29 Nisan 2014 Salı

YASADIŞI YASAKLAR

Türkiye'de devlet halk için değil, halkın üzerinde, halka karşı oldu hep.  Devlet Baba ya... Vurduğu yerde gül biter.  Her şeyin en iyisini o bilir.  Hangi ölünün ardından yas tutulup, hangisine "vatan sağ olsun" hangisine "oh olsun" deneceğine o karar verir. Dün elleriyle öldürdüğüne bugün anıt mezar dikerken, dünün kahramanlarını bugün bir kalemde vatan haini ilan eder.  Devlet Baba dover de, sever de.

AKP iktidarı ile başlamadı bu gelenek.  Biz hiç bir zaman tam anlamıyla demokratik bir ülke olmadık zaten. Darbe anayasalarıyla demokrasi taklidi yaptığımız dönemlerde, asker postalının sesi rejimin değişmez fon müziğiydi. Ancak, Erdoğan ve AKP iktidarı ile devlet gücü ve baskısı el değiştirdi.  Referandum sonrası anayasa değişiklikleriyle kuvvetler ayrılığını yok eden RTE, vesayeti askerden devralmakla kalmadi, sınırlarını da genişletti.  Adeta tek kişilik devlet olmayı hedefliyor Erdoğan. Tamamen kendine bağladığı devlet gücünü hayatımızın her alanına müdahale etmek, kendi mezhebine uymayan düşünceyi ve yaşam tarzını yok etmek için kullanıyor.  Medyada, universitelerde, orduda, STK'larda, sanat, spor ve iş dünyasında kendisine muhalif olan herkese savaş açıyor; birkaç yüz insanı ezerek milyonlara ibretlik çıkartıyor.  Devlet baskısıyla yasaklayamadığını mahalle baskısıyla ayıplatıyor. Ötekileştirdiklerini hep bir şekilde kendilerini savunmaya, hatta gizlenmeye zorluyor. Böylece yasadışı yasaklarını meşrulaştırmak istiyor. 

13 yaşında kızların gerdeğe sokulmasına ses etmeyip, yetişkin gençlerin kızlı-erkekli aynı evde kalmalarına atarlanırken RTE'nin amacı buna engel olmak değil, kızlı-erkekli yaşamın ayıplığını toplum bilincine kodlamaktı.  Bu şekilde yaşayan gençler gizlenerek, anne-babaları da "onlar birlikte ders çalışıyorlar" diye çocuklarını savunarak, bu kodlamayı onaylamış oldular. "Sevişiyorsak sana ne?" diyen az sayıda genç ve onlara destek olan aileleri, Başbakan'ın çok canını sıktılar.  Beyoğlu'nda sokaktaki masaların kaldırılması, içkili restoranlarda ailelerin çoluk çocuk fişlenmesi, AKP'li belediyelere ait turistik mekanlarda Türk müşterilere içki servisi yapılmaması insanlara alkolü bıraktırmak için değil, içki içenlerin gizlenmelerini, evlerine kapanmalarını sağlamak içindi.  İçkilerini koyu renk bardaklarda içmeye başlayanlar Basbakan'a zafer sarhoşluğu yaşattıysa da, baĞzı mekanlardan koro halinde yükselen "Şerefine Tayyip" şarkısı akşamdan kalma kıvamında başını ağrıttı.  Berkin'in elinde sapan olduğu ve direnişe gittiği söylenirken, alttan verilen "devlete direnenin katli vaciptir" mesajıydı.  Vicdanlı vatandaşlar kara kaşlı çocuğun ekmek almaya gittiğini ispata çalışırken, devletin sapanın arkasına saklanarak cinayet işlemesine yol verdiklerini fark etmediler.  RTE'nin ince ayar mesajını  kaale almayıp, cinayet emrini verene "Katil!" diye haykıranlar, devletin kara listesinde üst sıralarda yerlerini aldılar. 

1 Mayıs'ın Taksim'de kutlanmasını yasaklayarak aynı taktiği uyguluyor Erdoğan. "Taksim'i unutun" diyor.  Biz ise, Başbakan'ın anayasal haklarımızı ihlal ettiğini es geçerek, neden Taksim'de olmamız gerektiğini açıklamaya çalışıyoruz. 1977'de devletin katlettiği canları, dökülen kanı, katlanarak büyüyen acıları hatırlatıyoruz. Söylediklerimizin hiç biri yanlış değil.  Yanlış olan devletin koruması gereken anayasal hakkımızı, devlete karşı savunmak zorunda bırakılmamız. Biz kendimizi açıklamaya çalıştıkça, Başbakan'ın anayasaya aykırı, keyfe keder yasakları perçinleniyor. 

Oysa RTE'nin meselesi ne Taksim, ne 1 Mayıs. Onun derdi, kafamıza vura vura dersimizi ezberletmek. Neye, ne zaman, nerede, nasıl sevinip üzüleceğimize devletin, yani kendisinin karar vereceğini iyice bellememizi istiyor. Onun izni olmadan Berkin'e üzüldüğümüz için sevmiyor bizi. Ermeni halkının acısını paylaşmak, ölülerine rahmet okumak için 24 Nisan konuşmasını beklemedik diye öfkeli. Devlet Baba dersini bir türlü öğrenmediğimiz için, önümüze konanı doğru belleyeceğimize ötesini berisini kurcaladığımız, daha iyi, daha doğru, daha güzel bir yaşama inandığımız için azarlıyor bizi.  


"Bu şımarık ruh hali artık son bulmalıdır" diyor RTE.  Doğrudur.  Halkın %57'sine her gün fırça çeken, kendisi gibi düşünmeyeni terörist, ateist ilan edip hedef gösteren, AYM kararına saygı duymayan, başbakan olmayı "asarsın da, kesersin de" zihniyetine indirgeyen, halkın anayasal hakkını kullanma talebine "şımarıklık" diyen bu şımarık ruh hali son bulmalıdır. Bu yüzden "Neden Taksim?" sorusuna verilecek onlarca haklı cevap bir yana bırakılıp "Neden yasak?" sorusu her mercide, en yüksek sesle sorulmalıdır.  

(29/04/2014 Posta 212)

22 Nisan 2014 Salı

KENDİNE MÜSLÜMAN, KENDİNE DEMOKRAT

Bundan bir kaç ay önce, Başbakan ve avanesinin yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkınca, hükümet cephesinden cevap koro halinde geldi: Abdestimizden de şüphemiz yok, namazimizdan da. Laik bir hukuk devletinde yolsuzluk soruşturmasına hükümet nezdinde abdest, namaz, din, iman argümanlarıyla yanıt verildi. Yetmedi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 15 maddelik basın açıklamasıyla mahremiyetin ihlalinin dini ve milli varlığımızı tehlikeye sokacağı hatırlatıldı. Başbakan, adeti olduğu üzere, bir kez daha Müslümanlık zırhının arkasına saklandı.

Müslümanlığı kendi çıkarları için bonkörce kullanirken, başkalarına karşı son derece cimri Basbakan. Islam'ın gerektirdiği hoşgörü, kucaklama, yaradılanı yaradandan ötürü sevme gibi temaları nefret dolu miting konuşmalarında kenar süsü olarak kullanan Erdoğan, takdirin Allah'ın olduğunu es geçerek ODTÜ'lü öğrencileri ateist ilan etmekte veya savaş açtığı Gülen cemaatinin Müslümanlığı'nı külliyen reddetmekte bir beis görmüyor. Dini tekeline alıyor, ve "kendine Müslüman" deyimine yeni bir anlam getiriyor. 

Hiç heveslenmeyin. Bu bir vurun abalıya yazısı değil. Aksine, iğneyi kendimize batırma yazısı. Zira biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Demokrasi, adalet ve özgürlük diyoruz. Sandıkta birleşemeyen AKP muhalifi %57'nin büyük çoğunluğu olarak, bu taleplerde birleşmiş görünüyoruz. Oysa içimizdeki her farklı kesimin demokrasi, adalet ve özgürlük anlayışı kendine göre ve kendi için. Uygar toplumların vazgeçilmezi olan bu kavramları kendimize pek yakıştırırken, toplumun diğer kesimlerinde görünce rahatsız oluyoruz.

Demokrasinin sen, ben, bizim oğlan için değil, ya hepimiz ya hiç birimiz için olduğunu dile getirsek bile, uygulamaya koyarken "ama" ile başlayan cümleler kuruyoruz. Gezi'de ölenlere "demokrasi şehidi" derken, Lice'li Medeni'yi ama'ların ardına atıyoruz. Antidemokratik sansür uygulamalarına baş kaldırırken, iktidar şakşakçısı Yavuz Baydar'ın sansürlenmesine sevinmenin aslında sansürü desteklemek olduğunu göz ardı ediyoruz.  

Adalet için sokaklara dökülüyoruz, ama adaletin tecelli edebilmesi için en azılı katilin, en sefil suçlunun bile adil yargılanma hakkı olduğunu anlamak istemiyoruz. Veli Küçük gibi zalimler, Kerinçsiz gibi faşistler, Alparslan Arslan gibi katiller mahkum edilsin diye, sahteliği kanıtlanmış delillere, düzmece mahkemelere sessiz kalır, hatta alkış tutarken, elimize tutuşturulan kağıttan intikam zaferini adalet feneri sanıyoruz. Aslında adaletin katlini meşrulaştırdığımızı fark etmiyoruz.

Özel ve genel hayatın her alanına müdahale eden iktidara isyan edip özgürlük istiyoruz, ama aynı özgürlüğü bizim gibi olmayanlara vermek istemiyoruz. Bir yandan "mini eteğime karışma," bir yandan "türbanlı rektör olmaz" diyoruz. Deniz Baykal'ın kasedinin ortaya çıkarılmasını kınıyoruz, ama Recep Tayyip'in seks kasedi çıksa da oyları azalsa diye ellerimizi ovuşturarak bekliyoruz. 1 Mayıs'ta Taksim'de gösteri yasağı koyan, stadyumdaki tezahurata ceza kesen, twitter'i kapatan faşist zihniyete direniyoruz, ama onlarca senedir köyünün içinde özgürce gezemeyen, bırakın dünyayla irtibatı, ana dilinde konuşmasına bile izin verilmeyen halkın devlete direnmesini anlayamıyoruz.

Ötekinin acısını ötekileştirilince bir nebze tatmış olsak da, solcusu, sağcısı, ülkücüsü... Her birimiz hala sadece kendi hak ve özgürlüklerimizin derdindeyiz. Bize yapılan yanlışı, biz yapınca doğru belliyoruz. Iyi ihtimalle ucu kendimize dokunmayana kör, sağır, dilsiz oluyor; kötü ihtimalle kendi çıkarlarımız için başkasının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmeyi caiz görüyoruz. Çünkü Başbakan ne kadar kendine Müslümansa, biz de o kadar kendine demokratız.


Oysa demokrasi, adalet ve özgürlük ancak herkes için olursa anlam kazanırlar. Karşımızdakinin hakkını kendi hakkımız gibi savunmak zorundayız. Fikir özgürlüğümüzün muktedirin insafında değil, kanunların güvencesinde olması için, en karşı durduğumuz fikrin bile özgürce söylenebilmesini sağlamak zorundayız. Masum insanların ayarı kaçmış kantarla değil, adaletin hassas terazisiyle yargılanması için, en aşağılık suçlunun bile adil yargılanma hakkını savunmak zorundayız. Doğrudur; kendine muhaliflerin  var olma hakkını bile çok gören bir iktidarla mücadele ederken, bunları yapmak çok zor. Zorluğu bir yana, insanın kanına dokunuyor, gençlerimiz sokakta öldürülürken keyifle izleyenlerin hakkını savunma düşüncesi. Fakat mecburuz. Hıncımızı sağ duyumuzun gerisine çekip, hak ve özgürlüklerin sadece muktedir ve yandaşları için olduğu düzenin kısır döngüsünü bitirmeye mecburuz. Erdoğan'ın tek adam rejiminin en kısa zamanda değişmesi  elzem, ancak yeterli değil.  İş RTE'nin gitmesiyle bitmiyor.  Asıl ondan sonrası önemli.  Adaletin herkese eşit işlediği, insanların din, dil, ırk, cinsiyet, ve benzeri farklar olmaksızın özgürce yaşayabildikleri, gerçek bir demokrasi olmadıkça, aynı sistem içinde RTE gider, yerine ABC, sonra XYZ gelir.  Ezenler, ezilenler sırayla rolleri değişir, arada birbirlerinden rol çalmak için kumpaslar, darbeler yaparlar. Çözüm mevcut sistemin yeni RTE'ler yaratmayacak şekilde değişmesi. Çok zor elbette; ama bir yerden başlamak zorundayız.  Yanlışların karşısında doğru durmak, zalimin karşısında iyi kalabilmek zorundayız. Gezi direnişiyle yakaladığımız, fakat unutayazdığımız "ya hep beraber, ya hiç birimiz" ruhunu tekrar yakalamak, ve demokrasiyi tam da bu ruhla, bir hoş sada olarak değil, ödün vermeyeceğimiz bir ilke olarak içimize sindirmek zorundayız.  Aksi takdirde kendine Müslümanlarla kendine demokratların ülkesinde hepimizi çok zor günler bekliyor.

((22/04/2014 Posta 212)

8 Nisan 2014 Salı

FİKRİ DAR, VİCDANI YOK, İRFANI SIĞ NESİLLER

Bundan 10 sene kadar önce, bir Türkiye ziyareti sırasında eski bir dostla bir araya gelmiştik.  Konu, çoğu Türk muhabbetinde olduğu gibi, dönüp dolaşıp politikaya geldi. Ben henüz iki senelik olan AKP hükümeti konusundaki endişelerimi dile getirdiğimde, müstehzi bir gülümsemeyle "durum dışardan göründüğü gibi değil, arkadaşım" dedi.  Yurt dışında yaşayan Turkler'in sıkça duydukları bir cümledir bu.  Türkçe meali "hariçten gazel okuyorsun" olmakla beraber, dostluk hatırına, yumuşatarak söylenir ve arkasından didaktik bir ses tonuyla, durumun aslında nasıl olduğu anlatılır.  O zamanlar henüz Basbakan'ın küçük oğlunun keskin zekasıyla müşerref olmadığımız için "Bilal'e anlatır gibi anlat panpa" diyemedim, ama işte aynen öyle, tane tane, güzel güzel, anlattı bana arkadaşım. Meğer ben uzakta olduğum için anlamıyormuşum.  Endişeli modernlerin çığırtkanlığına kanıyormuşum.  Bu adamlar çok iyi çalışıyorlarmış.  Ekonomi de düzelmiş.  Bunca sene "bizimkilerin" beceremediği bir sürü işi iki senede becermişler bile.  Artık bu İslam fobisinden kurtulmak lazımmış.  Kemalist saplantıları bir yana bırakıp bunlara bir şans vermeliymişiz.  Hem neden bu kadar korkuyormuşuz ki?  Türkiye İran olmazmış, merak etmeyeymişim.   

Türkiye'nin İran'a, ya da şeriat ile yönetilen başka bir İslam ülkesine döneceğini hiç bir zaman düşünmedim.  Aksine, ülkemizdeki Müslümanlık anlayışının ve siyasi kültürün hiç bir İslam ülkesiyle benzeşmediğini savundum hep. Benim AKP ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında başından beri en büyük endişem, kutuplaştırıcı politikaları ve giderek sertleşen nefret dolu söylemleriydi.  Koşulsuz ve sınırsız bir nefretle yoğuruldukça, toplum olarak önce sağduyumuzu, sonra da vicdanımızı kaybedeceğimizden korktum hep. Bugün geldiğimiz noktaya baktığımda, ne yazık ki endişelerimde haklı olduğumu görüyorum. 

Erdoğan'ın 12 yıldır bilinçli olarak sürdürdüğü ötekileştirme kampanyası başarılı oldu. Kendine karşı olan herkese savaş ilan etti RTE.  Gücünün yettiğini sansürledi, tehdit etti, kovdurdu, hapsettirdi.  Elinin uzanamadığını "marjinal, ateist, terörist" diyerek hedef gösterdi. Yetmedi, emir verdi polislerine.  Gazlattı, coplattı, dövdürttü, öldürttü. Özgürce ve insanca yaşamak isteyen barışçıl insanlardan, hınç ve öfke dolu bir kalabalık yarattı. Direnişin içinde başlangıçtaki birleştirici havayı unutarak bu öfkeye yenilenler oldu. Alemi faşizme karşı omuz omuza mücadele etmeye çağırırken, giderek faşistleştiğini fark etmeyen; kendi için istediği adaleti karşısındaki bulamayınca mutlanan; zulme isyan etmeden önce mazlumun kim olduğunu soran bir grup oluştu. 

Öte yandan, kendi tabanına damardan verdiği nefretin dozunu her geçen gün artırdı. Evladını kaybetmiş bir anneyi meydanlarda yuhalayan; el kadar çocukların öldürülmesini mazur gösteren ve hatta alkışlayan; linç çetelerini, katil polisleri, palalı manyakları bağrına basıp kahraman ilan eden bir güruh oluşturdu.  Yetim hakkından çalınan, rüşvetle elde edilen milyonlarca doları hoşgörüp, baklava çalan çocuğun 7 yıl hapis yatmasına adalet diyen; dindar geçinenlerin Kuran'la dalga geçmesine, dini adeta tekeline alanların da onlara sahip çıkmasına sessiz kalırken, özgürce yaşamak isteyenlere "ateist" diye saldıran bir tabanı var artık AKP'nin.  Üç buçuk yaşındaki bebenin cansız bedeni üzerinden öteki bildiğine kin kusan; başkasının acısından zevk çıkaran; hedef gösterilen herkesten ve herşeyden düşünmeden, sorgulamadan, utanmadan, acımadan, kayıtsız, şartsız, ilkesiz, nedensiz nefret eden "dindar ve kindar" nesiller yetiştirdi.  Fikri dar, vicdanı yok, irfanı sığ nesiller.  A la RTE.

Tayyip Erdoğan'ın gidişi yakındır kanımca.  Nasıl olacağı bir başka yazının konusu.  Ancak yarattığı vicdan erozyonu, Erdoğan'in gidişiyle sona ermeyecek, çünkü bu çirkinlik, bu yürek karalığı maalesef çocuklarımıza da bulaştı.  El kadar bebeler arkadaşlarını annelerinin başlarının açık mı kapalı mı olduğuna göre seçer oldular. Saklambaç oynarken sobelenmekten öte kaygısı olmaması gereken cocuklar, biber gazından kaçmayı, polisten saklanmayı, Toma'nın suyuna yakalanmamayı öğrendiler.  "Anne, ben başbakandan çok korkuyorum, o çocukları öldürüyormuş," dedi beş yaşındaki Kuzey annesine.  İki sokak otede, Mahir ise babasından Kabataş'ta, annesi gibi başörtülü bir ablaya saldıran maskeli adamları bulup bi güzel dövmesini istedi. Karşı apartmanda Deniz yalvardı annesine "Anne, nasil olsa seçim bitti artık.  N'olur bugün hiç televizyonu açmayalım, sadece oyun oynayalım."  Bu yaşanan ciddi bir sosyal travmadır ve Recep Tayyip Erdoğan'ın Turkiye'ye verdiği pek çok zarar içinde belki de en büyüğü ve en kalıcısıdır. 12 Eylül travması, dönemin yetişkinlerinden sonraki iki nesle de sirayet etmiş, zehirin vücuttan atılması 20 seneyi bulmuştu. Dijital çağın çocukları her konuda bizden hızlılar.  Umalım ki bu dönemden miras aldıkları korku, nefret, ve kinden de hızlıca arınsınlar.  Onlardan ümitliyim de, biz RTE'yi gönderdikten sonra aramızdaki kutuplaşmayı nasıl çözeriz, uçurumları nasıl aşarız?  Orası biraz karışık.  

(08/04/2014 Posta 212)

1 Nisan 2014 Salı

“SABAHIN BİR SAHİBİ VAR”

30 Mart gecesi Türkiye'nin en uzun gecesi olarak geçecek tarihe. Secim yasaklarının sona ermesiyle başlayan ve sandıklardan gelen haberlerle giderek koyulaşan karanlik, gece yarisi Recep Tayyip Erdoğan'ın öfke ve nefret dolu balkon konuşmasıyla ülkeyi zifire boğdu. Basbakan'ın muhaliflere savurduğu tehditler ve ettiği intikam yemini, Turkiye'nin üzerine çöken gecenin, ertesi sabah güneşin doğmasıyla bitmeyeceğini açıkça gösterdi. 

2014 yerel seçimlerinin sonuçları, AKP hükümetinin giderek faşistleşen uygulamalarına karşı direnen ve demokrasi mücadelesi veren kesim için şok oldu. Kendimi de içinde kabul ettigim, sayilari azımsanamayacak bu insanlar büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde olan bitene anlam vermeye ve/veya bir suçlu bulmaya çalışıyor. Kimi bunca hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık ortaya dökülmüşken hala AKP'ye oy veren %45'e kızıyor. "Celladına aşık olmuşsa bir millet..." alıntısı tekrarlanıyor sosyal medyada.  Kimi direnişe küsüyor. Ortamlarda "Benden bu kadar, pes ediyorum" muhabbetleri yapılıyor. AKPye karşı birleşme çağrısına uymayarak oyları bölenlere karşı öfke büyük. Özellikle Istanbul'da Sırrı Süreyya Önder'in kulakları çınlatılıyor. 
Muhalefete kızanlar da çok. Süreci iyi yönetememekle suçluyorlar Kılıçdaroğlu'nu. Bir grup da sırtını cemaat desteğine dayayıp, yolsuzluk tape'lerinden başka bir strateji üretmediğini söylüyor. Kimin istifa etmesi gerektiği hakkında tartışmalar yapılıyor sokakta, televizyonda, ve Twitter'in Türkiye'de hala yasak olan dünyasında. Bir de seçim sonuçlarında usulsüzlük olduğuna inananlar var. 40 ilde birden yaşanan elektrik kesintilerini, çöpten çıkan oyların resimlerini, sandıklardan gelen korkunç hikayeleri paylaşıyorlar.  İtiraz edilen illerde sonuçların değişeceğine dair umutlarını korumak için birbirlerinden destek arıyorlar.  Hepsinin ortak noktası mutsuz olmaları.

Mutsuzuz. Göz göre göre işlenen suçlar cezasız kalırken, suçsuz insanların cezalandırılmasından; adına devasa saraylar yapılan adaletin, hükümet  yetkilileri ve yakınlarının çıkarları için ayaklar altında paspas edilmesinden mutsuzuz. Sırf kendisi gibi düşünmüyor, inanmıyor, yaşamıyoruz diye bizi ötekileştiren, öteleyen, hedef gösteren bir başbakanımız olduğu için mutsuzuz. Halkın bir kısmının acısı, diğerinin sevinci olduğu için, milletçe nefrete bulandığımız için mutsuzuz. Özel hayatımız, düşünce ve bireysel özgürlüklerimiz hükümetin İslamo-faşist politikalarına kurban edildiği için mutsuzuz. Gencecik insanlarımız sokak aralarında linç edildiği, çocuklarımız polis tarafından öldürüldüğü için, ama en çok bizi koruması ve kollaması gereken devlet, bizzat bu şiddetin uygulayıcısı olduğu için mutsuzuz.  Biz, Türkiye'nin Recep Tayyip Erdogan'a oy vermeyen %55'i çok mutsuzuz. Ama umutsuz değiliz.
Ne kadar uzun ve karanlık olursa olsun, her gecenin bir sabahı olduğunu biliyoruz. Bu uzun geceyi de sona erdirecek bir güneş vardır elbet.  O güneşi doğurmak elimizde.  Hayal kırıklığımızı ve öfkemizi soğutup, mücadeleye devam etmek zorundayız. Bugüne kadar ne olduğunu analiz etmemiz, ve bundan sonra ne olacağını planlamamız gerek. İkna siyasetinin tek başına yeterli olmadığını gördük.  Karşımızda sadece bir siyasi parti değil, devletin tüm imkanlarını kendi çıkarları için seferber etmekten çekinmeyen, gerektiği zaman hukuk ve demokrasi dışı yöntemler kullanmakta tereddüt etmeyen, ve bunu yaparken arkasına din sömürüsüyle kandırdığı milyonların desteğini alan faşist bir oluşum var. Buna karşı demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermek, ustelik de bunu yasal sınırlar çerçevesinde kalarak yapmak zorundayız.  Çok zor, ama kesinlikle imkansız değil. 


Bizim gücümüz kol kuvvetinde değil, insanımızın zekasında, birikiminde, ve tabii yüreğinde. Gezi'den beri haklı olarak gurur duyduğumuz orantısız zekayı bugüne kadar mizah alanında çok başarılı kullandık.  İyi de yaptık, çünkü mizah şiddetin çirkin yüzüne karşı gülerek direnme gücü verdi bize.  Simdi artık bu zekayı ve nitelikli insan gücünü mizahın ötesine taşıyarak ekonomi, siyaset, ve teknoloji başta olmak üzere her alanda stratejik ve sonuca yönelik hamleler yapma zamanı.  Planlı ve disiplinli uygulanacak bir ekonomik ambargo, veya hükümetin anti-demokratik uygulamalarını dünya nezdinde ifşa ederek uluslararası platformda sağlanacak destek şüphesiz ki etkili olacaktır. Ancak ilk ve en önemli hamle, mücadeleye devam etmeye karar vermektir.  Klişe tabirle uzun ve meşakkatli bir yol, ama sonsuz bir gecenin zifiri karanlığında boğulmak istemiyorsak, başka çaremiz yok.  Hırsızlığın, yolsuzluğun, ama en önemlisi vurulan, kırılan canların hesabını sormak için, insanca yaşamak için bu gecenin üzerine güneşi doğurmak, sabahın sahibi olmak zorundayız. "Sorarlar bir gün sorarlar."

(01/04/2014 Posta 212)