11 Aralık 2014 Perşembe

SIRP DEĞİL ERKEK. TÜRK DEĞİL, KADIN.

22 yaşında bir kadın. Ponponlu şapkasıyla poz vermiş kameraya. Işıklar var gözlerinde. 22 yaşın umutları, hayalleri var. Yarım kaldı hepsi. 23. doğumgününde gözlerindeki ışık söndü Tuğçe’nin. Bir restoranda iki genç kızı taciz eden erkeklere engel olduğu için, o erkeklerden biri tarafından dövülerek öldürüldü.
Dünya, Tuğçe Albayrak’ı, erkek şiddetine karşı çıktığı için öldürülen kocaman yürekli kadın olarak tanıdı. Türkiye medyasında ise, Tuğçe’nin Türk, yardım ettiği kadınların Alman, tacizci katilin Sırp olduğunun altı çizildi kalın kalın. Çünkü 2013’te erkeklerin 167 kadına tecavüz ettiği Türkiye’de bir erkeğin bir kadını taciz veya darp etmesi, hatta öldürmesi, ancak leş gibi ırkçılık kokan bir manşetle haber değeri kazanır. Oysa olaya dahil olan kişilerin milliyetleri, haberin en önemsiz ayrıntısı. O adamlar, o kadınları Alman oldukları icin değil, kadın oldukları için taciz ettiler. Tuğçe o adamlara Sırp oldukları icin değil, kadınları taciz ettikleri için karşı durdu. Ve o adam Tuğçe’yi Türk olduğu için değil, kadın haliyle, bir erkeğin kadın bedeni üzerinde hak iddia etmesine engel olduğu için öldürdü. Tuğçe’nin Almanya’da doğup büyüdüğü konusuna girmiyorum bile. Fakat bütün bunlar, ırkçı kesimin, erkek şiddetini kınama bahanesiyle, içlerindeki nefreti kusmalarına engel olmadı. İnsanların güvenilir olduğunu ispat etmek için tüm dünyayı otostopla gezen “barış gelini” Pippa’ya tecavüz edip öldüren erkeğin Türk olmasından gocunmayanlar, Tuğçe’yi öldüren erkeğin Sırp olmasından yola çıkarak, sosyal medyada, haber altı yorumlarda, ve bilimum “sözlük” sitelerinde, Sırplar’ın yedi ceddine küfredip, ne kadar “iğrenç bir millet” olduklarını örneklerle anlattılar. Önceki hafta Türkiye’de öldürülen Sırp taraftar için “Oh olsun!” deme fırsatını da kaçırmadılar elbette. Aslında öfkeleri erkek şiddetine değil, bir “gavurun” bir Türk kadınını öldürmesine. Çünkü bizim kadınlarımızı ancak bizim erkeklerimiz döver, bizim erkeklerimiz öldürür. Tuğçe, “vatan” toprağında, “yerli malı” şiddet kurbanı olsaydı, Kasım ayında Türkiye’de erkeklerin öldürdüğü 28 kadından biri olur, ancak iç sayfalarda, o da belki, küçük puntolarla yazılırdı haberi. Çünkü 2013’te erkeklerin 214 kadını öldürdüğü Türkiye’de din, töre ve devlet politikaları sayesinde, erkek şiddeti normal ve meşrudur.
Tuğçe’nin acı haberlerini okuduğumuz sıralarda, bir başka erkek şiddeti haberi daha manşet oldu Türkiye’de. İddiaya göre genç bir kadın, kocası tarafından darp edilmesi sonucunda komaya girmiş, felç geçirmişti. Neredeyse tüm gazeteler ve televizyonlar, şiddet kurbanı Kübra’nın beş dil bildiğini başlık yaparak verdiler haberi. Çünkü 2013’te (rapor edilen) aile içi şiddet oranının %40 olduğu Türkiye’de, bir erkeğin eşini döverek komaya sokması yetmez haber olmaya. Kadın beş dil bilecek ki, manşet olsun. Sözüm ona, kadının iyi eğitimli olmasına rağmen şiddet görmesini haber yapıyorlar. Oysa erkek şiddeti, kadının (ya da erkeğin) eğitiminden çok, şiddetin toplumda ne kadar normalleştiğiyle ilintili. Ve tüm algı yönetimlerinde olduğu gibi, şiddetin normalleştirilmesinde de en büyük pay medyanın. Gazete sıfatıyla yayınlanan paçavraların, kocası tarafından darp edilen bir kadının yerde baygın yatan fotoğrafını “Nakavt!” başlığıyla yayınladığı, eşini 43 yerinden bıçaklayan, ya da iki eşini öldürüp, üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan erkeklerin canlı yayında kadın sunucular tarafından sempatikleştirilip alkışlatıldığı ülkede, kocası tarafından gırtlağı sıkılan ya da tartaklanan kadınlar, yaşadıkları olayın “şiddet” olduğunun bile ayırdında değiller. Çünkü 2013’te erkeklerin 783 kadına şiddet uyguladıkları Türkiye’de, “şiddet eşiği” gelişmiş ülkelere göre çok yüksek ve giderek yükseliyor. Yani, pek çok gelişmiş ülkede “şiddet” olarak tanımlanan eylemler, Türkiye’de, özellikle aile içinde, olağan tatsızlıklar olarak, rapor edilmeden geçiştiriliyor, “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek hallediliyor. Kocası tarafından dövülen kadınlar, aile, eş-dost, hatta sığındıkları karakoldaki polisler tarafından, şikayetçi olmayıp kocalarıyla barışmaya ikna ediliyor. Evlilik içi tecavüz zaten kavram olarak bile yok. Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nı Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanlığı’na çevirerek, kadını ancak ailenin bir parçası olarak tanıdığını açıkça belirten, bekar kadınlara başlarının çaresine bakmaları mesajını veren devlet, evli kadınları da kocalarının şiddetinden korumaya yanaşmıyor. Aile birliğini korumak adına, kadının yerini kocasının yanı olarak belirliyor ve “ölüm bizi ayırana dek” sözünün tutulmasında ısrar ediyor. Ölüm kocanın elinden gelse bile.
Tüm otoriter yönetimler gibi, öncelikle ve en çok kadını sömürmeye odaklanan mevcut iktidar, erkek egemen kültürün son 30 yılda göstermelik uygarlık ve demokrasi gereği kadına vermek zorunda kaldığı hakları geri alıyor, yaşam alanını daraltıyor, erkeğin fıtrattan kelli üstünlüğünü devletin en tepesinden haykırarak resmileştirmeye çalışıyor. Bilinçli ve sistematik bir algı mühendisliğiyle, kadını sindirmek amacıyla, erkek şiddetini normalleştirmek için en güçlü silahı olan medyayı kullanıyor. Hafife alınacak, “densizlik” deyip geçilecek bir durum değil bu. Medya tecavüze, dayağa, cinayete çanak tutuyor. Erkek şiddetini haber yapmak yerine, içinden cımbızlayarak aldıkları alakasız ayrıntıları ırkçılık sosuna bandırarak manşet atanların, şiddetin sorumluluğunu erkeğin üzerinden alıp kadına yükleyerek sunanların, kadınlara atılan her tokatta, vurulan her bıçak darbesinde, sıkılan her kurşunda parmak izleri var. Mahkemede yargılanmayacaklar belki, fakat ahlak ve vicdan muhakemesinde suçları kesin. Cezaları müebbet olmalı.
(12/02/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder