler. Barıştan vazgeçmek söz konusu değil elbet. Süreç devam etmeli. Fakat geçtiğimiz günlerde gördük ki, özellikle mevcut güvensizlik ortamında, tek adamların tekelinde, kapalı kapılar ardında yapılan gizli saklı görüşmelerle ancak bir adım ileri iki adım geri gidebilmişiz. Karşılaşılan veya suni olarak yaratılan her krizde, taraflar barışı rehin alarak birbirlerine şantaj yapmaktan geri kalmazken, şahsi çıkarlar, hatta kaprislerle sürecin tehdit edildiğine şahit olduk. Ve bunlar olurken, savaşın ve barışın gerçek tarafları, yani ağlayan analar, yani kışlada ya da dağdaki can parçasından haber bekleyen babalar, kardeşler, sevgililer, yani hayvan otlatmaya gittiğinde mayına basmadan eve gelmesi için arkasından dua edilen çocuklar, yani bu ülkede 40 yıldır süren kirli savaştan canı yanan halklar, kendileri adına yapılan pazarlıklardan habersiz, barışı beklediler. Sonuç ortada.
Einstein deliliği, aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuç beklemek olarak tanımlar. Zaman zaman ülkede yaşananlar yüzünden kitlesel delirmenin eşiğine gelsek de, barış konusunda akıllı davranmak zorundayız. Gerçek ve kalıcı bir barış için siyasi platformda muhalefetin, ve daha önemlisi sokakta halkların sahip çıktığı ve dahil olduğu bir sürece ihtiyaç var. Senelerdir basmakalıp önyargılarla süreci reddeden ve hiçbir alternatif üretmeyen CHP, kendi içinde radikal bir yeniden yapılanmayla, bünyesindeki giderek sağa kayan kemikleşmiş ulusalcı yapıdan kurtulup, halkların eşit ve özgürce yaşadığı bir ülke için süreçte yerini alırsa, hem parti hem de ülke için önemli bir kazanım olur. Ancak şunu belirtmekte fayda var: CHP’nin, veya herhangi bir siyasi partinin, sürece olumlu bir yaklaşımla katılımı faydalı olsa da, mutlak şart değil. Kanımca barışın en önemli bileşeni ve tek olmazsa olmazı halklardır. Zira demokrasi gibi, barış da tepeden indirilemez, ancak tabandan yükselir. Ve gerçekten her kimliğin eşit haklara sahip olarak, özgürce yaşadığı bir barış ortamı istiyorsak, ki barış için eşitlik ön koşuldur, burada asıl görev, bugüne kadar egemen kimlik olarak yaşamış olan Türk halkına düşer. Egemenlik kayıtsız şartsız tüm kimliklerin olmadıkça, adı “Yeni” de olsa, Türkiye bu eski ve kirli savaşın kıskacından kurtulamaz.
(21/10/2014 Jiyan)

17 Ekim 2014 Cuma

ELLERİ KIRILSIN!

Devlet istatistiklerinde kadın cinayetleri edilgendir: Eylül ayında 27 kadın öldürüldü. 
Oysa Bianet'in erkek şiddeti çeteleleri etken cümlelerle tutulur.  Katil de bellidir, maktul de: Eylül ayında erkekler 27 kadın öldürdü. 
Erkek katilleri edilgen cümlelerin gizli öznelerinin ardına saklayıp kadınları öldürülmekle yalnız bırakan devlet, geçtiğimiz gün sorunun çözümünü, yine edilgen bir cümlenin gizli öznesine havale etti: Elleri kırılsın,

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın kadına karşı şiddet konusunda uygun gördüğü çözüm buydu: Elleri kırılsın.  Bakan Islam, katil erkeklerin ellerini kimin kıracağı konusuna açıklık getirmediyse de, öldürülen kadınları suça ortak etmekten geri kalmadı. “İnsan kabahat işleyebilir suç da işleyebilir ama hiçbir suçun cezası ölüm değildir."  Tabii ya... Dayak var mesela, cennetten çıkma.  Ne bileyim, ev hapsi olabilir.  Kalıcı iz bırakmamak kaydıyla işkence de bir seçenek. Hatta 43 yerinden tornavidayla delik deşik etmek bile, olay sosyal medyaya intikal etmedikçe, hoş görülebilir. Ne gerek var öldürüp de başımızı ağrıtmaya?  Elleri kırılsın!

Kadına şiddete kör Bakan Ayşenur İslam'ın soruna çözüm olarak mahallenin tonton teyzesi edasıyla ettiği "çözüm bedduası" ve verdiği içler acısı demeç, tam da AKP'nin Yeni Türkiyesi'ne yakışır bir sosyal politika.  Kadınların özgürlüğü, toplumların sosyal ve kültürel gelişmesinin temel taşlarından biri, belki de en önemlisi.  Bu yüzden kadını sosyal hayattan tecrit edip, mutfakla yatak odasından oluşan bir yaşam alanına hapsetmek  Katolik Kilisesi'nden Taliban rejimine, tüm otoriter yönetimlerin öncelikli amaçlarından biri olmuştur.  Hitler kadınların hayatlarının ibadet, çocuk doğurmak ve yemek yapmaktan ibaret olması gerektiğini düşünürdü.  Erken evlenenlere, çok çocuk doğuranlara imtiyazlar sağlayan diktatör, kadınların makyaj yapmalarına, gösterişli giyinmelerine karşı olduğunu açıkça belirtmiş, tekstil endüstrisini bile bu doğrultuda üretim yapmaya teşvik etmişti.  RTE ise, aynı yaklaşım üzerine kurulu kadın politikalarıyla daha radikal sonuçlar hedeflemekle beraber, bu politikaları "demokratikleşme" adı altında uygulamaya koyuyor.  9 yasındaki kızların başörtüsü "özgürlükleri" savunulurken, devletin en yetkili ağızlarının muhafazakar görüşe aykırı giyinen ve davranan kadınları açıkça iffetsizlikle suçlaması, kanunda yapılan "iyileştirmeler" sonucunda mahkemelerin kadına karşı şiddet, taciz ve tecavüz davalarında tayt giymekten kırmızı ruja kadar, iktidarın onaylamadığı yaşam tarzını temsil eden her şeyi hafifletici sebep olarak görmesi AKP iktidarının 12 senedir kadınlara karşı yürüttüğü istikrarlı politikanın parçaları.  Verilmek istenen mesaj çok açık: Hükümetin tasvip ettiği şekilde yaşamayan kadınlar, başlarına gelecek olanlardan kendileri sorumludur.

Mahalle baskısı ve algı yönetimiyle toplumun her kesimine iletilen bu mesajın en çarpıcı etkileri şüphesiz ki görsel ve yazılı medyada görülmekte.  Geçtiğimiz aylarda mesajı almış ve içine sindirmiş bir kadın sunucu, canlı yayında, boşanmak isteyen eşinin bedenine 43 kez tornavida saplamış bir caniyi canlı yayına çıkarmakla kalmadı, öldürmeye teşebbüs ettiği eşine "delice aşık" olduğuna kefil olup, 15 senelik işkence, sayısız ölüm tehdidi ve 43 tornavida darbesinden sonra mucize eseri hayatta kalan kadını, celladıyla barıştırmaya çalıştı.  Birkaç hafta sonra bir başka kadın sunucu, iki eşini öldürüp üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan "güleryüzlü" katili alkışlattıktan sonra, kendisini eleştirenlere (bir kadın milletvekili dahil), tam da ustasının ağzıyla, tehditler savurdu.  Son olarak, geçtiğimiz gün, bir kadın yazar, gazetedeki köşesinden, 17 yaşındaki sevgilisinin kafasını testereyle kesen ve hapishanedeyken intihar eden katilin yasını tutarken, katile haksızlık yapıldığını yazdı. 

Perihan Mağden'in Cem Garipoğlu güzellemesi kadın katillerinin minnetle okuyup, çerçeveletip duvarlarına asacakları türden bir yazı.  Mağden, Cem'in Münevver'e "delice aşık" olduğunun altını çizmiş kalın kalın. Tıpkı aşkını 43 tornavida darbesiyle ispatlayan Yakup Kara gibi.  Ve çok pişmanmış Cem.  Kendini öldürecek kadar.  Çünkü Cem'in vicdanı varmış, kalbi varmış.  Ailesinin parasını ve imtiyazlarını kullanarak polisten kaçtığı 197 gün boyunca Cem'in vicdanının ve kalbinin nerede olduğunu bilmiyoruz.  Fakat Cem mahkemede pişmanlığını beyan etmiş.  Tıpkı öldürdüğü iki eşini suçlayan, ama yine de "pişmanım" diyen Sefer Çalınak gibi.  Ve Perihan Mağden ikna olmuş; Cem'in bir cana kıydığı için değil, bunun sonucunda 24 sene hapis yatacağı için pişman olduğuna ihtimal bile vermemiş.  Bir yandan katili aklamak için canla başla çırpınan Mağden, inceden inceye Münevver'in de sütten çıkmış ak kaşık olmadığına ikna etmeye çalışmış okuyucuyu. Nankörlükten aldatmaya, hafif meşreplikten tahrike birçok örneklemeyle, tam da Bakan İslam'ın dediği gibi, kabahatli, suçlu kadın profilini çizmiş.  Uzman psikiyatristlerin verdiği sağlam raporunu hiçe sayarak Cem'in ruh sağlığının bozuk olduğuna kesin kanaat getirdiği gibi, hiçbir dayanağı olmayan, tamamen yanlış bilgilerle, ABD'de olsaydı Cem'in "(en fazla) beş yıl üç ay falan akıl hastanesinde yatıp, 'tedavisi tamamlandı' kararıyla, şartlı olarak tahliye" edileceğini de yine kesin bir dille iddia etmiş.  Oysa zahmet edip Google'da beş dakikalık bir araştırma yapsa, ABD'de her eyaletin kanunlarının farklı olduğunu, bazı eyaletlerde (Teksas, Florida) ileri derecede zeka geriliği veya ruhsal bozukluğu olduğu ispatlanmış suçluların bile idam cezasına çarptırıldığını öğrenebilirdi. Belli ki gerçeklerle vakit kaybetmek istememiş Perihan Mağden.  Genç bir kadınının katlini meşrulaştırma misyonuna nasıl kaptırmışsa kendini, önce Münevver'in ailesini intikama doymamakla suçlamış, hızını alamayıp Eski Ahit'ten dem vurmuş.  Fakat ne hikmetse, 10 Emir'den birinin "Öldürmeyeceksin" olduğundan hiç bahsetmemiş.  Belki marjinallik uğruna, belki gerçekten pusulayı fena halde şaşırmış bir vicdan muhasebesiyle yazmış da yazmış Perihan Mağden.

Perihan Mağden, Songül Karlı, Seda Sayan gibi kadınlar, televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde ucuz betimlemelerle kurbanları değersizleştirip suçladıkça, katilleri pek sevecen ve mutlaka çok pişman gizli kurbanlar olarak tanımladıkça kadına olan şiddeti meşrulaştırdıklarını ya fark etmiyorlar, ya umursamıyorlar.  Her iki şekilde, din, gelenek ve görenek unsurlarıyla perçinlenen kadın karşıtı hükümet politikalarının gönüllü sözcülüğünü üstlenerek önce şiddete karşı verilen mücadeleye, ama en çok ve en önemlisi, kendi kadınlıklarına ihanet ediyor, kadın kimliklerini kendi elleriyle yok ediyorlar.  Erkek egemen kültürün yılmaz neferleri kesilirken, dışları değilse de içleri erkeğe, hem de erkeğin en kötü, en çirkin haline dönüşüyor.  "Babası kızına sahip çıksaydı öldürülmezdi" diyen erkek emniyet müdürü, "Kızı bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya" diyen erkek başbakan oluyorlar.  


Ve edilgen cümlelerle katil erkekleri gözlerden ırak köşelere saklayıp, kadınları öldürülmenin öznesi kılan devletin aciz bakanı, son 10 yılda %1400 artan kadına şiddet sorununu gizli bir güce havale ediyor: Elleri kırılsın!  

(18/10/2014 Jiyan)

13 Ekim 2014 Pazartesi

ULUSAL SAMİMİYET


Yeni Türkiye'nin Cumhurbaş(ba)kanı, hayatının en gururlu dönemini yaşıyor olmalı. 12 senedir özenle ektiği kin ve nefret tohumları artık meyvelerini vermeye başladı. Varto'da, Batman'da, Diyarbakır'da Esenyurt'ta, Adana'da, ülkenin dört bir yanında yaşanan sokak çatışmaları, RTE için adeta hasat vaktinin müjdecisi. Halklar istenen kıvama gelmek üzere.  Devletin askerini, polisini fazlaca yormadan, artık sokakta birbirlerini kırmaya başladılar. Tüm yalanlarına ve ısrarlı kışkırtmalarına rağmen Gezi'den bir Müslüman-Laik çatışması çıkartamayan muktedir, bu kez Kobane fırsatını kaçırmadı ve Kürt-Türk kavgasını sokağa taşımayı başardı. RTE'nin bu başarısında (!) sınır tanımaz iktidar hırsının yanında, AKP tabanının, muhalefetteki truva atı MHP'nin, ve gerek Türklerin gerekse Kürtlerin içindeki aşırı milliyetçilerin payı da var elbette.  Ancak padişah özentisinin Yeni Türkiye formülünün gizli  malzemesi, bir yandan AKP'nin İslam faşizmiyle canla başla mücadele ederken, bir yandan parti-devletin ucuz provokasyonlarına sektirmeden atlayarak RTE'nin ekmeğine yağ süren ulusalcılardı. 

Demokrasinin ancak elinde Türk bayrağı ve Atatürk posteri, dilinde Andımız ve İstiklal Marşı olanların hakkı olduğuna inanan ulusalcı kesim, Türkiye tarihinin en kapsamlı ve sağlam demokrasi hareketi olan Gezi'yi de tekeline almaya çalışarak, Kürt hareketinin bu direnişin bir parçası olmadığını ısrarla savundu.  Oysa Gezi'nin gücü tüm ezilmiş kimlikleri birleştirmesiydi.  Bambaşka davaların insanları özgürlük ortak paydasında buluşup elele direnirken, penguen medyasının gerçek yüzünü görüp, belki de ilk kez yıllardır kendilerine anlatılanların gerçekliğini sorguluyor, ezberler bozuluyordu.  Barışın kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıklarla değil, gerçek anlamda halkların arasında filizlenmesi için bir şanstı bu. Yaraları birlikte sarmak, yıllardır politikacıların ağzında çirkin bir yalana dönüşmüş olan halkların kardeşliğini yeniden gerçek kılmak için bir fırsattı.  Ne var ki ulusalcılar, kafalarındaki kalıpların dışına çıkamadılar. Direnişin en etkin olduğu dönemde, Güneydoğu'daki ayaklanmaları ötelediler, Gezi'den ayrı tuttular.  Batı'da plastik mermiler kullanan devlet faşizmine ettikleri isyan, Lice'de gerçek mermilerle halkın üzerine ateş açıldığında "ama" ile başlayan zavallı cümlelerin ardında kaldı.  "Ama"larla muktedirin zulmüne verdikleri  pasif desteğin, kendi canlarını da yakan faşist rejimi besleyip güçlendirdiğini görmediler, görmek istemediler.  Bir yandan yıllardır devletin zulmüne karşı yalnız bırakılmanın verdiği güvensizlik, bir yandan da tamamen AKP'nin tekelinde kalan barış sürecini tehlikeye atma endişesiyle Gezi hareketine başlangıçta çekinceyle yaklaşan Kürt halkı ise, tam direnişe ısınmak üzereyken, bu tavır karşısında geri adım attı. Demirtaş'ın "Gezi'deki darbe unsurları" sözleri de ulusalcıların ellerine koz, dillerine pelesenk oldu.  Sonradan yapılan açıklamalar durumu düzeltmeye yetmedi. Sonuçta Kürt hareketi Gezi'yi, Gezi de Kürt hareketini sahiplenemedi ve Türkiye için tarihi bir fırsat kaçtı.  

Yerel seçimlerden sonra durulan aktif sokak hareketinin ardından, Demirtaş'ın cumhurbaşkanlığı adaylığı dolayısıyla yaptığı Yeni Yaşam Çağrısı, Kürt kelimesine karşı refleks olarak "vatan bölünmez" çığlıklarıyla bayrağa sarılan ulusalcıları ters köşeye yatırdı, bütün klişelerini yerle bir etti. 

"Bölücüler!" dediler.  Demirtaş, Kürt hareketinin siyasi kanadının en üst noktasından, üstelik ülkenin her köşesinden duyulacak kadar yüksek sesle "Bölünmek istemiyoruz" diye seslendi.  "Ülkeyi bölmek için cumhurbaşkanlığı pek uygun bir makam değil." 

"Şehit kanı" dediler, "tek millet, tek devlet" dediler.  "Acıları yarıştırmayalım, ortaklaştıralım" dedi.  Her iki tarafın da geçmişin hatalarıyla yüzleşip güzel bir geleceği birlikte kurmasını önerdi.  Tüm kimliklerin eşit olarak, barış ve özgürlük içinde bir arada yaşamasını sağlayacak somut çözümler sundu.

Diyecek sözleri kalmadığında, "samimiyetsiz" dediler. Şu samimiyet meselesini etraflıca konuşmakta fayda var.  Tarafsız bir şekilde ölçülmesi ve ispatı imkansız, soyut bir kavram samimiyet.  Kırk senedir ötelenmekten kırgın, kırkbin kez öldürülmekten yorgun bir halkın barış isteğinde samimi olduğunu göstermesi için ne yapması gerekir?  Bir de madalyonun diğer yüzü var.  Kürt halkını samimiyetsizlikle itham edenler, kendi samimiyetlerini göstermek için ne yaptılar?

Kürtler birer ikişer değil, onar yirmişer katledilir, toplu mezarlara gömülür, asit kuyularına atılırken, köyleri yakılırken, çocuğu, kadını erkeği her türlü zulüm  ve işkenceye maruz kalırken kör ve sağır olanlar, Kürtler'in Gezi'ye verdikleri desteği ne kadar samimiyetle sorgulayabilirler?  Bir yandan hükümetin İslami terör örgütü Işid'e verdiği desteği protesto ederken, öte yandan bu terör örgütünün sınırımızın 1 km ötesinde binlerce Kürt'ü katletmesine çanak tutan vicdan ve akıl yoksunu hükümet politikasını desteklemek midir samimiyet?  Yoksa Kürt halkına karşı yapılan her türlü ayrımcılığı "PKK terör örgütü" bağlamında açıklamaya çalışırken, PKK'yı yaratan ve varlığını sürdürmesini sağlayan devlet politikalarını görmezden gelmek mi?  Polisin katlettiği 14 yaşındaki Berkin'in, silahsız direnişçi Ethem'in terörist ilan edilmesine lanet edip, Güneydoğu'da polis ve işbirlikçi siviller tarafından öldürülen 40 vatandaşımızı hiç tereddütsüz terörist olarak yaftalarken samimiyetten nasıl bahsedilir?  Ya da Gezi'de polise molotof atan gösterici kılığındaki provokatörleri gördükten, "gerekirse Suriye'ye dört adam gönderip sekiz füze atarak" ülkeyi savaşa sürükleme planlarını dinledikten sonra, bayrak indirme, büst yakma, yağmalama olaylarının provokasyon olma ihtimalini bile göz önüne almazken?  

Geçin bunları bir yol.  Samimi olacağız madem, önce samimiyetle şu soruya cevap versin herkes:  Hiçbir halkın bir diğerinden üstün olmadığı; eşitliğin ve özgürlüğün bir kimlik tarafından bir diğerine bahşedilen bir lütuf değil, demokrasinin şartı, her bireyin doğal hakkı olduğu; kimsenin var olmak için kimliğinden, kültüründen, geçmişinden vazgeçmeye zorlanmadığı bir ülkede, barış ve kardeşlik içinde yaşamak için, geçmişi unutarak değil, geçmişten öğrenerek yeni bir başlangıç yapmaya hazır mısınız?  Evet diyenler ezberlerini ve önyargılarını kapının dışında, sağ tarafta bırakıp içeri buyursunlar.  Hayır diyenler de başkalarını suçlamak yerine kendi samimiyetsizlikleriyle yüzleşsinler.  

(13/10/2014 Jiyan)

7 Ekim 2014 Salı

KOBANE, ÇAKALLAR VE SIRTLANLAR

Üç haftadır dünyanın gözü kulağı Türkiye-Suriye sınırının 1 km ötesindeki bir şehre kilitlendi.  Bölgede terör estiren, binlerce insanı katleden caniler çetesi DAEŞ'e (nam-ı diğer İŞİD veya İD) karşı kadın-erkek, genç-yaşlı mücadele veren kendi küçük, direnişi dev bir şehir: Kobane. 

Kobane tam 23 gündür, gece-gündüz direniyor. Bütün savaş kuramlarını alt üst ederek, sayı ve cephane olarak kendinden çok üstün bir güce karşı amansız bir mücadele veriyor. Kobane direnirken, Türkiye izliyor.  Kobane direnirken çakalların, sırtlanların yüzlerindeki insanlık maskeleri düşüyor. 

DAEŞ'in üç ay boyunca rehin tuttuğu rehinelerin salıverilmesiyle, uluslararası koalisyona katılmamak için gerekçesi kalmayan AKP hükümeti, türlü yuvarlak sözlerle koalisyona destek vereceğini beyan etmek zorunda kaldı. Sözde bu amaçla meclise ucu açık bir tezkere sunarak, Suriye'ye olası bir askeri müdahalenin yolu açılınca, AKP hükümeti ve Cumhurbaş(ba)kanı Erdoğan, koalisyona destek sözlerinin etrafında dans etmeye başladılar ve üç şart öne sürdüler: Suriye'de güvenlikli alanlar kurulacak, uçuşa yasak bölgeler oluşturulacak, Suriye'deki ılımlı muhalefete (hani şu geçtiğimiz hafta okul bombalayarak 42'si çocuk 45 kişiyi öldüren "ılımlı" muhalefet) silah desteği yapılacak.  Tamamı Suriye'ye yönelik bu şartlar öne sürülerek, acil yardıma ihtiyacı olan Kobane'ye müdahale etmemek için adeta ipe un serildi. Başbakanımsı Davutoğlu, CNN ekranlarında bu insanlık dışı hamleyi "entegre strateji" olarak tanımlarken yüzü kızarmadı.

Görülen o ki, bir yandan "Kobaneliler kardeşlerimizdir" derken, bir yandan kötü akılları ve sığ vicdanlarıyla yaptıkları küçük hesaplarla, "bir taşla iki kuş" vurma hevesine kapılanlar, DAEŞ'in Kobane'yi ele geçirmesine ve buradaki yüzbinlerce Kürt vatandaşı katletmesine göz yumarak, önce Türkiye sınırındaki Kürt devleti "tehdidi"nden kurtulmayı, ardından da DAEŞ bahanesiyle Suriye'ye müdahale ederek, Esad'ı devirmeyi umuyorlar. 

AKP hükümetinin ve yandaşlarının çakallıkları mide bulandırıcı olsa da şaşırtıcı değil. Kendinden olmayana tahammülü olmayan iktidarın, eline geçen ilk fırsatta Kürt halkına ve eşitlik mücadelesine darbe vurması bekleniyordu.  Onlar yüreklerinin karalığını, Gezi'de gösterdiler. Kötülükleri, sokak arasında dövülerek öldürülen 19 yasındaki bir gence üzülmediklerini gururla söyleyecek kadar dipsiz. AKP iktidarı süresince güçlenen radikal İslamcı kesimin DAEŞ sempatizanlığı da sürpriz değil. Din adına can almayı hak görenleri anlayamasak da tanıyoruz ve maalesef giderek artan varlıklarından haberdarız.

Asıl dehşet verici olan, yıllardır ezbere aldıkları "Türkiye'de Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır" söylemiyle et-tırnak klişelerini bol keseden dağıtırken, içlerinden "en iyi Kürt ölü Kürt" nakaratıyla tempo tutarak, bu vahşeti keyifle izleyen laik, demokrat görünümlü gizli faşistler.  Kobane'de insanlar yaşam mücadelesi verirken, ellerini oğuşturarak "yesinler birbirlerini" diyen sırtlanlar.  Sırf Kürt oldukları için onbinlerce insanın öldürülmesinde bir beis görmeyen, hatta vatana millete hayırlı olacağını düşünen sözde vatanseverler.  Demokrasiyi dillerine pelesenk ettikleri halde, kendilerinden olmayanın yaşam hakkına saygı duymayarak, aslında mücadele ettikleri AKP ve RTE zihniyetinin bire bir kopyası olduklarını bile görmekten aciz aymazlar sürüsü.  Asıl vahim olan, zulüme karşı koymadan önce mazlumun kimliğini sorgulayan çifte standartçılar, düşmanının düşmanının dostu olmadığını göremeyecek kadar kör olan çakma solcular.


Diyorlar ki devlet duygusal ve insancıl davranmaz, çıkarlarını korumakla mükelleftir ve bir Kürt devletinin sınır komşumuz olması Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarına aykırıdır. Bilmezler mi bu topraklar yıllardır o çıkarlar adına kana bulanmakta?  Toplu mezarlar, asit kuyuları, işkenceler, idamlar, infazlar, faili "meşru" cinayetler hep devletin çıkarları adına değil miydi?  Kürt halkı o çıkarlar adına yıllarca şiddet ve baskıya maruz kaldı.  Ve devletin çıkarları adına uygulanan politikaların yarattığı PKK ile bitmeyen savaşı, 40 bin can aldı.  Bugün aynı devlet, çıkarlarını korumak ve ayıbını örtmek için Kürt halkının Türkiye'de, Kürt kimliğinden vaz geçmeden, eşit olarak yaşama talebini bölücülük olarak tanımlıyor. Tıpkı Gezi'yi terör eylemi olarak tanımladığı gibi. Ve "bağzı" kesimler, Gezi'nin penguen medyasını cok çabuk unutarak, yine devletin çıkarları doğrultusunda propaganda yapan aynı medyadan duydukları yalanlara inanmayı sürdürüyor. Oysa Türkiye halklarının çıkarlarına karşı esas tehdit, Kobane'nin düşmesi ve sadece Irak ve Suriye'yi değil, bütün İslam dünyasını  ele geçirmeyi hedefleyen DAEŞ'in sınırlarımıza yerleşmesi.  Dünyanın öbür ucundaki devletler tarafından bile büyük bir tehlike olarak görülen DAEŞ'e bu noktadan sonra destek vermek şöyle dursun, göz yummak bile her açıdan felaketle sonuçlanır. 

Bir parantez açalım: Kobane düşerse Kürt mücadelesinin biteceğini sananlar da boşuna heveslenmesin. Kobane düşse bile, Kobane halkının son derece kısıtlı silah ve mühimmatla, çok daha güçlü olan DAEŞ'e karşı direnişi bir sembol olarak, Kürt halkının mücadelesini körükleyecek.  Kobane direnir ve DAEŞ'i bir şekilde geri püskürtürse, ve bunu Türkiye'nin yardımı olmadan yaparsa, Kürt mücadelesi büyük itibar kazanacak, Türkiye'nin zaten perişan halde olan itibarı ise tamamen yerle yeksan olacak.  Her durumda, DAEŞ'in Kobane'ye saldırısına kayıtsız kalmak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, ama çok daha önemlisi, Türkiye halklarının çıkarlarına büyük zarar verecek.  Türkiye'nin yapması gereken, Şark kurnazlığını bırakıp, iş işten geçmeden doğru tarafta yer almak ve DAEŞ çetesine karşı Kobane'ye destek olmaktır.

(10/07/2014 Jiyan)