22 Nisan 2014 Salı

KENDİNE MÜSLÜMAN, KENDİNE DEMOKRAT

Bundan bir kaç ay önce, Başbakan ve avanesinin yolsuzluk iddiaları ayyuka çıkınca, hükümet cephesinden cevap koro halinde geldi: Abdestimizden de şüphemiz yok, namazimizdan da. Laik bir hukuk devletinde yolsuzluk soruşturmasına hükümet nezdinde abdest, namaz, din, iman argümanlarıyla yanıt verildi. Yetmedi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 15 maddelik basın açıklamasıyla mahremiyetin ihlalinin dini ve milli varlığımızı tehlikeye sokacağı hatırlatıldı. Başbakan, adeti olduğu üzere, bir kez daha Müslümanlık zırhının arkasına saklandı.

Müslümanlığı kendi çıkarları için bonkörce kullanirken, başkalarına karşı son derece cimri Basbakan. Islam'ın gerektirdiği hoşgörü, kucaklama, yaradılanı yaradandan ötürü sevme gibi temaları nefret dolu miting konuşmalarında kenar süsü olarak kullanan Erdoğan, takdirin Allah'ın olduğunu es geçerek ODTÜ'lü öğrencileri ateist ilan etmekte veya savaş açtığı Gülen cemaatinin Müslümanlığı'nı külliyen reddetmekte bir beis görmüyor. Dini tekeline alıyor, ve "kendine Müslüman" deyimine yeni bir anlam getiriyor. 

Hiç heveslenmeyin. Bu bir vurun abalıya yazısı değil. Aksine, iğneyi kendimize batırma yazısı. Zira biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Demokrasi, adalet ve özgürlük diyoruz. Sandıkta birleşemeyen AKP muhalifi %57'nin büyük çoğunluğu olarak, bu taleplerde birleşmiş görünüyoruz. Oysa içimizdeki her farklı kesimin demokrasi, adalet ve özgürlük anlayışı kendine göre ve kendi için. Uygar toplumların vazgeçilmezi olan bu kavramları kendimize pek yakıştırırken, toplumun diğer kesimlerinde görünce rahatsız oluyoruz.

Demokrasinin sen, ben, bizim oğlan için değil, ya hepimiz ya hiç birimiz için olduğunu dile getirsek bile, uygulamaya koyarken "ama" ile başlayan cümleler kuruyoruz. Gezi'de ölenlere "demokrasi şehidi" derken, Lice'li Medeni'yi ama'ların ardına atıyoruz. Antidemokratik sansür uygulamalarına baş kaldırırken, iktidar şakşakçısı Yavuz Baydar'ın sansürlenmesine sevinmenin aslında sansürü desteklemek olduğunu göz ardı ediyoruz.  

Adalet için sokaklara dökülüyoruz, ama adaletin tecelli edebilmesi için en azılı katilin, en sefil suçlunun bile adil yargılanma hakkı olduğunu anlamak istemiyoruz. Veli Küçük gibi zalimler, Kerinçsiz gibi faşistler, Alparslan Arslan gibi katiller mahkum edilsin diye, sahteliği kanıtlanmış delillere, düzmece mahkemelere sessiz kalır, hatta alkış tutarken, elimize tutuşturulan kağıttan intikam zaferini adalet feneri sanıyoruz. Aslında adaletin katlini meşrulaştırdığımızı fark etmiyoruz.

Özel ve genel hayatın her alanına müdahale eden iktidara isyan edip özgürlük istiyoruz, ama aynı özgürlüğü bizim gibi olmayanlara vermek istemiyoruz. Bir yandan "mini eteğime karışma," bir yandan "türbanlı rektör olmaz" diyoruz. Deniz Baykal'ın kasedinin ortaya çıkarılmasını kınıyoruz, ama Recep Tayyip'in seks kasedi çıksa da oyları azalsa diye ellerimizi ovuşturarak bekliyoruz. 1 Mayıs'ta Taksim'de gösteri yasağı koyan, stadyumdaki tezahurata ceza kesen, twitter'i kapatan faşist zihniyete direniyoruz, ama onlarca senedir köyünün içinde özgürce gezemeyen, bırakın dünyayla irtibatı, ana dilinde konuşmasına bile izin verilmeyen halkın devlete direnmesini anlayamıyoruz.

Ötekinin acısını ötekileştirilince bir nebze tatmış olsak da, solcusu, sağcısı, ülkücüsü... Her birimiz hala sadece kendi hak ve özgürlüklerimizin derdindeyiz. Bize yapılan yanlışı, biz yapınca doğru belliyoruz. Iyi ihtimalle ucu kendimize dokunmayana kör, sağır, dilsiz oluyor; kötü ihtimalle kendi çıkarlarımız için başkasının hak ve özgürlüklerine tecavüz etmeyi caiz görüyoruz. Çünkü Başbakan ne kadar kendine Müslümansa, biz de o kadar kendine demokratız.


Oysa demokrasi, adalet ve özgürlük ancak herkes için olursa anlam kazanırlar. Karşımızdakinin hakkını kendi hakkımız gibi savunmak zorundayız. Fikir özgürlüğümüzün muktedirin insafında değil, kanunların güvencesinde olması için, en karşı durduğumuz fikrin bile özgürce söylenebilmesini sağlamak zorundayız. Masum insanların ayarı kaçmış kantarla değil, adaletin hassas terazisiyle yargılanması için, en aşağılık suçlunun bile adil yargılanma hakkını savunmak zorundayız. Doğrudur; kendine muhaliflerin  var olma hakkını bile çok gören bir iktidarla mücadele ederken, bunları yapmak çok zor. Zorluğu bir yana, insanın kanına dokunuyor, gençlerimiz sokakta öldürülürken keyifle izleyenlerin hakkını savunma düşüncesi. Fakat mecburuz. Hıncımızı sağ duyumuzun gerisine çekip, hak ve özgürlüklerin sadece muktedir ve yandaşları için olduğu düzenin kısır döngüsünü bitirmeye mecburuz. Erdoğan'ın tek adam rejiminin en kısa zamanda değişmesi  elzem, ancak yeterli değil.  İş RTE'nin gitmesiyle bitmiyor.  Asıl ondan sonrası önemli.  Adaletin herkese eşit işlediği, insanların din, dil, ırk, cinsiyet, ve benzeri farklar olmaksızın özgürce yaşayabildikleri, gerçek bir demokrasi olmadıkça, aynı sistem içinde RTE gider, yerine ABC, sonra XYZ gelir.  Ezenler, ezilenler sırayla rolleri değişir, arada birbirlerinden rol çalmak için kumpaslar, darbeler yaparlar. Çözüm mevcut sistemin yeni RTE'ler yaratmayacak şekilde değişmesi. Çok zor elbette; ama bir yerden başlamak zorundayız.  Yanlışların karşısında doğru durmak, zalimin karşısında iyi kalabilmek zorundayız. Gezi direnişiyle yakaladığımız, fakat unutayazdığımız "ya hep beraber, ya hiç birimiz" ruhunu tekrar yakalamak, ve demokrasiyi tam da bu ruhla, bir hoş sada olarak değil, ödün vermeyeceğimiz bir ilke olarak içimize sindirmek zorundayız.  Aksi takdirde kendine Müslümanlarla kendine demokratların ülkesinde hepimizi çok zor günler bekliyor.

((22/04/2014 Posta 212)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder