21 Şubat 2015 Cumartesi

YAS DEĞİL İSYAN


Tarsus-Mersin otoyolunun tenha bir yerinde üç erkek, Özgecan’a tecavüz ettiler*. Defalarca bıçaklayarak öldürdüler. Bir dere yatağında üzerine benzin döküp yaktılar.  Çünkü onlar erkek, Özgecan ise kadındı.  Ve çünkü erkek egemen kültürün öğretisine göre, erkek, elinin uzanabildiği her kadının bedeni üzerinde hak sahibiydi.
Özgecan’ı katledenler, filmlerde gördüğümüz kana susamış psikopat seri katillerden değiller.  Bazı gazetelerin, alelacele aklama çabasıyla yazdıkları gibi geçirdikleri kazadan dolayı ağrı kesici haplara bağımlılık kazanmış, bu yüzden saldırganlaşmış kader kurbanları hiç değiller.  Bunlar her gün gördüğümüz, mahalleden aşina olduğumuz, hatta belki selamlaşıp iki kelam ettiğimiz, sıradan erkekler. Yeni Türkiye’deki kadın katliamının figüranları; normalleşen şiddetin, normalleşen failleri.
Öncelikle şunu belirtmek gerek: Kadına karşı şiddet ne AKP ile, ne Yeni Türkiye ile başladı. Kadın olmak hep çok zordu bu coğrafyada. Erkek egemen kültürün, kadınları din ve töre üzerine kurulmuş namus tornasında öğütmesi yeni değil. Türkiye kadınları nesiller boyu bedenlerinden utanmayı öğrenerek büyüdüler.  Bir kadının, sokakta, okulda, toplu taşıma araçlarında, ya da iş yerinde, eteği çok kısa, saçı çok sarı, yaka düğmesi çok açık, ruju çok kırmızı, pantolonu çok dar, gülüşü çok tahrikkar, ya da bir şekilde kadınlığı çok görünür olduğu için sözlü ya da fiziksel tacize uğrayabileceği ve bunun kendi suçu olduğu kazındı ezberlerine.  Cinselliklerinin kocalarına ait bir hazine, anneliğinse kutsal bir görev olduğu zihinlerine işlendi bazen nakış nakış, bazen tekme tokat.  Bütün bunlar AKP hükümetinden önce de vardı.
AKP kadına karşı şiddeti icat etmedi, ama var olan şiddeti normalleştirdi ve sistematik bir kadın katliamına dönüşmesini sağladı.  Sosyal, kültürel ya da ekonomik olmaktan çok, politik bir katliam.  AKP hükümeti, 13 senedir, kadına karşı şiddetin normalleşmesi için bilinçli bir politika uyguluyor. Bu politika doğrultusunda,  halen parti başkanı gibi hareket eden Cumhurbaşkanı’nın, hükümet mensuplarının, ve devlet görevlilerinin kadın karşıtı demeçleriyle algı yönetimi kullanılarak, kadının toplumdaki yeri şekillendiriliyor. Kadına karşı
şiddetin 12 senede %1400 artması, bu konudaki en somut gösterge olsa da, en az onun kadar vahim olan bir başka gerçek, şiddet eşiğinin yüksekliği. Pek çok ülkede taciz veya şiddet eylemi olarak nitelenen sözle ya da elle taciz, tartaklama, itme, tokatlama gibi olaylar, Türkiye’de rapor bile edilmiyor. Evlilik içi tecavüz yasalarda tanımlandığı halde, çoğu kadın böyle bir kavramdan habersiz, kocaları tarafından tecavüz edildiklerinin farkında değiller. Kadınların şikayetçi olduğu bazı durumlarda ise, polis veya savcı, kutsal aile birliğini korumak adına, kadını şiddet gördüğü eve dönmeye ikna ediyorlar.  Mahkemeler, boşanmayı zorlaştırırken, devlet korumasındaki kadınlar, adliye çıkışında, onlarca polisin önünde eşleri tarafından öldürülüyor. Öte yandan, taciz, tecavüz ve şiddet davalarında sanıklara akıl dışı ceza indirimleri veriliyor. Başörtülü bacılar dışındaki kadınlara karşı şiddet adeta teşvik ediliyor. Amaç, giderek artan ve normalleşen şiddet karşısında kadını çaresiz bırakıp, ardından koruma bahanesiyle, pembe otobüsler gibi, toplumdan tecrit eden uygulamalarla, sokaktan ve iş hayatından çekilmesini saglamak, yaşam alanını mutfak ve yatak odasıyla sınırlamak.
AKP, kadın katliamının mimarı olabilir, ama tek sorumlusu değil. Öncelikle, kadına karşı şiddetle aktif olarak mücadele etmeyen tüm erkekler ortak bu katliama.  Hiç itiraz etmeyin, beyler! Özgecan’ın ve her sene Türkiye’de erkeklerin öldürdüğü yüzlerce kadının kanı var her birinizin ellerinde. Katil olmak için bıçağı tutmak, tetiği çekmek gerekmiyor. Yalnız başına tenha bir sokakta tedirgin yürürken taciz ettiğiniz her kadın bir Özgecan’dır.  Açık giyindiği için “yollu” dediğiniz her kadın bir Hasret, bir erkekle konuştuğu için hırpaladığınız kızkardeşlerin her biri bir Güldünya’dır. Birlikte olduğu kadınları böbürlenerek anlatan kankanızı keyifle dinlediğinizde, bir kadının yüzünde patlayan tokatta elinizin izi kalır.  Kadınları aşağılayan şakalara gülerken, bir tecavüzcünün sırtını sıvazlarsınız. Sizin şiddet uygulamamanız yetmez. Sessiz kaldıkça, ve dahi somut bir şekilde karşı çıkmadıkça suça ortaksınız. Evet, hepinizi itham ediyorum. Rahatsız mı oldunuz?  Pek güzel. Kurulduğunuz koltuklardan doğrulun biraz.  Erkeklerin kadınlara karşı uyguladığı şiddetin bir “kadın sorunu” olmadığını fark edin. Şiddetin öznesi olduğunuzu, bu yüzden erkek bilincini ve davranışını değiştirmekte birincil derecede sorumlu olduğunuzu kabul edin. Erkek olmak yetmez beyler, adam olun ve kadınların yanında, kadın düşmanı hemcinslerinize karşı mücadele edin.
Erkek egemen kültürü içine sindirmiş, bu kültürün birer neferi olmuş “bayan”ların da kadın katliamında en az erkekler kadar, hatta onlardan daha fazla payı var.  Dondurma yiyen kadını fuhuşa teşvik olarak yorumlayanlar, kadın katillerini canlı yayına çıkartıp şirin göstermeye çalışanlar, kadının “car car konuştuğu” için dayağı hak ettiğini söyleyenler, erkek zihniyetinin kadın kılığındaki çirkin suretleri olarak dikilir karşımıza.  Kimi yobazlığın körlüğüyle, kimi muktedire yaranma çabasıyla, namus bekçilerinden, dayakçı, tecavüzcü, katil erkeklerden daha çok zarar verirler eşitlik, özgürlük mücadelemize.  Kendileri bir erkek tarafından himaye edilmeden var olacak güçten ve cesaretten mahrum olduklarından, tüm kadınları da mahrum etmek isterler. Onlara  kadın demeye dilim varmıyor, zira onlar kadın karşıtı hükümet politikalarının gönüllü sözcülüğünü üstlendiklerinde, kadın kimliklerini kaybederler. Zaten, biat ettikleri iktidar gibi, kendileri de sevmezler “kadın” kelimesini. Kadın uygunsuz yaşayan, onaylanmayan, makbul olmayandır.  Onlar ise muktedirin caiz gördüğü şekilde hanım, bayan olmayı tercih ederler. Ve bir kadın vahşice katledildiğinde, ki bu ülkede hanımlar değil kadınlar katledilir çoklukla, içlerinde bir parça insanlık kırıntısı bulup üzülmek yerine, “Amerika’da da oluyor. Kapatın çenenizi!” diye bağırırlar muktedirin nefret kusan ağzıyla.  Nasıl ki her erkek adam değilse, her dişi de kadın olmuyor işte.
Yeni Türkiye’deki sistematik kadın katliamının yaratıcısı ve hamisi olan AKP’nin kadınlara mesajı cok açık: Tacize, tecavüze, şiddete maruz kalmamak için, kır dizini, evinde otur. Sokaktan, iş hayatından, sanattan, kısacası yaşamdan çekil.  İşte tam da bu yüzden, Özgecan’ın cenazesinde kadınların hocanın talimatına rağmen geri çekilmeyip, cenaze namazında önde durmaları ve tabutu taşımaları çok yerinde bir eylem, çok güçlü bir meydan okumaydı.  “Buradayız, gitmiyoruz!” dediler kadınlar. Ağlayıp, sessizce dağılmaları beklenirken, şiddetin karşısında yürek yürek durdular.  “Bu tabut size ağır gelir” dercesine erkeklere, omuzladılar Özgecan’ı.  Acıyı öfkeyle boğdular.  Bize en çok lazım olan bu öfkedir şu an. Acılarımız yeterinden çok zaten.  Ayın 30 gününde, 28 Özgecan yanıyor Türkiye’nin bağrında. Oysa artık yas değil, isyan lazım bize.  Sadece şiddetin kendisine değil, şiddeti normalleştiren her türlü söyleme ve eyleme karşı, kadın olabilecek, adam olabilecek kadar vicdanı olanların, Özgecan’ı milat yapıp, haklı öfkeleriyle tutuşturacakları bir isyan lazım.

*Yazının yazıldığı tarihte gelen bilgiler, Özgecan'ın tecavüze uğradığı doğrultusundaydı. Adli tıp otopsi raporu, tecavüzün gerçekleşmediğini gösterdi. Bunun Özgecan'ın saygınlığı veya namusuyla hiçbir ilgisi olmasa da, yanlış bilgi vermemek için belirtmek ihtiyacı duydum.  
(05/02/2015 Jiyan)

15 Şubat 2015 Pazar

NAMUS


Çeviri yapanlar bilirler. Bazı kelimelerin başka dillerde tam karşılığı yoktur. Mesela Almanca’da “schadenfreude” diye bir kelime var. Başkasının talihsizliğinden zevk almak anlamına geliyor. Türkçe’ye tek kelimeyle çevirmek mümkün değil. İngilizce’de de karşılığı olmadığı için aynen alınmış ve değiştirilmeden dile yerleşmiş. Bazen de sadece çevirisi değil, kelimenin anlamına karşılık gelen kavram bütünüyle eksiktir o kültürde. Öğrencilik dönemimde Türkiye’deki namus cinayetleri üzerine İngilizce bir rapor hazırlarken, içerikteki “namus”un İngilizce karşılığını bulamadım. Çeviri sözlüğünde verilen seçenekler arasında şeref, onur, iyi ahlak anlamına gelen sözcükler var. Fakat hani şu kadının bacak arasında, memesinde, rujunun renginde, çıplak teninde ve dahi saçının telinde olduğu iddia edilen; hani şu kadınlarda çabucak kirlenip, erkeklerde ne hikmetse leke tutmayan; hani şu uğruna kan dökülen, can alınan namus belasını anlatan İngilizce bir kelime yok. Keşke hiçbir dilde olmasaydı.
TDK sözlüğünde namus, “1. Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet” ve “2. Dürüstlük, doğruluk” olarak tanımlanıyor. Halk arasında ise namus deyince ilk akla gelen, toplum baskısıyla cinselliği, özellikle kadının cinselliğini kısıtlayan, yasaklayan, töre ve din odaklı kurallar bütünü. Tuhaf şey şu namus. Yetişkin bir kadın bir erkekle flört ederse elden gidiverir de, 15 yaşındaki S.F. dört tecavüzcüsünden biriyle evlendirilince kurtulur namus. S. F. kadar “şanslı” olmayan Hasret, 
kuzenlerinin tecavüzü
sonucunda hamile kalıp çocuğu aldıramayınca, aile meclisi kararıyla öldürülür, kirlenen namusunu Batman Çayı’nın suları temizler. El kadar kız çocuğu yaşıtı erkeklerle beraber okula giderse namusuna halel gelir, ama babası yaşında adamın koynuna sokulduğunda, pedofili imam nikahıyla kutsanır, adı evlilik olur. Körpecik bedeni kırılır, çocuk ruhu kanar. 12’sinde gelin, 13’ünde anne, 14’ünde ölüdür Kader… Namusu temizdir ya, gerisi teferruat.
Namusu cinselliğe, cinselliği erkeğin egemenliğine hapseden bu zihniyet için, kelimenin gerçek anlamındaki dürüstlük, doğruluk kavramları önemsiz ayrıntılar. Kadın kahkasıyla, meme dekoltesiyle bozulan, vajinanın adı geçtiğinde zarar gören, kızlı-erkekli ortamlarda yoldan çıkan namuslarına, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve dahi devletin kanlı eliyle işlenen cinayetler gölge düşürmez her nasılsa. Yalana, dolana, talana, takiyyeye, emek ve din sömürüsüne karşı efsunludur namusları. Ama vapurdan inen genç bir kızın eteği uçuşmaya, eli bir erkeğin eline değmeye görsün. Devletin en tepesinden aşağıya doğru namus histerisiyle inler ortalık. Oy verip, kendilerini temsil etmeleri için meclise gönderdikleri vekiller boğazlarına kadar çamura, çirkefe batınca namuslarından sual etmek akıllarına gelmez de, diz kapağının üstünü görünce analarının bile namusuna göz diktiklerini dünya aleme ilan ederler. Namusun özünün akılda ve yürekte olduğunu unutup, tende arayan akılları karanlık, yürekleri çirkin bir sürü insan, kutsallaştırdıkları bacak arası namusunu kadın kanıyla aklamaya çalışırlar.
Geçtiğimiz hafta, AKP iktidarı süresince % 1400 artan kadına karşı şiddeti önlemek için mecliste kurulan komisyonda, AKP’li milletvekili İsmet Uçma’dan dahiyane (!) bir çözüm önerisi geldi: Mahalle namusu. Kadınların şiddet gördüklerinde polise ulaşmalarını sağlayacak panik butonuna karşı çıkan Uçma diyor ki, “mahallenin namusu diye bir şey geliştirebiliriz, o mahallede birisine yönelik bir şey yapılıyorsa herkes ona sahip çıkar ve hakikaten de yapanı neredeyse ifna eder [yok eder].” Ve sanki kadınları taciz eden, döven, öldüren erkeklerden değil de, mahalle arasında top oynarken cam kıran haylaz çocuklardan bahseder gibi anlatıyor. Erkekler “geçici hiddet”e kapıldıklarında polisin devreye girmesi “gerginliğe sebebiyet” veriyormuş. Yani diyor ki, adamın kafası bozuksa ve eşine iki tokat attıysa ne gerek var polisle filan ortalığı germeye? Alt kat komşusu Bahattin Amca adamın kulağını çekiversin, Makbule Teyze de kadına kocasını hoş tutması için iki çift nasihat etsin . Öpüşüp barışsınlar. Örnek aile olsunlar. Ölüm onları ayırana, ya da erkek kadını öldürene kadar.
Vekil Uçma’nın bu fantastik çözüm önerisi, tam da AKP’nin kadın politikalarına uygun olarak, kadına karşı şiddeti engellemeyi değil, normalleştirmeyi hedefliyor. Erkek şiddetini yasal yollarla cezalandırılacak bir suç olmaktan çıkartıp, “ah be evladım” kıvamında bir azar, belki bir de ardından “çık çık çık” efekti ile kınanacak bir kabahat olarak konumlandırıyor. Ve bunu yaparken, şiddeti maruz göstermek için en geçer akçe olan namusu, son yıllarda giderek artan mahalle baskısının güçlü pençelerine teslim ediyor. Amaç, yasalarla henüz tam olarak yapamadıklarını, toplum mühendisliğiyle gerçekleştirerek kadının yaşam alanını daraltmak ve her açıdan erkeğe bağımlı olmasını sağlamak.
Otoriter rejimler öncelikle ve en çok kadını sömürürler. Biraz evrilmiş toplumlarda iş hayatında fırsat ve ücret eşitsizliği gibi daha üstü kapalı yöntemler kullanılırken, erkek egemen kültürün en ilkel seviyesinde bu sömürü, namus, günah, ayıp kavramları üzerinden uygulanan baskı ve şiddetle gerçekleştirilir. Bizimki gibi iki arada bir derede kalmış, demokrasi taklidi yaparken İslam faşizmiyle yönetilen ülkelerde ise yukarıdaki seçeneklerin hepsi geçerlidir. Bu yüzden hükümet bir yandan kadının ekonomik gücünü elinden alarak yaşam alanını kısıtlarken, diğer yandan doğurganlığı kutsal, cinselliği tabu kılarak kadının bedeninde erkeğin ve erkil devletin hükmünü meşrulaştırmaya çalışır. İş hayatında kadına yönelik iyileştirmeler yaptığını iddia eden hükümetin bakanları, her fırsatta kadının ev dışında çalışmasına karşı olduklarını beyan ederler. Ailesini geçindirmek için iş isteyen kadına “Evdeki iş yetmiyor mu?” derken, işsizliğin iş arayan kadınlar yüzünden yüksek olduğunu iddia ederken, kadının tek kariyerinin annelik olması gerektiğini söylerken, partilerinin kadına dair ekonomik politikalarını açıkça ortaya koyarlar. “Başörtülü bacıları” dışındaki kadınlar hakkında konuşurken kullandıkları dil seviyesiz ve bayağıdır. Kahkaha atana “iffetsiz”, örtünmeyene “satılık veya kiralık” demekte bir beis görmezler. Yaptıkları yasalar ve uygulamalar, kadına karşı duydukları korku ve nefretin göstergesidir. Taciz ve tecavüz vakalarında, evlilik içi şiddet olaylarında, kadının tayt giymesi ağır tahrik kabul edilirken sanıkların mahkemede kravat takması hafifletici sebep olur. Devletin korumasını isteyen kadınların kaldıkları sığınma evlerinin adresleri dayakçı kocalara verilir. Tecavüze uğrayan kadının kıyafeti, makyajı, genel ahlakı sorgulanır. Devlet sadece kendi nezdinde iffetli, namuslu olan hanımlar için vardır. Mutfak ve yatak odasından ibaret yaşam alanına hapsedilmeyi reddeden; sokakta, iş hayatında, siyasette, bilimde, sanatta, sokakta ve hayatın her alanında var olmakta direnen; dilediği ve inandığı gibi yaşamakta ısrar eden kadınların namusları onların gözünde şaibeli olduğundan, başlarına gelebilecek her türlü musibete müstahaktırlar.
Namus bahanesiyle kadınlığımız, cinselliğimiz, doğurganlığımız üzerinde tahakküm kurmaya çalışan bu güce karşı, giderek daha bilinçli ve örgütlü bir şekilde mücadele ediyoruz. Psikolojik ve fiziksel tacize, şiddete, mahalle başkısına, namus cenderesinde ezilmeye karşı savaşıyoruz. Kazanacağız. Kazanmak zorundayız, çünkü daha güzel bir dünya, ancak güçlü kadınlarla mümkün (Bkz: Kobane).

(10/02/2015, Jiyan)

6 Şubat 2015 Cuma

İTTİHATÇILAR VE İTTİFAKÇILAR


Yeni Türkiye denen garabet, seçim havasına girince hepten zıvanadan çıktı. Siyasi partiler bir yandan her zamankinden daha sert bir şekilde dalaşırken, bir yandan komşudan esen sol rüzgara kapılıp, Türkiye’nin Syriza’sı olma iddiasında birbirleriyle yarışıyorlar. Tam bir traji-komedi. Az ötede ise ‘tarafsız’ Cumhurbaşkanı, açıkça AKP propagandası yaparak, hem anayasayı ihlal ediyor, hem ‘buçuk Başbakan’ Davutoğlu’nu iyice eziyor. Tüm bu hengame içinde, bir de partiler arasında gizli ittifak dedikoduları var ki, bunlardan en çok nasibini alan HDP. AKP’nin kapalı kapılar ardında sürdürmekte ısrar ettiği barış sürecinden dolayı, her attığı adımda iktidarla gizli pazarlık yapmakla itham edilen HDP’nin, bu kez de barajın altında kalıp AKP’ye başkanlık yolunu açmak için seçime parti olarak gireceği iddia ediliyor. Yani HDP, hemen her sözü yalan olan AKP hükümetinin sözüne güvenmiş, meclisin dışında kalarak süreç görüşmelerindeki mevcut ağırlığını kaybetmeyi göze almış, bir de üstüne, RTE’ye, tek adamlığını meşrulaştıracağı bir sistemin anahtarını verecekmiş. Bana mantıklı gelmedi, ama siyasette her şey mümkün derler ya, bir yere not etmekte fayda var. Başka mümkün ittifaklar da var elbet. Şu ulusalcılar, mesela.
Adına ‘yeni’ dedikleri Türkiye’nin tutkuyla eskiye öykünmesi karikatür kıvamında bir tezat. Diktatörün Osmanlı saplantısının bir başka türlüsü, ulusalcıların, daha sessiz ve derinden giden İttihat ve Terakki özentisinde karşılık buluyor.Ulusalcıların politikaları ve demokrasi anlayışları, İttihak ve Terakki Cemiyeti’yle nerdeyse bire bir örtüşüyor. Ikisi de, otoriter devlet modeline karşı çıkmak şöyle dursun, bizzat bu modelin içinde yer almayı tercih ederler. İTC’ciler, daha çoğulcu bir sistem vaat edip, gücü ele geçirdiklerinde, zorbalıkla muhaliflerin sesini kestiler. Ulusalcılar ise senelerce, postal sesine alkış tutarak, laiklik ve ulus devletin bütünlüğü adına faşizmin sınırlarını zorladılar.  Ulusalcıların azınlıklara yaklaşımları da ITC’ci dedelerinden miras. İTC başlangıçta azınlıklarla birlikte çıktıkları yolun yarısında, devlet içinde daha güçlü bir konum elde etmek için azınlıkların hak ve özgürlüklerini gasp etmekte tereddüt etmedi. Benzer şekilde, ulusalcılar, eşitlikten dem vururken, aynı nefeste, başta Kürt hareketi olmak üzere, tüm azınlıkların mücadelelerini çürümüş ezberlerle, ırkçılığa çeyrek kalmış söylemlerle ötelemekte beis görmezler. Laikliğin kendi tekellerinde olduğuna inandıklarından, ülkedeki farklı dine veya mezhebe mensup azınlıkların hak ve özgürlüklerinin teminatı olduklarını iddia ederler. Ancak, gerçek anlamda eşitlik isteyen, ya da ortak tarihin gerçeklerinden bahseden azınlıklara, hiç vakit kaybetmeden hadlerini bildirmeyi de görev bilirler. Öyle ya… Türkiye Türklerindir, bir de ya sev ya terk et.
Ulusalcılar için azınlıklar arasında en büyük tehlike Kürtler. Yitip giden 40 bin candan sonra, hala ülkede Kürt sorunu olmadığını savunurken, yüz yıl öncesinden kalma sığ klişelerden medet umarlar. Son zamanlarda pek bir iştahla dillerine doladıkları ödenmeyen elektrik faturaları konusu, Türkçülük adı altında faşizmin dibine vuran Ziya Gökalp’ın “Kürd köylüsü genel masraflara katılmanın yüceliğini bilmediği için vergi vermek istemez” sözlerinden bir arpa boyu kadar uzaktır sadece. Zira yüz senede aldıkları yol, işte ancak o kadardır. Kürtleri “cerrahi bir operasyonla atılması mümkün olmayan habis urlar” olarak tanımlayan Gökalp, bu urların “münasip tedavi tatbikiyle zehirden ve vehametten (tehlike) tecrid ederek evram-ı selime (iyi huylu ur) haline” getirilmesini önermişti. Bahsettiği çözüm “temsil ve isticnas” yani asimilasyon ve benzetmeydi. Bugün ulusalcıların yapmak istediği de tam olarak budur. Onlar, Türk gibi konuşan, Türk gibi yaşayan, ve her sabah Türk olduğu için ne mutlu olduğuna and içen Kürtler isterler.
Ulusalcılar, Kürt halkının kazanacağı en basit hakların bile, ülkenin bütünlüğüne karşı bir tehdit olacağından emindirler. Talep edilen hakların sadece Kürt halkı için değil, tüm kimlikler için olduğunu düşünmezler bile. Yerel yönetimlerin özerkleşmesini isteyenleri bölücükle suçlarken, mesela İzmir AKP’ye oy vermediği için belediye bütçesinin Ankara tarafından kesilmesinin çözümünün de aynı noktadan geçtiğini görmek istemezler. Bu konuda fikirleri öyle sabit, inançları o kadar kemikleşmiştir ki, nefret ettikleri AKP hükümetiyle bile Kürt karşıtı politikalarda buluşabildiler. Işid’e silah yardımı yapılmasını onaylamaz görünürken, “Işid Kürtleri halletsin, sonra biz Işid’i hallederiz” hesabıyla, AKP’nin, Işid’e göz yumma politikasını desteklediler. Neyse ki Kürt halkının zaferi, ulusalcıların ve hükümetin ortak heveslerini kursaklarında bıraktı.
Peki, Kobane ortak paydasında buluşan ulusalcılarla AKP’nin, seçimlerde de işbirliği yapması mümkün olamaz mı?
HDP eş başkanı Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında, Türkiye genelinde sağladığı yüksek oy artışının, genel seçimlerde partinin oylarına nasıl yansıyacağını bilemeyiz. Ancak, dünkü grup toplantısında Demirtaş’ın açıkladığı anket sonuçlarına göre, HDP’nin oy oranı %9’un üzerinde, bazı bölgelerde %10.4’e kadar çıkıyor. Selo Başkan geçen yazki gibi bir rüzgar yakalar, HDP’nin ÖDP, BHH ve çeşitli sol/sosyalist kesimlerin buluştuğu adres olmasını sağlarsa, barajı aşmakla kalmaz, güçlü bir muhalefet partisi olarak mecliste yerini alır. İşte bu ihtimal, AKP’nin ve ulusalcıların ortak kabusu.
Bu durumda, hem devlet içindeki güçlerini geri kazanmak, hem de HDP’yi meclisin dışında bırakarak Kürtlerin siyasi hareketlerini kısıtlayıp yaşam alanlarını daraltmak isteyen ulusalcılar, başkanlık sistemine dair planlarını gerçekleştirmek isteyen AKP ile gizli bir ittifak yapabilir mi? Bu ittifak doğrultusunda, ulusalcılar seçim çalışmalarında iktidar yerine HDP’yi hedef alıp, AKP’ye biraz daha manevra alanı sağlayabilirler mi? Son zamanlarda Halk TV, Aydınlık gibi ulusalcı medyada HDP’ye yönelik eleştiriler artarak sertleşirken, hükümete karşı kullanılan dilin daha temkinli olması bundan dolayı olabilir mi? “İmkansız” demeden önce uzak ve yakın geçmişimizdeki diğer tuhaf ittifakları bir düşünmekte fayda var. Hem, siyasette her şey mümkün değil mi?
(04/02/2015 Jiyan)



1 Şubat 2015 Pazar

ÇAKALLARIN PİŞKİNLİĞİ

 Jiyan’daki ilk yazım Kobane, Çakallar ve Sırtlanlar‘dı.  7 Ekim 2014. Cumhurbaşkanı’nın, ciğerleri kanayan insanların yaralarına tuz basar gibi, bir halkın acısıyla alay eder, açıktan açığa kışkırtır gibi, “Kobane düştü düşecek” dediği günün ertesiydi. 50 insanımızın iki günde devlet eliyle katledildiği, Gezi ruhu taşıdığını iddia eden ikiyüzlü çakma solcuların, bitirilen hayatların değil, kırılan ATM’lerin derdine düştüğü günün öncesiydi. Kobane direnişinin 23. günüydü. Ve Türkiye’de, el altından Işid’i besleyen çakallarla, “yesinler birbirlerini” diye dökülen kana içten içe sevinen sırtlanlar, Kobane’nin düşmesi için ağızlarından salyalar akıtarak gün sayıyorlardı.
140 gün, binlerce ölü ve bilemeyeceğimiz kadar acıdan sonra, Kobane’deki yürekli mücadelenin zafer haberi geldi. Sarı mekaplıların, hevallerin, örgülü saçlı, kocaman gülüşlü kadınların çiftetelli değil, halaylı, zılgıtlı zaferi. Türkülerle esip gelen zafer rüzgarı, aylardır ellerini oğuşturarak Kürt halkının yenilmesini bekleyenlerin yüzünde, hani şu pek öykündükleri Osmanlı’nın tokadı gibi patladı. Bazıları kederlerini sessizce içlerine akıtırken, bazıları zafere gölge düşürmek için Amerikan emperyalizmiyle işbirliği yapıldığına dair bir takım manasız eleştirilerle avundular. Hesapları alt üst olan hükümetin sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Arınç ise akla zarar bir demeç verdi. “Umarım Kobane’deki rolümüzü unutmazlar.” Hiç endişeniz olmasın. Unutmayız.
MİT korumasında yola çıkarttığınız, taşıdıkları yük ortaya çıkmasın diye bin türlü dolap çevirdiğiniz yardım malzemesi (!) dolu tırları unutmayız elbet. Işid militanlari şehirlerimizde ellerini kollarını sallayarak dolaşır, hastanelerimizde tedavi olurken, Türkiye sınırını geçmeye çalıştıkları için askerler tarafından öldürülen gencecik insanları nasıl unuturuz? Canlarını, topraklarını savunmak için kana susamış canilerle savaşan insanlara “terörist,” kestikleri kafalarla top oynayanlara “öfkeli insanlar topluluğu” derken yüzünüzün kızarmadığı hafızamızdan çıkmıyor.
Kobane’ye destek için gösteri hakkını kullanan insanların üzerine üniformalı ve sivil provokatörlerinizi saldığınızı, sokakları kana buladığınızı, “misliyle” karşılık verdiğinizi çok iyi hatırlıyoruz. Şaibeli suikastlerin bir saat içinde, elbette ölü olarak ele geçirilen faillerinin olayla ilgileri olmadığının ortaya çıktığını sizin medyanız unutturmaya çalışsa da, biz unutmuyoruz. Son olarak bugün, devletin en tepesindekinin, pişkinliğin sınırlarını aşarak, kendisine rağmen kazanılan bu zaferden, bombalanan yerlerin onarımıyla rant sağlama hevesini de kaydettik hafızamıza.
Siz hiç merak buyurmayın. Kobane’deki rolünüzü unutmayacağız. Kazıdık zihnimize, yüreğimize. Gün gelip devran döndüğünde, hesabını sormak için, Roboski’nin, Reyhanlı’nın, Cizre’nin, Lice’nin ve elbette Gezi’nin yanına yazdık onu da. Ali İsmail’e attığınız tekmenin, Ethem’e sıktığınız kurşunun, Berkin’in 16 kilo kalmış bedeninin yanına. 12 yılda öldürdüğünüz 241 çocuğun, baskı ve zulümle hayatlarını kararttığınız yüzlerce masum insanın isimleri de var orada. Soma’yı, Ermenek’i, 12 yılda rant için kurban ettiğiniz 15 bin işçiyi, öldürülmesine göz yumduğunuz, hatta teşvik ettiğiniz binlerce kadını unutmadık. Sıfırlayamadığınız milyarların, rüşvetin, yolsuzluğun hesabını, çocuklarımızın geleceğinden çaldığınız yüzbinlerce ağacı, HES ile kuruttuğunuz derelerimizi, rant için beton yığınına çevirdiğiniz şehirlerimizi de ekledik. Ve elbette, çıkarlarınız için, ülkeyi savaşa sokma planlarınızı… Hesap soracağımız gün geldiğinde, ki mutlaka gelecek, çıkarıp koyacağız önünüze, eksiksiz. Unutmak ne mümkün, bayım? Unutursak kalbimiz kurusun.
(28/01/2014, Jiyan)

HEPİMİZ HRANT DEĞİLİZ

Üniversite yıllarıydı. Kaç sene önce olduğunu sormayın, ben de söylemeyeyim. Bir komşumuz, en yakın arkadaşımla tanışıp Ermeni olduğunu öğrendiğinde, “Ben çocukken üst kat komşularımız Ermeniydi” dedi.  Ve sonra nostaljik bir gülümsemeyle, başını sallayarak ekledi, “Ama çok iyi insanlardı.”  Ama?! Sözlük anlamına göre, “ama” çelişkili ve tutarsız iki cümleyi birbirine bağlamaya yarayan bir söz. Yani bu durumda, “Ermeni” ve “çok iyi insan” olmak çelişkili ve tutarsız ifadeler. Bizim komşu öylesine içselleştirmiş ki ırkçılığı, ettiği lafın içerdiği hakaretten bihaber, karşısındaki genç Ermeni kadınla bir yakınlık kurduğunu sanarak, keyifle Natali Teyze’yi ve Sarkis Amca’yı anlattı uzun uzun.   Ben onun yerine utanarak baktım arkadaşıma.  “Boşver” der gibi göz kırptı.  Meğer çok sık duyarmış bu tarz  öteleme cümlelerini. Belki ben de duymuştum da, kadınlık dışında bir azınlığa dahil olmadığımdan böyle bir hassasiyetle yaklaşmamış, bu yüzden farkına varmamıştım o güne kadar. Dikkat ettikçe, benzer cümlelerin farklı gruplar için, hem de en beklemediğim kişiler tarafından ne kadar sık ve kolay kullanıldığını gördüm.  “Kürt, ama…”  “Alevi, ama…”  “Kadın, ama…”  “Zenci, ama…”
Ama.  Üç harften ibaret bu küçücük kelime, çok kültürlü bir mozaik olduğunu iddia ettiğimiz Türkiye’de, pek de demokrat ve eşitlikçi olduğunu iddia eden bir kesimin iliklerine kadar işlemiş olan gizli ırkçılığı, bütün çirkinliğiyle göz önüne serer.  Ortamlarda din, ırk, cinsiyet eşitliğini savunsalar da, cümlenin sonuna bir “ama” kondurup U dönüşü yapan bu arkadaşlar, Cumhurbaşkanı’nın “Afedersiniz Ermeni” ifadesinin çok değil, bir adım ardından seyirttiklerini görmezler bile. Ne kadar eşitlikçi olduklarını, azınlık olan arkadaşlarının sayısıyla ölçerken, hayatlarındaki azınlıkların çetelesini tutmanın apaçık ırkçılık olduğunu düşünmezler.  “Lafın gelişi” diyerek geçiştirmeye çalıştıkları ayırımcı söylemlerinin üzerine, lafın geldiği, insan ruhunun en karanlık, en pis köşelerinin çürümüş, leş kokusu sinmiştir.  Onlar için “ama çok iyi” olan azınlıklar, öz kimliklerini yok sayarak, çoğunluğun kurallarıyla, çoğunluğa benzeyerek yaşayanlardır. 1915’i konuşmayan Ermenidir, mesela.  Ya da ramazanda yemeğini gizlice yiyen Musevi.  Ana dilini evinde, çarşı pazarda konuşabildiğine şükredip, eğitim talep etmeyen Kürttür.  Onlar azınlığın sessiz, itaatkar ve asimile olmuşunu severler.
Azınlıkların içinden biri çıkıp da kendi kimliğiyle var olmak, geçmişiyle yüzleşmek, eşitçe yaşamak istemeye görsün.  Bütün o hoşgörü ve tolerans edebiyatı bir anda son bulur.  Bu topraklarda yaşamalarına “izin” verildiğini hatırlatırlar önce.  Nankörlük etmemeleri için uyarır, inceden tehdit ederler: “Ya sev ya terk et!”  Bu da ise yaramazsa, devlet devreye girer. Suçlamalar, soruşturmalar, davalar, linç kampanyaları… Türklüğün aşağılanmasına izin verecek değiller ya! Bizim gizli faşistler en önde, bozkurt selamı verenlerle omuz omuza yürürler, ellerinde bayraklar, başlarında ay-yıldızlı kalpaklar, dillerinde demokrasi ve eşitliğin sonuna iliştiriverdikleri ama’larla.
Hrant Dink “ama çok iyi” Ermenilerden değildi, çünkü bu topraklarda, onların istediği gibi devşirme ezikliğinde degil, Ermeni kimliğinde, eşit haklarla yaşamak istedi. “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var” dedi.  “Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için…”  Onlar için Hrant “Ermeni dölü”ydü. “Soros’un evladı, misyoner çocuğu”ydu, çünkü devletin ezberleriyle soykırımı inkar etmek yerine, kalbini nefretle doldurmadan tarihin gerçekleriyle yüzleşilebileceğini göstermek istedi hem Türklere, hem Ermenilere.  Geçmişin acılarına takılıp kinle kendini zehirlemektense, daha iyi bir gelecek için çalışmak gerektiğini anlatmaya çalıştı.  Ama cımbızla çekip aldılar sözlerini koca koca yazı dizilerinin arasından. Çırpındı durdu derdini anlatmak için. Devletin insan öğüten çarklarının uğultusunda, sesi duyulmaz oldu.  Plan yapılmış, işleme konmuştu artık.  Hrant’ın yüreğinde korku değil, haksız yere verilen “Türklüğü aşağılama” cezasının ağırlığı vardı. “Bu ülkeden çeker giderim” diyecek kadar incinmişti güvercin tedirginliğindeki ruhu. Ve tetik çekildi. Çiçeklere bile gülümseyen adam cansız yere yığıldı. Türklük kurtulmuştu, çok şükür. Gizli faşistler derin bir nefes alıp, demokrat maskelerini taktılar tekrar ve meydanlarda “Hepimiz Hrant’ız!” diye bağıran kalabalığın arasına karıştılar.
Hepimiz Hrant’iz, öyle mi? Az dur hele. O kadar kolay mı sandın Hrant olmayı? Bir kere cesaret ister. Korkusuzluk değil, elbet. Korkmak insana mahsus. Ama korkularını yenip, dimdik ayakta duracaksın. Koca bir devletin tüm mekanizmalarıyla sana savaş açtığını bilsen de, doğru bildiğini savunacak kadar mert olacaksın. Sonra, azim ister. Hatta biraz da boğa inadı ister, ayıptır söylemesi. Bıkmayacaksın, yorulmayacaksın. Anlamsız nefretle körleşmiş vicdanlara ışığı göstermek için yılmadan uğraşacaksın. Sana kinle, küfürle saldırana bile sağduyu ve hoşgörüyle meramını anlatmaya çalışacaksın. Kolay değil Hrant olmak. Kendi canın bir yana, evlat acısıyla tehdit edecekler seni. İnsanların nasıl bu kadar kötü olabildiklerini aklın almayacak, iyiliğe inanıp direneceksin. Yürek ister Hrant olmak için, hem de dağlar, denizler kadar. Çünkü seveceksin. Çok seveceksin. Doğup büyüdüğün toprakları, o topraklarda yaşayan halkları seveceksin. Ermeni olduğun için askerlikte erbaş rütbesi takmadıkları zaman barakaların arkasında tek başına ağlarken de seveceksin. Çocukluğunun geçtiği, aşık olup evlendiğin kamp ve yetimhane, azınlık vakfına ait olduğu için kapatıldığında, “Ermeniyim” dediğin için hakkında dava açıldığında bile seveceksin. Haksızlığın, kötülüğün karşısında sevgiyle duracaksın. Katılmadığın düşüncenin bile özgürce ifade edilebilmesi için, istisnasız her kimliğin eşit haklara sahip olması için mücadele ederken, yüreğini sevgiyle herkese açık tutacaksın. Kolay değil Hrant olmak. Hrant olmak için, önce insan olacaksın. İyi insan. Hepimiz Hrant değiliz. Keşke olabilsek, Ahparig.
(19/01/2014, Jiyan)

ARANIYOR: GERÇEK İSLAM

Işid’in toplu katliamlarını ve kestikleri kafalarla top oynayan İşid militanlarını gösteren videolar ortaya çıktığında, İslam dünyası hep bir ağızdan tepki verdi: Gerçek İslam bu değil.
Boko Haram 200 kız çocuğunu okula gitmemeleri için kaçırdığında, Taliban Pakistan’da okulu bombalayıp 136 tane günahsız çocuğu katlettiğinde de aynı sözleri duyduk: Gerçek İslam bu değil.
Peki.
1400 senedir Gerçek İslam’ın ne olduğuna bir türlü karar verilmemesinin tuhaflığını bir yana bırakalım ve tartışmanın akışı için bu saydıklarımızın uç örnekler olduğunu, gerçekten de İslam’ı yansıtmadığını kabul edelim.
Suudi Arabistan’da araba kullandıkları için kadınların terör suçundan yargılanması gerçek İslam mı? Ya homoseksüelliğin hapis, hatta idamla cezalandırılması? Evlilik dışı ilişki yaşayan kadının kırbaçlanması, taşlanarak öldürülmesi? İran’da idam edilecek kadın bakireyse idamdan önce tecavüz edilmesi gerçek İslam mı?
Ben seneler önce, bir kez okudum Türkçe Kuran’ı. Uzmanlık gibi bir iddiam asla ve kat’a yok. “Gerçek İslam’ın” ne olduğu konusunda ahkam kesecek de değilim. Ancak, “algı gerçekliktir” der siyasi stratejist Lee Atwater. Bugün gerçek İslam’ın ne olduğu artık ikinci derece önemli, çünkü İslam’ın ağırlıklı olarak görünen, algılanan yüzü, milyonlarca insanın gerçeği. Ve bunun sorumlusu, en az kafa kesenler, çocuk öldürenler, kadınlara, kendilerinden farklı düşünen ve yaşayanlara zulmedenler kadar, hatta daha fazla, bu yapılanlara ama’ların ardına saklanmadan, net ve kesin olarak karşı çıkmayan “gerçek” Müslümanlardır.
Dün Charlie Hebdo katliamına “ılımlı” İslam ülkesi olarak görülen Türkiye’deki Müslümanlar’dan gelen tepkiler mide bulandırıcıydı. Kınar gibi yapıp cümlenin nokta konması gereken yerine bir ‘ama’ iliştiriverenler, ötelerden berilerden lafı dolandırıp bir türlü katliamı lanetleyemeyenler, pısırık, kaypak, nereye çeksen oraya gider laflarla ne şiş yansın ne kebap hesabında olanlar, 12 insanın henüz cesetleri soğumadan, bir şekilde bu olaydan yine Müslümanlar’a bir mağduriyet çıkartanlar…
Charlie Hebdo katliamı, basında ve sosyal medyada Avrupa’nın 11 Eylül’ü olarak tanımlanirken, pek çok komplo teorisini de beraberinde getirdi. Benzer komplo teorileri 11 Eylül için de üretilmiş, saldırıyı ABD ve/veya İsrail hükümetlerinin bizzat yaptırdıkları söylenmişti. Hatta saldırıdan önce kulelerde çalışan bütün Yahudiler’e haber gönderildiği ve bu yüzden ölenler arasında hiç Yahudi olmadığı gibi gülünç olmaktan çıkıp, ancak aptalca olarak nitelendirilebilecek asılsız bir sürü iddia kesin bilgi havasında sunulmuştu meraklısına. Fonda Lux Aeterna tarzı bir müzik ve sürekli tekrarlanan saldırı görüntüleri eşliğinde, tok bir sesle okunan metinle amatörce hazırlanmış video klipler dolaşmıştı siber ortamda. Yerse.
Komplo teorileri arasında, bunun “gerçek İslam” olmadığını söyleyen, fakat bir türlü ağız dolusu lanetleyemeyen ılımlı Müslümanlar tarafından en çok rağbet gören, saldırının aslında ba(g)zı gizli servisler (ve lobiler) tarafından, Avrupa’da İslamofobi yaratmak amacıyla yaptırıldığı. İddiayı desteklemek için gösterdikleri “kanıtlar” ilginç. Paris’te Kalaşnikof silah bulunması olayda gizli servis olduğunun ispatıymış. Sanki Paris, yasadışı silah satışından muaf, kurtarılmış bölge. Sanki Avrupa’da her sınırda araçlar didik didik aranıyor. Sanki Avrupa’da hiç terör örgütü ve bunlardan temin edilebilecek silahlar yok. Geçelim. Olaydan 12 saat sonra 1’i ölü 3 şüphelinin ele geçmesine “manidar” diyenler var. Tuhaf olan, aynı kişilerin, mesela Bingöl’deki emniyet güçlerine yapılan saldırıdan 1 saat sonra ölü olarak ele geçirilen şüphelileri olayın failleri ilan etmekte hiç tereddüt etmemeleriydi. Paris’te ele geçirilen şüpheliler olayın failleri mi? Bilmiyorum. Ancak böyle bir saldırıdan sonra arabayla uzaklaşan ve şehrin pek çok yerindeki güvenlik kameralarından hareketleri takip edilen saldırganların 12 saat içinde ele geçirilmesinde fazlaca şaşıracak bir nokta göremiyorum ben.
Şu İslamofobi konusunu açmakta fayda var. Bugün Avrupa’da güçlü bir İslamofobi oluşması, Batı’dan çok radikal İslamcı grupların işine gelir. Batı dünyası, kendi şehirlerinde, bulunduğu yerin hayat şekline entegre olmuş, demokratik hayatı kendisi için benimsemese de, kurallarına uyarak yaşamayı seçmiş Müslümanlar istiyor. Kendi topraklarında terör, ölüm, kaos olmasını, sadece insani değil, ekonomik sebeplerle de engellemek istiyor. Beri tarafta ise, radikal İslam grupları, Batı ülkelerinde yaşamayı seçmiş milyonlarca Müslüman’ın, İslam’ın şartlarına göre yaşamadığını, giderek İslam’dan uzaklaştığını düşünüyor. Onlara ulaşmakta, kendi saflarına çekmekte zorlanıyor, çünkü bu insanların rahatları yerinde. Özellikle güçlü bir seküler sistemin olduğu ülkelerde ve büyük şehirlerde, herhangi bir olumsuzlukla karşılaşmadan, hem gelişmiş dünyanın nimetlerinden faydalanıp, hem de diledikleri gibi ibadet ederek (ya da etmeyerek) yaşamlarını sürdürmekten memnunlar. Radikal İslami grupların, Avrupa’da yaşayan ve giderek sekülerleşen milyonlarca Müslüman’a ulaşması için, oradaki Müslümanlar’ın rahatlarının bozulması, kendilerini dışlanmış ve mağdur edilmiş hissetmeleri gerekir. Bu durumda, eğer bu katliam gerçekten Avrupa’da İslamofobi yaratmak için yapılmışsa, önce bunun kimin işine yarayacağını iyi düşünmek gerek.
İslamofobi’den haklı olarak rahatsızlık duyan Müslümanlar’ın bir gerçekle yüzleşmeleri gerek. İslam adına zulüm, katliam yapanları, Sırf Müslüman oldukları için açıkça veya dolaylı olarak kollamak, İslam’a yapılabilecek en büyük kötülük. Bunu her din için söylemek mümkün. Toplu katliamlar, akla, vicdana sığmayacak eziyetler yapan ve bunları tüm dünyaya gururla sergileyen Işid, gözü dönmüş terör örgütü olarak değil, İslam’ın yüzü gibi algılanıyorsa, bunda en büyük sorumluluk, bu örgütü “öfkeli insanlar topluluğu” olarak tanımlayarak, yapılanları haklı bir öfkenin azıcık dozu kaçmış tepkisi gibi gösterenlerdir. Katı ve kesin olarak lanetlemek yerine, lafı eveleyip geveleyen İslam dünyası liderleridir. Madem bu “gerçek İslam” değil, o halde gerçek İslam’ın Müslümanları’nın, bu çakma İslamcılar’ı ifşa edip, onları durdurmak için Batı’dan önce harekete geçmeleri gerekirdi. Çünkü radikal İslam terörünün İslam’a verdiği zararı, hiçbir karikatür, hiçbir yazı, hiçbir kitap veremez. “Allahü ekber” diyerek işlenen her cinayet, İslam’a hakarettir. Besmeleyle alınan her can, Peygamber’e küfürdür. Ve İslam dünyası bu eylemlere karşı çıkmadıkça, savundukça, silah satarak ya da sessiz kalarak zulme ortak oldukça, mücadele etmedikçe, beğenin ya da beğenmeyin… Gerçek İslam bu.
(08/01/2014, Jiyan)