23 Temmuz 2015 Perşembe

ÜZÜLME BARINÇ

Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç, Suruç’taki katliamda HDP’li yöneticilerden ölen olmadığına dikkat çekiyor, adeta hayıflanarak. Katilden değil, ölmeyenden hesap sorarken, hayal kırıklığını gizlemeye gerek bile duymuyor. Belli ki katledilen 31 can yetmemiş kendisine. Belli ki HDP’nin parti meclis üyesinin, ilçe eş başkanının ve onlarca HDP gönüllüsünün ölmesi kesmemiş iştahını. Üst yönetimden birilerine niyet etmiş belli ki. Ağzının içinde dolandırıp da söyleyemediğini, kadrolu yandaş ve tescilli Kabataş fetişisti Hilal Kaplan bir çırpıda tamamlamış. Acar gasteci pozlarında Figen Yüksekdağ’ın neden orada olmadığını “istihbari soru” olarak paylaşmış sosyal medya hesabında. Akıllarınca alttan alta gönderme yaparken, neredeyse peçeteye yazıp şarkı ister gibi, ölüm listesi verecekler katil çetesine.
Sayın demeye elim, dilim varmıyor. Sizin sevdiğiniz şekilde hitap edeyim. Eyyy Arınç ve Kaplan! Boşuna üzülmeyin. HDP’li yöneticiler ölmedi diye helak etmeyin kendinizi. O gün Suruç’taki o kalleş saldırıda, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve altı milyon HDP’linin her biri… Hepimiz bir parça öldük. Hepimiz biraz eksiğiz artık. Sol mememizin altında için için kanayan koca bir yara.
İlk ölmemiz de değil bu. Amed’deki bombayla da öldük biz. Kollarımız, bacaklarımız savruldu dört bir yana; Reyhanlı’daki gibi. Roboski’de delik deşik edildik çoluk çocuk. Soma’da, Ermenek’te toprağın altında can verdik. Gezi’de vurularak, dövülerek, gaza boğularak öldük. Lice’de parçalarımızı eteğinde topladı anamız, Mardin’de yaşımızdan çok kurşun sıkıldı cılız bedenimize. Madımak’ta yakıldık. Faşist darbelerde asıldık. Çocuk olmamız engel değildi. Asılabilmek için bir gecede büyütüldük. Biz çok öldük, hep öldük devletin hoyrat ellerinde.
Evet, o gün Suruç’taki kalleş saldırıda hepimiz bir kez daha öldük.  Fakat sanmayın ki yenildik. Sanmayın ki pes ettik. Her ölümde olduğu gibi, yine bir yara açıldı yüreğimizde. Sarmadık yaralarımızı. Sarmayacağız. Sarmayacağız ki kapanmasın. Sarmayacağız ki kanasın, sızlasın her nefeste. Her sızladığında hatırlayacağız ne çok ve ne için öldüğümüzü. Acımızı içimize akıtıp, öfkemizi diri tutacağız her birinin hesabı sorulana dek. Ve yaralarımız her sızladığında, bir kez daha “Adalet! Demokrasi!” diyeceğiz. “Barış!” diyeceğiz bir kez daha. Çünkü “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.”*
*Yaşar Kemal
(23/07/2015 Jiyan)

SİZ BU KADAR NEFRETİ NASIL TAŞIYORSUNUZ?

Bilgisayar ekranındaki korkunç fotoğraflara bakarken çaresizlik içindeyim. Paramparça bedenler, dehşetle donup kalmış yüzler, ve kan, ve kan… Öyle gerçek, öyle yoğun ki acı, o cansız fotoğraflardan çığlıkları duyuluyor insanların. Videolara bakamıyorum bile. Yüreğim ağrıyor.
Sosyal medyada bir paylaşım ilişiyor gözüme. Genç bir kadın resmi var profilinde. Patlamadan üç saa111755876_868313586557605_5420146465376036289_nt kadar sonra bir tivit atmış.  Yazım hatalarını düzeltmeden aynen aktarıyorum yazdıklarını:
“Üzüldük tabiki bir yerde bizimde vicdanımız var 27 kişi niye niye 100 değil niye 200 değil #SuructaKatliamVar”
Kıpırdayamıyorum. Nefes alamıyorum.  Gördüğümü idrak etmeye çalışıyorum, olmuyor. Beynim durmuş olmalı. Bu kadar yoğun bir nefretin, bu kadar fütursuzca ifade edilmesi karşısında nutkum tutuluyor. Profildeki ismi arıyorum. Hesabını kapatmış. Niyetim saldırıp, küfür etmek filan değil. Bir tek soru sormak istiyorum: Siz bu kadar nefreti nasıl taşıyorsunuz?
Ben bu kötücül tiviti okurken bile içerdiği nefretin ağırlığı altında eziliyorum, nefesim kesiliyor. Siz nasıl yaşıyorsunuz bu yükle? Nerenize sığdırıyorsunuz onca nefreti? Sevgi gibi değil ki bu. Sevgi hafiftir. Girdiği yüreği büyütür, ferahlatır. Nefret ise katran karası, yapış yapıştır. Ağırdır. Nefretin değdiği yürek kararır, ağırlaşır, darlanır gün be gün. Siz, sırf sizin gibi düşünmedikleri için, hiç tanımadığınız 27 insanın ölümüne sevinip, “niye 200 değil?” diye üzülecek kadar nefreti nasıl sığdırıyorsunuz yüreklerinize? Bilir misiniz kimdir bu insanlar? Hayalleri nelerdir, mesela? Neleri sever, nelerden haz etmezler? Ne yapmak isterler dünya için? Aylardır savaşın ortasında yaşayan, evleri, okulları, parkları yıkılmış çocuklara oyun parkı yapmaya gittiklerini bilir misiniz? Yanlarında kitaplar, oyuncaklar götürdüklerini? Bazılarının kutuları parçalanmış, ortalığa saçılmışlar. Kan sıçramış üstlerine. Oyuncakları kana bulanan çocuklar, rüyalarında neler görür, bilir misiniz?
Bilmezsiniz. Bilseydiniz nefret edemezdiniz. Daha çok ölüm dileyecek kadar kalleş, insanların taze yaralarına tuz basacak kadar alçak olamazdınız. Bilmemek için ne gerekirse yaparsınız. Vicdanlarınızı sessize alır, aynada kendinizi gördüğünüzde gözlerinizi kaçırırsınız. Sımsıkı kapatırsınız hem gönül, hem akıl gözünüzü. Dipsiz bir lağım çukurunun içinde debelenip durduğunuzu görmemek için kapatırsınız. Yüreğinizde büyüttüğünüz nefretin, adını dilinizden düşürmediğiniz Yaradan’ın suretine en büyük küfür olduğunu görmemek için. Her besmeleyle esirgeyiciliğini ve bağışlayıcılığını zikrettiğiniz Allah’ın, esirgeyip bağışladığı kullarının canlarına kıymanın nasıl Müslümanlık olduğunu sorgulamamak için…
1a-dsc9469Nasıl taşıyorsunuz yüreğinizde bunca nefreti? Bilmiyorum. Bildiğim, barış için canlarını ortaya koymuş insanların temiz yüreklerine, nefretinizin karasını çalamayacaksınız. Bildigim,
halkların kardeşliğine, demokrasi ve adalet özlemlerine engel olamayacaksınız. Siz de bilin. Boşuna uğraşıyorsunuz. Size rağmen, size inat BARIŞ olacak.
(20/07/2015 Jiyan)

"ORMANI HARAM EDECEĞİZ SİZE"

Yeşil Yol direnişini duymayan kaldı mı? İş makinalarının önünü keserek direnişin sembolü haline gelen Rabia Özcan, bir anda ülke gündeminin en tanınan kişilerinden oldu. “Devlet kim? Devleti devlet yapan biziz. Biz halkız, HALK!” diye haykırışı, televizyonlardan, gazetelerden, sosyal medyadan, milyonlarca kişiye ulaştı. Bu haklı çığlığa alkış tuttuk, destek olduk hepimiz. Ülkenin dört bir yanında eylemler, gösteriler yapıldı. Özgür Kadın Kongresi (KJA) Ekoloji Meclisi, Gelîyê Godernê direnişinden Yeşil Yol direnişine selam yolladı. Kürt halkı, bir yandan AKP hükümetinin savaş tehditlerine karşı “İnadına Barış!” diye haykırıp bir yandan her gün gelen cenazelere ağıtlar yakarken, kalan bir nefeslik sesini, dağların nehirlerin ardına yolladı. Karadeniz’in direnişine destek oldu.
Sonra dağlara at30472400eş düştü. TSK’nın, sözde terörle mücadele için yaptığı yoğun top atışı sonucu Cudi alev aldı. Yandı cayır cayır, çığlık çığlık. Koca ağaçlar, irili ufaklı hayvanlar yandı. Taze odun kokusuyla karışık, iç bulandıran bir yanık et kokusu doldurdu havayı. Çaresizce oradan oraya koşuşturan insanlar, kendi imkanlarıyla söndürmeye çalıştılar yangını. Yetkililere yapılan çağrılara cevap gelmedi. Yangın söndürme helikopteri gönderilmedi mesela. Üç gün sürdü yangın. Yeşil Yol’a destek olanlar, Cudi’ye ses vermediler. Televizyonlar, gazeteler İzmir’deki, hatta Yunanistan’daki yangınları gördüler de, Cudi’yi görmediler, göstermediler.
Medyanın derin sessizliğinde, üç gün avaz avaz yandı Cudi. Beşbinden fazla meyve ağacı ve çok sayıda hayvan katledildi. Tam Cudi yangını söndü derken, Diyarbakır tutuştu. Ardından Lice. Kürt illeri yine yangın yeri. Yanan sadece ağaçlar, hayvanlar değil. Yanan anaların, ataların emekleri, evlatların hayalleri. Yanan Kürt’ün dünü, bugünü, yarını.
Ve bu, devletin Kürt coğrafyasında yaptığı ilk doğa katliamı değil. AKP hükümetinin doyumsuz rant düşkünlüğüyle son on yıldır ülkenin dört bir yanında görülen doğa ve kültür katliamının çok daha acımasızı (insan katliamı da cabası!), Kürt coğrafyasında nesillerdir yaşanıyor. Devlet, terörle mücadele adı altında Kürt’ün önce ormanlarını, sonra köylerini yaktı. Kürt’ün tarlasına, hayvanlarının otlağına mayın döşedi. Giderek artan ve AKP iktidarıyla zirve yapan bir açgözlülükle, elinin uzandığı her yeri barajlar, HES’ler, TOKİ’lerle betona boğdu. Atıklarla, kimyasal silahlarla, suyunu, havasını zehirledi. İnsanları yüzlerce yıldır yaşadıkları evlerinden sürdü, en fazla 100 senelik ömrü olan beton yığınları için, binlerce yıllık tarihi yok etti. Devlet, Kürt halkının hem geçmişini, hem geleceğini gasp etmek için her yolu denedi, denemeye devam ediyor.
Cudi, Amed, Lice. Yandı. Yanıyor. 90’larda TSK’nın tamamen kurak çorak bıraktığı bölge tam yeşillenmeye yüz tutmuş, tam meşeler coşmuşken, halk yeşille hasret giderirken, korkulan oldu. Lice ve Amed’deki yangınların çıkış sebepleri henüz ispatlanmamış olsa da, söndürmedeki ihmal ve gecikme ortada. 90’larda Amed’de büyüyen genç arkadaşım anlattı. Yıllar önce bir asker, belediyenin yeşillendirdiği alana astığı tabelaya kurşun saydırırken bağırıyormuş: “Ormanı haram edeceğiz size!” İşte bu devletin Kürt’e ormanı, dağı, taşı, suyu, ekmeği haram etme çabasıdır.
TC’ye Osmanlı’dan miras kalan “zorba devlet” geleneğinden en çok nasibini alanlardır Kürtler. Adına cumhuriyet demekle egemenlik cumhurun olmuyor, tabii. Askeri vesayetin gölgesinde demokrasi taklidi yaparak geçen 80 yıl ve özellikle 2010 sonrasında vesayeti devralarak hızla devletleşen AKP hükümetinin 13 senelik iktidarı boyunca, devlet, şartlara bağlı olarak, hep birilerini dövdü. Farklı dönemlerde, farklı kimlikler, farklı ölçülerde devlet şiddetine maruz kalsalar da, her dönemde en fazla baskı gören, en ağır işkencelerden geçirilen, en çok öldürülen hep Kürtler oldu. En yalnız bırakılan da… Memleketin Doğu yakasındaki zulüme, Batı’dakiler kör, sağır kaldı onlarca yıl.
Sonra Gezi’yle taşlar yerinden oynadı, ezberler bozuldu. Kendi yaşam biçimleri, özgürlükleri için direndikleri için devlet tarafından “düşman” ilan edilenler, yıllardır devletin “düşman” deyip öldürdüğü Kürtlerin de bir direniş hikayesi olabileceğini fark ettiler. 14 yaşındaki Berkin’in öldürülmesinin, “sapan, bilya, terörist” yalanlarıyla devletin en yetkili ağızlarında meşrulaştırıldığını görenler, 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur’un cansız, cılız kollarının arasına sıkıştırılan boyundan büyük silahın ardındaki gerçekle yüzleştiler. Yıllardır kutuplaştırılan, birbirinden uzaklaştırılan halklar, uzun zaman sonra ilk kez birbirlerinin yaralarını gördüler, ağıtlarını duydular. Birbirlerinin acılarına dokundular.
İşte bu 17-07-2015-direnen-bir-halkin-cocuguyumdokunuş, bu yakınlaşma, bu inatçı barış özlemi parti-devletin ‘yüksek’ çıkarları için en büyük tehdit. Ardarda gelen kötü kurgulu, ucuz provokasyonlar, savaş tehditleri, abanın altından çıkartılıp açıktan açığa sallanan sopalar hep bu yüzden. Saldırılar, kışkırtmalar, patlayan bombalar bu yüzden. Ve bütün bu alçaklığın, bu ahlaksız savaşın karşısında, iki bacağı olmadan dimdik duran genç bir kadın direnişi bir cümleyle özetliyor: “Cenazeleri zılgıtlarla kaldıran bir halkın ferdiyim, direnen bir halkın çocuğuyum, o nedenle bunu atlatmak için savaşmalıyım.”
Savaşmalıyız. Ama nasıl? Yıllardır yaptığımız gibi, hepimiz kendi yolumuza gidip, sadece kendi derdimize derman arayarak mı? Bu da bir seçenek elbette. Gezi’de öğrendiklerimizi unutabiliriz. Gerçeklerle yüzleşmek yerine, eski ezberlerin tanıdık, kolay karanlığına sığınabiliriz. Fakat o zaman sadece Cudi’nin değil, Yeşil Yol’un, Cerattepe’nin, Yırca’nın direnişleri de yalnız ve eksik kalır. Çünkü, ötekinin acısını tatmayan, kendi yarasına merhem olamaz. Çünkü ezilenler birlikte savaştıklarında hem daha güçlü, hem de pek güzeldirler. Hiçbir iktidar duramaz karşılarında. Kamp Armen yürüyüşünde atılan Ermenice, Kürtçe, Türkçe sloganlar, mesela, uykularını kaçırır muktedirin. Rize’de çekilen halay, Diyarbakır’da tulum sesi korku salar yüreğine. Halkların kardeşliği, ezilenlerin birleşmesi en büyük kabusudur.
Birlikte direnmek için benzeşmek gerekmez. Her birimiz kendi kimliğimiz, kendi renklerimiz, kendi görüşlerimizle, aynılaşmadan birlikte yaşayabilir, birlikte direnebiliriz. Direnmeliyiz de. Zaten adaletsizliğe, haksızlığa, zulme, kime yapıldığına bakmaksızın karşı çıkabildiğimiz kadar insanız hepimiz. Lazın yaylasını savunup, Kürt’ün dağına sırt çeviriyorsak, Gezi’de polisin gazından etkilenen kedi, köpekler için göz yaşı döküp, Cudi’de TSK’nın yaktığı hayvanlara kayıtsız kalıyorsak, katledilenin kimliğinden dolayı göz yumuyorsak katliama, insanlığımızda ciddi bir arıza var demektir.
Bir de bunu milliyetçilikle açıklayanlar var ki, arızanın büyüğü onlar. Bunlar, direnmek şöyle dursun, son derece hoşnutlar TSK’nın Cudi operasyonundan. Oysa herkesten çok milliyetçilerin isyan etmesi gerekirdi. Malum, vatanı herkesten çok onlar severler ya… Bir karış toprağına kurban olurlar ya… TSK yüzlerce hektarlık vatan toprağını yaktı. Kaç karış eder? Kurban olmaya gerek yok, hesabı sorulsun yeter. “Kürt” deyince bayrağa sarılıp “Vatan bölünmez!” çığlıkları atanlar, milliyetçilik adına Cudi’nin yakılmasına sessiz kalarak, vatanı bizzat kendileri bölerler. Çünkü bir coğrafyada doğaya, hayvana, hele ki insana yapılan zulmü görmezden gelenlerin, o toprağa vatan deme hakkı yoktur artık. Çünkü toprak uğrunda ölünürse değil, üstünde insanca yaşanırsa vatandır.
(20/07/2015 Jiyan)

18 Temmuz 2015 Cumartesi

N'OLDİ, HDP?

8 Haziran sabahı ne güzeldi, hatırlıyor musunuz? Havanın bulutlu olduğu yerlerde bile sanki daha bir aydınlıktı gün ve daha bir genişti aldığımız nefes. Havadaki oksijen oranı mı artmıştı ne? Keyifle, uzun uzun gerinmiştik yatakta. Sevgilisiyle uyananlar sokulup cilveleşmişti mutlaka. Kıskanmamıştı hiç yalnız uyananlar, çünkü hayat her şekilde çok güzeldi. Halay uzun, umut çoktu. Çünkü o baraj yıkılmıştı ve #BizlerMecliste idik artık!
8 Haziran sabahı gölgelerin gücü adına güç bizdeydi! Neler yapacaktık, neler! Tek başına iktidar filan olmadığımızın farkındaydık tabii. Zaten yanlışları düzeltmek için iktidar olmak şart değildi ki. “Sıkı bir muhalefet” olarak göreve hazırdık. Demokrasi, eşitlik ve özgürlük temellerine dayalı yeni anayasayı hazırlayacak olan mecliste, tüm ezilenleri temsil eden 80 vekilimiz vardı. Gözleri, kulakları bizde, sokakta olacak, sesimize akis verecek, emeğimize güç katacak 80 vekil. Önergeler, teklifler sunacak, düzenlemeler yapacaklardı bizim adımıza. Bir yandan geçmişteki katliamların, yolsuzlukların hesabını soracak, bir yandan Büyük İnsanlık için geleceği birlikte kuracaktık. Barışı getirecektik, barışı! Kolay olmayacağını biliyorduk elbet, ama zordan çekincemiz yoktu ki… Son baraj bükücülerdik biz yahu! Kim tutardı bizi?Sahi kim tutuyor bizi? 8 Haziran’ın üzerinden 34 sabah geçti. Her sabah biraz daha eskisi gibi uyanıyoruz. Hava giderek ağırlaşıyor, nefesimiz daralıyor yine. Yorulmuşuz sanki, ama çalışmaktan değil. Beklemekten. 34 gündür bir hareket, bir eylem, bir seylerin değişeceğine dair bir işaret bekliyoruz Meclis’ten. Sokak üzerine düşeni yapıyor. Mahalle meclisleriyle, gönüllü hareketleriyle, taban inisiyatifleriyle hareket halinde. Mecliste aynı hareketin yansıması yok. Ve biz beklemekten yorgunuz.Doğrudur; malum şahıs, kimbilir hangi kirli çıkar hesaplarıyla, hükümet kurma sürecini geciktirdi. Koalisyon hesaplarının içinden çıkabilene aşkolsun. Güvenoyu alacak bir hükümetin kurulması zor görünüyor. Fakat hükümet kurulmadan da Meclis’te yapılacak ve yapılması gereken çok iş var. Baraj var mesela. Aylarca barajla yattık, barajla kalktık. “Faşist cunta anayasasının dayatması, antidemokratik bir uygulama” dedik. “Düşürülmeli, hatta kaldırılmalı” dedik. Dedik de ne oldu? Seçimin üzerinden bir ay geçti. Barajın yüzde beşe indirilmesi için yasa teklifi CHP’den geldi. HDP’den ses yok. Olumlu düşünmeye çalışıyoruz. Ortada saplantılı ergen tavırlarıyla, HDP’den gelen her öneriyi içeriğine bakmaksızın reddedeceğini açıkça ifade eden bir MHP faktörü var sonuçta. “Belki de MHP ret oyu vermesin diye teklifin CHP’den gelmesi daha uygun görülmüştür” diyoruz. Ne kadar gülünç olsa da, siyasi konjonktür içinde gerçeklik ihtimali yüksek bir senaryo. Ancak gerçek bile olsa, MHP reddetmesin diye yasa teklifini başka partinin vermesini beklemenin ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olduğu tartışılır.Seçim öncesindeki en büyük sıkıntılarımızdan biri, Türkiye partisi olma iddiamızın, özellikle ulusalcı kesim tarafından bitmez tükenmez bir şüphecilikle sürekli sınanması, sorgulanması ve inkar edilmesiydi. Oysa rengarenk aday listemizle, ülkenin her türlü sorununa çözüm önerisi getiren seçim bildirgemizle, memleketin her köşesindeki adaletsizliklere, yanlışlara karşı mücadelemizle, “biricik Türkiye partisi” bizdik. SeloCan’ın okuduğu türkü tam da bizi anlatıyordu. “Karadeniz’in dalgası / Ege’nin tütün kokusu / Amed’in barış tutkusu / Olmuş halkların türküsü.” O halde, Artvin Cerattepe, iktidar yandaşlarından en arsızına altın madenleri için peşkeş çekilirken, eşbaşkanın attığı bir tivitin ötesinde neden sesimiz çıkmadı? Hadi vekillerimiz Artvin’e gidemediler, mecliste bir pankart açıp destek eylemi de mi yapılamazdı? Söylemeye dilim varmıyor, ama CHP kadar olamadık. 13 senelik muhalefet süreci boyunca kendi gölgesinin dışına çıkmamış olan CHP, HDP’nin sağır edici sessizliği karşısında, iki pankart bir eylemle, direnişlerin efendisi olup çıktı.Çünkü biz o iki pankartı açıp, o eylemi yapmadık. Oysa, toprağı, havayı, yeşili savunduğu için jandarmalar tarafından yerlerde sürüklenen Rizeli kadınlar için, “Devleti devlet yapan biziz! Ben, HALKIM ben!” diye yaylaları inleten
Rabia Ana için güçlü bir destek eylemi yakışmaz mıydı HDP’ye? Hani “Yıkacağız HES’leri barajları başına / Karadeniz isyandır uğraşmayın boşuna” diyerek horon vurmuştuk ya seçimden önce… Şimdi sormazlar mı insana: “N’oldi, HDP?”
Rabia Ana için güçlü bir destek eylemi yakışmaz mıydı HDP’ye? Hani “Yıkacağız HES’leri barajları başına / Karadeniz isyandır uğraşmayın boşuna” diyerek horon vurmuştuk ya seçimden önce… Şimdi sormazlar mı insana: “N’oldi, HDP?”
Hak geçmesin, bireysel olarak çok çalışan ve bölgelerindeki sorunlara çözüm bulmaya çalışan HDP’li vekilleri görüyor ve takdir ediyoruz. Ayrıca, söylemeden geçmek olmaz; Türkiye’nin Suriye politikasında çok önemli adımlar atacağını umduğumuz Barış Bloku’nun oluşturulması da çok ciddi bir iş. Ancak bütün bunlar, eşzamanlı olarak, Meclis’te yapılması gerekenlere engel olmamalı. Başka partilerde olsa da, HDP’de olmamalı. Çünkü eşbaşkan Demirtaş’ın geçen sene bu zamanlar söylediği gibi, HDP Türkiye’de siyasetin çıtasını yükseltti. Bu yüzden HDP’den beklentimiz yüksek. Bu yüzden canımız tez, sabrımız az. Ve bu yüzden, konuştuğum, dertleştiğim pek çok HDP’li arkadaşım ve ben, partideki durağanlıktan, eylemsizlikten rahatsızız. Ben, bu rahatsızlığı dillendirdim. İlgili kulaklara gözlere değsin, haberleri yoksa öğrensinler. Bizim bilemediğimiz bir durum varsa da onlar paylaşsınlar, biz öğrenelim. Bu arada, yanlış gördüğümüzü, aklımıza yatmayanı eleştirmeye devam edelim. Yapıcı eleştirilerle daha iyiyi, daha güzeli birlikte bulalım. Sonuçta biz, eleştirebilme hakkına inandığımız için HDP’ye oy verdik.
(12/07/2015 Jiyan)

2 Temmuz 2015 Perşembe

"ŞEY DEĞİL Mİ LAN O? MİLLETVEKİLİ HANİ."


İstiklal Caddesi’nin kalabalığında, bir yandan sohbet ederken, hızlı adımlarla yürüyoruz. Selam verenler, tebrik edenler var. Her birine gülümsüyor, teşekkür ediyor. Durup sohbet etmiyor, çünkü acelemiz var. Eyleme gidiyoruz. Arada, bir iki adım geride kalınca, arkadaşını dürtüp yanlarından geçen adamı işaret eden bir delikanlı görüyorum. “Şey değil mi lan o? Milletvekili hani. Neydi adı?”  Arkadaşı bakar bakmaz, adlı adınca tanıyor. “Sezai Temelli.”
Sarı-kızıl sakalları, mavi gözleriyle kalabalık arasında kolaylıkla fark ediliyor HDP İstanbul 2. Bölge Milletvekili Sezai Temelli. Seçim öncesinde medyada sıkça görüldüğü için, ismini hatırlayamayanlar çıksa da, çoğunluk simasını tanıyor. Yetişkin hayatının tamamı siyasetin ve aktif mücadelenin içinde geçmiş olmasına rağmen hiç bu kadar göz önünde olmadığı için bu “şöhret” tuhaf geliyor ona. Bir yandan yeni konumuna alışmaya çalışırken, bir yandan yaşantısında hiç değilse bazı şeylerin “eskisi gibi” kalabilmesini istiyor. Arkadaşlarla yenen bir yemekten sonra, geç saatte dolmuşa atlayıp evine gidebilmek gibi.
Sezai Temelli aday olmadan önce İstanbul üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. Hakkında internette bulabileceğiniz yorumların hemen hepsi öğrencilerine ait. Olumlu yorumlar çoğunlukta, ama çok sert eleştiriler de mevcut. Sevenleri arasında okulun en “cool” hocası olduğunu söyleyenler var. Eğitim-Sen üyeliğini, insan hakları konusunda duyarlılığını, en çok da derslerindeki “serbest kürsü” gibi sıradışı uygulamalarını anlatıyorlar. En çok “fanatik Fenerbahçeli” olması eleştiriliyor. Bir de ders anlatırken müfredat dışına çıkması. Bazılarının pek sevdiği sıradışılık, belli ki başkalarını rahatsız etmiş.
sezaiVekillikte de sıradan olmamaya kararlı Sezai Temelli. Meclisteki odasında ziyaretçi kabul ederek değil, alışık olduğu şekilde sahada, insanların arasında, sorunları, dertleri yerinde görerek, gerektiğinde sokakta direnerek yapmak istiyor görevini. Direniyor da. Geçtiğimiz Csezai2uma günü 18:00’de Kobane için yapılan gösteride, 19:30’da Kamp Armen yürüyüşünde yerini aldı. Pazar günü Onur Yürüyüşü’nde polis saldırırken de oradaydı, henüz gaz dağılmadan halay çekilirken de. Gösterilerde, meydanlarda daha bir rahat sanki. Alışık olduğu, kendi deyimiyle “içinden çıktığı” sokak direnişi ve mücadele ortamına girdiğinde, yeni konumuna henüz alışamamış olmanın getirdiği hafif gerginlikten eser kalmıyor. Mimikleri daha derin, beden dili daha görünür oluyor. HDP İstanbul 2. Bölge Milletvekili değil, Sezai oluyor. Sahici gülen, kocaman sarılan, inatla direnen bir adam.
Gezi’nin etkileri şu an mecliste
Sokakla ilişkisini nasıl sürdüreceğini merak ediyorum. 7 Haziran seçimlerinde 10danSonra, +1 gibi tabana dayalı seçim insiyatifleri, HDP’ye destek açıklamasının ötesine geçerek, aktif destek çalışmaları yaptılar. Sokaklarda, sosyal medyada HDP’ye oy istediler. Gezi’den beri yoğun olarak tartışılan sokak-sandık ikileminde, sokakla sandığı “barıştırmak” yönünde güçlü ve etkin adımlar attılar.  Şimdi bunun ikinci ayağı olarak, sandığın yüzünü sokağa çevirmeyi, deyim yerindeyse siyaseti sokağa doğru bükebilmeyi amaçlıyorlar.  Yerel yönetimlere bu kadar ağırlık veren bir partinin vekili olarak, sokakla ilişkinizi canlı tutmak için bölgenizde ve mecliste ne gibi çalışmalarınız olacak?
“Bu yeni siyaset yapma biçimi dediğimiz, yöntemsel olarak da aslında bizim de üretilmesine katkı sunduğumuz siyaset, ister istemez bizim vekillik yapma tarzımızı değiştirecektir.  Çünkü zaten biz de oradan çıktık geldik. Direnişteydik, sokaktaydık, sendikal mücadelenin içindeydik, kadın mücadelesinin içindeydik. Gezi’deydik. Hangi mücadele alanı varsa, bizler oradan çıkıp geldik. Hem o siyasetin içinden çıkıp gelmenin etkisi, hem de politikalarımız itibariyle, o siyasetin üretim süreçlerinden beslenmiş olmanın etkisiyle karşılıklı etkileşim, yansımaya devam edecektir.  2013’te Gezi olduğunda, bunun etkileri ne olacak diye herkes tartışıyordu.  Bunun etkileri şu an mecliste zaten.  Dolayısıyla, yeni bir siyaset estetiği var artık. O daha barok bir siyasetten,  daha anarşizan estetiğe sahip bir siyasete doğru, daha yatayın kendi iç çelişkileriyle ürettiği bir siyasete, hiyerarşileri yıkan bir yere doğru evrilen bir siyaset var.  Biz şimdi artık geldiğimiz ve ürettiğimiz siyasete, hiyerarşileri kuran değil yıkan, siyaseti birlikte eyleyen ve söylemini de buradan üreten bir yerdeyiz. Bu eşikten sonra siyaset bir daha eskiyi üretemez. Yeni bir şey üretmek zorundadır. Bu yeni siyaset yapma biçimi aslında kendisini çokluk kavramıyla ifade ediyor. Yani çokluğun örgütlenmesi. Çokluğu hangi nitelikleriyle örgütleyeceğiz? Sınıf siyasetini şimdi yeniden nasıl güçlendireceğiz? Toplumsal emek, radikal demokrasi, çokluk.. bu kavramları neden bu kadar fazla zikrediyoruz, konuşuyoruz? Çünkü hayat bu haliyle bütün farklılıklarıyla, bütün renkleriyle, bütün mücadele alanlarıyla her yerde kendisini gösteriyor, çoğalıyor ve onları biz siyaset yapmaya çağırdığımızda, tam da senin çağırdığın, tanimladigin değil, kendisini tanmiladığı yerden gelip katılıyor.  O zaman şimdi biz buradan bir ortak ürün yapmak zorundayız.  Üretebilirsek başarırız.  Bütün çabamız da o”. 
Peki, bu ortak ürünü üretmek için somut olarak ne yapacaksınız?
“Mahalle meclisleri, yaşamın her alanında daha politik mücadele biçimlerine imkan vermek.  Sosyal üretim dediğimiz alanda, yani yaşamın yeniden üretilmesinde, iktisadi üretim, sosyal üretim, siyasal üretim dediğimiz alanlarda ortaklaşmaları sağlayacak, karar mekanizmalarını tabana yayacak ve öncelikleri ortaklaştıracak bir arayışın içindeyiz. Bugünden yarına matematiksel modelleri, formülleri üretemeyebiliriz. Fakat bu çaba bile önemlidir. Eskinin yerine ikame edilecek bir şeyin artık görünür olduğu bir çözümü birlikte bulacağız”. 

İktisadi alanın demokratikleştirilmesi
Sokakta direnen “Sezai” ekonomi konuşurken “Sezai Hoca” oluveriyor. Sesinde ve tavrında ölçülü bir rahatlık, hissedilir bir özgüven var. Öğretmen olmanın verdiği alışkanlıkla olsa gerek, söylediklerinin anlaşıldığını karşısındakinin bakışlarından teyit etmeye çalışıyor. HDP’nin programında demokrasi, özgürlük, barış gibi kavramların daha fazla vurgulanıp, ekonomi başlığının medyada daha az tartışılmış olmasını, kamuoyunun bu seçimde “parlamenter sistem devam mı edecek, yoksa başkanlık sistemi mi gelecek?” üzerine odaklanmış olmasıyla açıklıyor.
 Sırf bizde değil, bütün partilerde, ekonomik programlar ne kadar anlatılırsa anlatılsın, günlük haber içine sıkıştı, hızla tükendi ve bitti. Ağırlıkla tartışılan konu, başkanlık sistemiydi.  Bu da HDP ile çok ilişkili bir konuydu, bu yüzden HDP’nin görüldüğü yer, ya da HDP üzerinden kampanyanın değerlendirildiği yer deyim yerindeyse, ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ mottosu oldu.  Bu bizim için de iyi bir şeydi, genellikle kamuoyunun odaklandığı nokta olarak da iyi bir şeydi. Ekonomi programı olarak ne kadar güçlü bir program yazarsanız yazın, bunu aşabilecek bir gündem yaratmanız mümkün değildi.” 
Özgür Gündem’deki yazılarında ve çeşitli televizyon programlarında söylediği  “HDP programının her başlığı ekonomi başlığıdır, tersi de geçerlidir” sözünü açmasını istiyorum. Büyük İnsanlık ekonomisinin ne olduğunu soruyorum. Özenle anlatıyor.
“Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Yeni Yaşam anlayışımızı Büyük İnsanlık’la bir genel seçim kampanyasına taşıdık. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Yeni Yaşam’ın hayalini tasavvur ediyorduk, ama seçim bildirgemizde bunu somut günlük hayatta karşılıklarını üretmeye çalıştık. Bizim seçim bildirgemiz, programımızda olduğu gibi, bütünlüklü bir bildirgeydi. Yani her konu birbirinden kopuk birer bölüm olarak değil, kendi içsel bağlarıyla kendini ifade etti. Her başlıkta aslında ekonomi vardı, ekonomide de her başlığı bulmanız mümkündü. Yeni bir ekonomik politik anlayışa sahipti. Özellikle de demokrasi meselesinde kalın çizgilerle altını çizdik. Türkiye’de bir demokrasi açığı var, bu demokrasi açığının hızla kapatılması lazım. HDP bu anlamda sorumluluk aldı. Yeni bir demokrasiyi de anlatmak zorundaydık.  Bu bağlamda demokrasi ve ekonomi alanlarını bağdaşlaştırırken, iktisadi alanın demokratikleştirilmesi denen bir söylemi iletmiş olduk. Neden? Çünkü iktisadi alan, toplumdan gittikçe uzaklaştırılmış, yalıtılmış, toplumun iktisadi alanla ilişkisi kesilmiş. Kendinden menkul bir iktisadi alan var, toplum buraya müdahil değil.  Örneğin: Borsayla ilgili haberler her gün televizyonda. Özel ekonomi haber kanalları var. Borsa iniyor, çıkıyor. Halk bunu izlediğinde, borsanın düşmesinin kötü bir şey, yükselmesinin iyi bir şey olduğunu biliyor.  Ama ne o kötülükten, ne de o iyilikten etkileniyor. Ve orada kullanılan hiçbir şeyi anlamıyor. Dil kopukluğu var ve onun ötesinde, bu onun hayatına değmiyor. Bu tamamen sermaye biliminin üretmiş olduğu bir şey ve ekonominin halkla kopukluğu hali.  Kimse hisse senedi görmemiş. Çok çok az bir zümrenin elinde, spekülatif amaçlı kullanılan bir araç. İnsanlar iktisadi hayata müdahil olarak haklarının peşinde koşarsa, o zaman bu ekonomiyle halkın arasında bir ilişki kurulmuş olur.  İşte iktisadi alanın demokratikleştirilmesi dediğimiz bu. Bu nasıl olur?  Tabii borsa göstergeleriyle, döviz fiyatlarıyla olmaz. bizati iktisadi öznelerin (ki bizim için bu emektir), yani emeğin iktisadi alanda söz, yetki, karar sahibi olabileceği üretim ve o üretime bağlı sosyal üretim. Bizim bahsettiğimiz bu. Tabi böyle konuştuğunuz zaman halklar bunlara da uzak kaldığından, bu konuları biraz hayali bulabiliyor. Ama somuta indirgediğinizde, ‘hah, tamam’ diyor. ‘Burada bir şey var.’  Ne var?  Örneğin, dedik ki asgari ücret yoksulluk sınırının yarısı olmalı.  Sendikaların belirlemiş olduğu, dört kişilik ailenin yoksulluk sınırı var.  Bunun yarısı olmalı.  Bu şu demek oluyor: Yoksullukla mücadele etmekte, asgari ücreti çıkartmak önemli bir araç. Peki asgari ücretin yükselmesiyle issizlik artar mı?  Hayır.  Bu ikisi arasında aslında başka bir bağ var.  Birileri birilerine bir ücret ödüyorsa burada bir üretim vardır. Üretimin verimliliği vardır. Aslolan o verimliliğin nasıl paylaşılacağı. Bugün verimlilik hak adalet anlayışı içinde paylaşılmıyor, bir ‘kumarhane kapitalizmi’ anlayışında, işte o spekülatif borsayı ve finans sektörünü beslemek içın gasp ediliyor. Bunu bizzat üreten sübjelere bırakabiliriz. Bunu yaptığınızda, üretim alanı da zenginleşir, çünkü o verimliliğin karşılığını alan emek, verimlilik düzeyini de arttırır, siz de bu artışı toplumsallaştırabilirsiniz. Nasıl? Halktan alacağınız adaletli vergilerle. Siz o adaletli vergilerle demokrasi açığının kapatılmasında çok önemli bir role sahip olan kamu hizmetlerini toplum yararına yeniden üretirsiniz. Bu döner, yoksullukla mücadele eder, bu mücadele gelir işsizliği azaltır. Bu ekonominin demokrasiyle kendi içsel bağı var. Sosyal bağı var. Sosyal üretim bağı var.  Bunu görmezden geldiğinizde, ekonomiler üç sene iyi giderse, beş sene kötü gidiyor. 10 bin dolar kişi başına gelir yükseliyor, sonra orta gelir sıkışmasına takılıyor.  Neden takılıyor? Ekonomi hızla potansiyel artı değerini tüketmiş, yeni potansiyeli açığa çıkartacak ünitesi kalmamış oluyor.  Biz diyoruz ki, 10 bin dolar kişi başı gelir varsa, bu 10 bin doları olanlar kimler? Yıllık 10 bin dolar.  Dört kişilik bir ailede 40 bin dolar yapar. Bugünkü kurdan hesaplarsanız, ayda haneye 10 bin TL girmeli.  Ayda evine 10 bin TL girenler kimler? Böyle bir aile yok. Kimse tanımıyor bu aileleri. Demek ki burada bir sıkışma da normal, ekonominin sağlıksız büyümesi de normal. Bu başımıza gelen felaketler de aslında beklenen sonuçlardır. Bunları kırma yerlerini işaret ettik biz. Gençlere 200 TL genç kart, çocuklara gıda bankası.  Bütün bunlar hem sorunlarla mücadele ediyor, sağlıklı beslenme, gençlerin işsizlik sorunu, hem de ekonomiyi tabana oturtuyor. Tarım sorunu, kooperatifler yerel yönetimlerin güçlendirilmesi…  Tabii, dediğim gibi, bütün bunları söylediğimizde o insanlar ekonomik sürece katıldığında, aslında iktisadi özne olmanın ötesinde, siyasi özne de olmaya başlarlar.  Şimdi mesela Turkiye’de siyasi özneler, bu kimliklerden daha çok, siyasi, sosyal alandaki kimlikleriyle mücadele ediyorlar. Fakat bunun iktisadi bağları da var.  Mesela Kürt sorunu da bu anlamda bir yanda iktisadi bir sorundur, diğerinde sınıfsal bir meseledir. Çünkü Türkiye’nin en yoksul kesimi Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu yerlerdir.  Türkiye’deki en yüksek işsizlik Kürtlerdedir.  En kötü beslenme, en erken ölüm ortalaması Kürtlerdedir.  Yani Kürt sorunu aslında bir yanıyla iktisadi olarak demokratikleşmemesinden kaynaklanan bir sorundur. Mesela Turkiye’de tarım sorunu vardır.  Turkiye’nin tarımını ayakta tutucak yer Kürdistanken, Kurditan’da ormanların yakılmasıyla, tarim arazilerinin yok edilmesiyle, köylerin boşaltılmasıyla tarım tahrip edilmiştir. Bunların arasındaki bağlardan bahsederken işte bu yeni ekonomik politik dediğimiz yaklaşımımızdır”.

Tecrit sonlanmalıdır
Kırmızı çizgiler, çıkar hesapları ve savaş söylentileri içinde süregelen koalisyon hesaplarını sormamakta kararlıyım, çünkü bu konuda söylenebilecek her söz zaten söylendi. Giderek bir kör dövüşüne dönüşen koalisyon spekülasyonları sürüp giderken, daha fazla zaman kaybetmeden mecliste ele alınabilecek ve alınması gereken konular neler?  Hiç lafı dolaştırmıyor. Cevabı direkt, ve beklemediğim kadar karamsar.
“Böyle bir umudum yok.  Bir kere böyle bir parlamento kültürü yok. Daha öncesinden de gelen bir şey var, ama özellikle son 13 yıldır parlamento o kadar fazla yürütmenin etki alanı içine sıkışmış ve bütün o hassasiyetlerini, meziyetlerini o kadar yitirmiş durumda ki, böyle bir parlamentonun insiyatif aldığı, meclisin insiyatif aldığı bir kültür henüz yok.  Bu HDP ile oluşacak.
“HDP’nin bir iddiası da bu.  Koalisyon tartışmalarının ötesinde, parlamentoyu güçlendirmek, parlamenter siyasetin eksiklerini gidermek.  Tabii merkezi vesayeti azaltmak yönünde söylüyorum bunu. Yerel demokrasiyi özerkliği güçlendirmek anlamında söylüyorum. Atlanmaması lazım.  Yasama, yürütme, yargı bağımsızlıklarının, kuvvetler ayrılığı ilkelerinin yeniden yapılandırılması gerekiyor.  Burada parlamentonun hükümete rağmen, hükümetten ayrı olarak insiyatif alabilmesi lazım.  Eğer bu olabilseydi, şimdi atılması gereken adımlar olabilirdi.  Ancak şu an için böyle bir umudum yok. HDP tabii, ısrarcı olacak, zorlayacaktır hükümeti beklemeden. Zaten hemen bir soru önergesi verdik, bildiğiniz gibi.”
HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün, kayıp asker Osman Karadeniz hakkında verdiği soru önergesinden bahsediyor. Yeni meclisin ilk soru önergesi hakkında henüz bir gelişme yok.  Devam ediyor Temelli.
 “Ne olurdu, eğer olabilseydi? Bir kere hızla, dondurulmuş olan askıya alınmış olan görüşmelerin başlaması, müzakere sürecinin hızlandırılması gerekir.  Bu Türkiye’de çok önemli bir sorundur.  Kürt sorununun şu an için biricik çözüm yöntemi budur.  Bunun ihmal edilmemesi gerekir. Seçim kampanyası nedeniyle AKP hükümeti bunu çok ihmal etti, hatta tersine çevirdi. Buradan siyasi nema bekledi. Giderek Türk milliyetçiliğini yükselterek, buradan oy beklentisine kendini kaptırdı. Türkiye’ye zaman kaybettirdi.  Belki de bu nedenle, bir çok can yitirdik. Belki de bu nedenle onarılması zor yaralar açtık.  Bütün bunlar tabii ki içimizi acıtan şeyler.  Ama yine de şu anda hızla bu süreç başlamalı.  İlk adım olarak, bir kere hükümet hala görevdedir.  Bu parlamentodan da bağımsız olarak, hemen İmralı heyeti adaya gitmelidir. Görüşmelere başlamalıdır.  Bu tecrit sonlanmalıdır. Çünkü sayın Öcalan bu sürecin bir numaralı muhatabıdır. Ona rağmen sürecin ilerlemesi mümkün değildir.  Bunu artık Turkiye’de herkesin idrak etmesi lazım. Eski siyasete çok bağımlı kalmış hukuğun, yasaların yönlendirmesiyle yol alınamaz.  Artık yeni bir siyaset var.  Yeni siyasetin hukuğunu bir an önce yasalaştırmamız lazım. Parlamentonun üzerine düşen vazife de bu.  Bir taraftan çözüm süreci, Sayın Öcalan’la devlet arasındaki müzakerenin nasıl yürüyeceği biçimlenirken, bir taraftan bu yeni siyaseti üretecek olan parlamento, bu konuyu hızlandıracak, çözüme olanak sağlayacak, ulaşacak yasaları geçirmelidir.  Ama dediğim gibi, o kadar hızlı bir temposu, güçlü bir temposu olacağını sanmıyorum. HDP zorlayacak, güçlü bir şekilde burada yer alacak, insiyatif alacak, kamuoyunu, özellikle şimdi parlamento üzerinden, yeniden bilgilendirecek, şeffaflık getirecek.  Yani artık komisyonlarda, kapalı kapılar ardında dönen şeylerin o kadar kapalı kalmaması sağlanacak. Halkın bilgi alma hakkı var. İnanıyorum ki insanlar doğru bilgiye ulaştıklarında çözüme çok daha hızlı yaklaşacaklar. Türkiye’de çok ciddi bir kara propaganda var. Türkiye’de hala belli isimler üzerinden, belli yapılar üzerinden siyaset üretiliyor.  Sayın Öcalan üzerinden, PKK üzerinden. KCK üzerinden. Oysa hem Öcalan’ın, hem bu yapıların Türkiye siyasetine getirmiş oldukları, söylemiş oldukları, çözüme dair katkılarının görünür olması lazım.  Parlamento düzeyinde bunu sağlamaya çalışacağız.  Evet silahlar bırakılsın, iyi de nasıl? Evet barış süreci olsun.  Nasıl?   Dağdaki insanlar insin. Nasıl? Yani bunları talep etmek tamam, ama parlamento tam da bunların nasıl olacağını üretmelidir.  Artı, artık bugün Türkiye Cumhuriyeti meclisi artik sadece Türkiye sınırlarında siyaset üretemez.  Kendi ötesinde de gelişmeleri, bölge barışını ve bölge halklarının taleplerini de dikkate almak zorundadır.  Geçtiğimiz dönem, tersinden bir yaklaşımla yayılmacı bir siyaset anlayışıyla, mezhepçi bir yaklaşımla, Suriye politikasında, Irak politikasında büyük hatalar yapmıştır.  Bunların telafi edilmesi lazım.  Suriye halklarının özgür ve barış içinde yaşamalarını tesis etmek, inşa etmek de bizim sorumluluğumuzdadır.  Yani geçmişin hatalarının telafisi de bizim sorumluluğumuzdadır.  İşte Kobane’de yaşananlar.  Daha dün yaşanan saldırı bile, aslında devletin eksikliği ve hataları sonucudur.  Suçlamalar var, henüz kanıtlanmamış.  Ama diyelim ki hiçbir suçu yok bu saldırıda, yine de yapmış olduğu ihmallerin, hataların sonucunda bu saldırılar gerçekleşiyor.  Tüm bunlarda da artık bu parlamentonun sorumluluğu vardır. Nasıl bir hükümet çıkarsa çıksın, parlamento o anlamda, gerekirse hükümete rağmen, insiyatif almak zorundadır.  Bu duyarlılıkları sergilemek zorundadır.  Yeni tablo geçen döneme göre daha umut verici.  Hem bizim daha kalabalık olmamızdan, hem de niteliksel olarak bizim siyaseti çektiğimiz noktada, biz inanıyoruz ki diğer partiler bu geldiğimiz, anlatmaya çalıştığımız uzlaşı kültürüne, buluşmaya, beraber çözüm üretme konusuna, şu ana kadar MHP’nin sergilediği tavırla yaklaşmayacaklardır.  Ortak çözümler üretebileceğiz.”
(01/07/2015 Jiyan)

AKIN OLGUN: SOKAKLA SINANMAYAN HER DÜŞÜNCE EKSİKTİR


“Önemli olan başına ne geldiği değil, başına gelene nasıl tepki verdiğindir” der Epictetus. Kimi çakma mağduriyetler üzerine nefret imparatorlukları inşa etmeye çalışırken, kimi gördüğü insanlık dışı zulmü, sağduyu, empati ve insanlığa dair tükenmez bir umutla harmanlayıp, daha güzel bir dünyanın temeline harç yapar. Akın Olgun, 90’larda faşist devlet mekanizmasının çarkları arasında ezilen yüzbinlerce insandan biri. Genç yaşta işkence, sürgün ve yaşından çok ölümle tanışmış. Hayatta kalmayı başarmış, ama onulması güç yaralar almış. Yaşadığı ve tanıklık ettiği tüm kötülüklere rağmen yüreğindeki sevgiyi koruyabilmiş. Karanlık bir kin çukuruna düşmeyi reddetmiş ve çözümün bir parçası olmak için mücadelesini yazılarıyla sürdürmüş.  Yaklaşık 10 senedir, kadın haklarından işçi cinayetlerine, halkların eşitliğinden inanç özgürlüğüne, toplumun canını yakan her konuda yazıyor.Yalın bir dili, özenli, incelikli bir üslubu ve hepsinden önemlisi, çok güçlü bir sol vicdanı var Akın’ın. Yazdığından çok okuyor, konuştuğundan çok dinliyor. Bu söyleşide bir istisna yapıp sözünü, sesini tutmadan anlatsın, tarihe not düşsün istedim. Uzun uzun seçimi, sokağı, HDP’yi, koalisyon olasılıklarını, kullandığım terimi beğenmese de sivil insiyatifleri ve elbette BirGün’ü konuştuk Akın Olgun’la. Bir de güzel polemik yaptık ki, o kadar olur.
  •  Seçim sakinolgunonuçlarıyla başlayalım. Çok şey yazıldı, konuşuldu. Halkın şu veya bu mesajı verdiği söylendi, söyleniyor. Koalisyon tahminleri yapıldı, yapılıyor. Sen nasıl yorumluyorsun? Sürpriz oldu mu? Halk(lar)ın bir mesajı var mı?
Açıkçası, çıkan sonuç benim için sürpriz olmadı. 13 yıllık bir iktidar var. AKP iktidarı ile çürüme ve kokuşmuşluk, yukarıdan aşağıya doğru yayılarak daha görünür ve sorgulanır hale geldi. İktidar içi pasta kavgası, tüm bu kokuşmuşluğu gün yüzüne çıkardı. Ek olarak tek adam hegemonyası, hayatımızın her alanına yaptığı müdahalelerle kendini hep hissettirdi. Bugüne ait bir hikaye değil bu. Her çürüme ve kokuşmuşluğun bir geçmişi var elbette. Sağ iktidarların birbirlerine devrettikleri bir mirastır bu siyaset şekilsizliği. İktidarın aldığı yenilgiyi sağlayan en büyük etken ise, hayatın her alanında sabırla yürütülen mücadelenin kendisidir diyebiliriz. Mücadelenin ivmesi, iktidarın baskı, zor ve keyfiliğine paralel olarak gün be gün artmış ve gelişmiştir.  Sokağın sesi küçümsenmemelidir.  Her köşe başında biriken ve hiç duyulmadığını düşündüğünüz sesler, gün gelir tek bir damlayla dev bir koroya dönüşür ve siz ne olduğunu anlayamadan, karşınızda milyonları bulursunuz. İşte Gezi, on yıllardır sürdürülen mücadelenin biriktirdiği seslerin toplamı olmuştur. AKP iktidarı en büyük darbeyi, buradan almış, sallanmış, sendelemiş ama yıkılmamıştır. Devletin ve sistemin tehdit refleksi hızla devreye girmiş, baskı ve zoru hayata geçirip, zamana yayarak kendisini kısmen onarmıştır.
İktidar ikinci darbesini, Kobane’de ve en etkili darbeyi ise HDP’nin ve tüm muhaliflerin önüne konan seçim barajının aşılmasıyla almıştır.
Artık bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Koalisyon ve restorasyon tartışmaları, ortaya atılan formüller, olasılıklar ve olasılıklar… Her sabah yeni bir formülle uyanıyor artık Türkiye. “Beni hiç ilgilendirmiyor” diyeni de, “o olsun, bu olsun, yuh olsun” diyeni de içine alan bir süreç bu. Kimileri meseleyi devrime havale ediyor, kimi reel siyasetin gerçekliğine. Buradan sadece korkunç bir kafa karışıklığı ve muhalif parçalanmalar ortaya çıkar. Bu durumun tek kazananı olur, yani iktidar. O zaman reel siyaset söylemini dillendiren ile devrime havale eden iki anlayışın sistemde açılan bu deliği, hak ve özgürlükler konusunda nasıl daha fazla büyütülebileceğini, nasıl avantaja dönüştürüp mücadeleye yansıtılacağını belirleyen ortak bir akıl yürütmesi gerekiyor. HDP’nin ve ona destek veren demokrat, sol, sosyalist, ilerici kesimler olarak, var olan kazanımın hem ana siyasette nasıl daha etkili hale getirileceği, hem de sokakta bunun nasıl örgütlenip, büyüteleceğine kafa yormamız gerektiğine inanıyorum.
Koalisyon tartışmalarında çok net görüyoruz ki sistem HDP’yi bir iktidar formülasyonu içerisinde asla görmüyor. HDP ve demokrasi güçlerinin bu zaferinin hiçleştirilmesi ve değersizleştirilmesi için her şeyi yapacaklarına tanıklık edeceğiz. HDP’nin hem reel siyasete uygun manevralar yaparak önemli bir güç ve oyuncu olduğunu hissetirmesi gerektiğini, hem de radikal muhalefet örgütleme stratejisini, ileriye dönük bir perspektifle ele alarak büyük bir toplumsal direnç göstereceğini düşünüyorum.
Mesele bizim, sokağın ve sol siyasetin buna ne kadar hazır olduğu.
Bence asıl sorunumuz burada başlıyor. Eğer bugünden ortak bir hikaye kurulamazsa, yarın karşı karşıya kalınacak olan devlet terörü ve bu terörün sokağa yansıması olan şiddetine karşı bir duruş geliştirmek zor olacaktır. Farklılıklar, pratik karşı koyuşların önüne geçtikçe sokağın gücü zayıflar. Sokak dediğimiz şey ancak karşı koyuşu örgütleyebilirseniz ‘’sokak’’ olur. Bir takvime bağlanmış eylemliklerle yol almak, takvimleştirilmiş eylemcilik anlayışını geliştirir ki buna dikkat edilmelidir. Kadın cinayetlerinden, ırkçı ve şoven saldırılara, grevlerden, iş cinayetlerine, doğa katliamlarından, yolsuzluk, hırsızlık, talana kadar gündeme yansıyan her meseleye, anında mobilize olacak bir bakış açısı ve örgütlenme modeli oluşturmak, sokağın moral gücünü koruyacak ve güçlü bir baskı aracına dönüştürecektir. Bu ise netleşmeyi sağlar. Netlik bir duruştur ve herkesi yakıştığı yere oturtur. Sokakla sınanmayan her düşünce, her zaman eksiktir. Hak ve özgürlükler mücadelesinin çok önemli bir ortak mücadele sahası olduğu vurgusunu yapmayı önemli görüyorum.
  • Koalisyon olasılıkları içinde, sence olması gereken hangisi? Önümüzdeki haftalardaki koalisyon çalışmalari için tahminin ne?
Eğer bir restarosyon düşünülüyor ve yeniden sistemsel dengeler yerli yerine oturtulmak isteniyorsa ki görünen bu, büyük ihtimalle devletin yeniden şekillendirileceği bir siyaset operasyonu, o ya da, bu şekilde gerçekleştirilecektir.
Devlet’in ve sermayenin kodları böylesi dönemlerde hızla devreye girer lakin iktidarları ve devleti bir bütün olarak göremeyiz. Çok farklı kesimlerin ve kanatların kendi formüllerini kabul ettirmek için savaştığı ve tüm bu kavgaların, sermayenin hızla el değiştirmesi üzerinde koptuğu gerçeği bence unutulmamalıdır.
“Biz gidersek her şeyinizi kaybedersiniz” söylemi, sermayeyi elinde tutan güçlere verilen bir mesajdır. Uluslararası dengeler, talepler ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler de buna eklenmelidir. Tüm bunları birlikte düşündüğümüzde, AKP’yi dengeleyecek, sermayeyi üzmeyecek ve dış politikada ABD stratejisine uygunlukta sorun çıkarmayacak bir formül işlenecek ve istenecektir.
Toplumsal talepler ise, kurulan yeni dengeler üzerine, yeniden restorasyon söylemi içerisine yedirilecek ve sus payı diyebileceğimiz çeşitli hak ve özgürlükler öne alınarak toplumsal bir kabulün önü açılacaktır. Kaos ve istikrarsızlık istemeyen geniş kesimler açısından bu durumun kabul göreceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
  • HDP’nin önündeki en büyük fırsatlar ve engeller neler? Fırsatları değerlendirmek ve engelleri aşmak için ne yapmalı?
Bu soru, aslında artık hepimizin üzerine düşünüp cevaplar vermesi gereken bir nokta. Gerek Kürt siyasi haraketi, gerekse HDP birleşenlerinin de tartışması ve cevaplar vermesi gereken bir soru. Sanırım karşılaşılacak sorunlarla  ilgili en doğru özeti, Foti Benlisoy’un baslangicdergi.org sitesinde kaleme aldığı “HDP’nin “topuğu”, yani zayıf noktası ne?” başlıklı yazısında bulabiliriz. En azından buradan yola çıkarak doğru cevaplar arayabiliriz.
HDP’nin çok fazla handikapları olduğu gerçeği çok açık. Geniş kitlelerle kurduğu örgütlenme modeli ve bu modelin Kürt özgürlük mücadelesine göre doğal olarak şekillenmiş olması, Kürt sorununun barışcıl yollarla çözümlenmesi konusundaki farklılıklar ve tarafların Ortadoğu’ya ve bölgesel meselelere yaklaşımının yarattığı açmazlar, bir bütün olarak HDP’nin siyaset yapma biçimini, ortaya koyduğu programatik söylemlerini ve ilkelerini zorlayacak bir dizi meseleyi önümüze getirebilir. Daha özetle söylersek “Türkiyeleşme” modeli ile HDP içerisine alınan farklı söylem ve temsiliyetlerin, bölgesel gelişmeler ve alınan tavırlar üzerinde bütünlüklü bir duruş sergileyebilmesini zorlayacaktır.
Kürdistan özelinde yaşanan her sorun, doğal olarak HDP’de bir karşılık bulacak ve içerisinde yer alan değişik kesimlerin reflekslerini dışarıya taşıracaktır. Sistem siyasetinin baskılaması ve kuşatarak düzen içi sınırlara hapsetme hamleleri ile boğuşmayı da buna eklemeliyiz -ki burasının nasıl kaygan bir zemin olduğunu hepimiz biliyoruz.
Elbetteki HDP’yi oluşturan bileşenler bunun farkındalar.
Yola çıkılırken tüm bunların hesaplanmadığını düşünmek sanırım saflık olur lakin bilmek ile karşılaşmak arasında çok fark var. BDP’nin bir bölge partisi olarak çok rahat ve net bir şekilde yaptığı siyaseti, HDP’de yapabilmesi zor olacaktır. BDP’nin Türkiyeleşme gibi refleksi yoktu, asıl olarak Kürt haraketinin bakış açısı ile uyumlu oluşu, hızlı refleks geliştirmesini ve söylem birliğinin diri tutulmasını sağlıyordu. HDP’nin yumuşak karnı bu yanıyla ironik olarak “Türkiyeleşme” diyebiliriz.
Eğer HDP, sokak, emek ve özgürlükler siyasetini ve buna uygun bir örgütlenme modelini aşağıdan yukarıya ve oradan siyasetin damarlarına taşıyabilecek bir hat kurabilmeyi başarabilirse -ki bunu gerçekleştirebilecek bir birikime, mücadele aklına ve ahlakına sahip- “Türkiyeleşme” söylemi, başta Kürt sorununun barışcıl yollarla çözümlenmesi dahil, bir çok meselede, daha rahat bir  radikal muhalef yapabilmesini sağlayacaktır.
Parti içi dengeler, kişilerin ve yapıların refleksleri vb gibi bir çok şey, genel politika ile uyuşmayabilir. Gidişler ve yeni gelişler yaşanabilir. Meclis içi denklemleri etkileyecek yeni formüller karşımıza çıkabilir. Meclis içinde iki grup olarak yer alma ve toplumsal sorumlulukları kendi içinde paylaşma gibi formüller de gündeme gelebilir. Bu olasalıkların hepsi, erken seçim gündemiyle başka bir boyuta da geçebilir. Neler olabileceğini bugünden kestirmek kolay değil. Olasılıkların hepsi, düşünülen formülleri etkileyecektir. HDP açısından etkilenilmeyecek tek şey, hak ve özgürlükler mücadelesi, Kürt sorunun barışçıl çözümüne dair duruştur.
HDP ve tüm dost güçlerin seçim barajını aşarak kazandığı zafer, hak ve özgürlükler mücadelesinde önemli bir sıçramadır. Bu sıçramayı, sokağı ve mücadeleyi örgütleyecek kanallar yoluyla hızla inşa edebilirsek, sol söylem ve değerler karşılık bulacaktır. Sistemin zoruna karşı, sokağın zorunu çıkarmak, büyük bir basınç yaratarak, hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmek, mücadelenin moral üstünlüğünü koruyarak, sağ siyasetin ilerlediği kulvarları tıkamak artık siyaset iddiası olanların elindedir.
Kimse, HDP’nin aldığı sonucu küçümsememeli. Artık meclis içerisinde temsil ve mücadele gücü yüksek bir alan var. Bu alanı “parlamenterizm” eleştirileri ile hafifletmeye ve içini boşaltmaya çalışmak ve bunun karşıtlığı üzerinde konumlanmak kimseye bir şey kazandırmaz.
  • Son seçimde sivil insiyatiflerin daha önceki seçimlerden çok daha aktif ve etkin olduklarını gördük. Bu oluşumlar arasında sence en başarılı olan hangisiydi? Bu insiyatiflerin harekete geçirdikleri güç seçim sonrasında nasıl kullanılabilir?
Buna “sivil insiyatif” demek ne kadar doğru, tartışılır. Öncelikle, bağımsız olarak HDP’nin seçim barajını aşma noktasında ortaya irade koyan, bunu tarihsel bir sorumluluk ile ele alan, koyduğu iradeyi örgütleyen, geçmişi, kökleri ve mücadele geleneği olan örgütlenmeler bunlar.
Örneğin, Halkevleri aktif siyaset ve çalışma yürütenlerdendir. Barajın aşılmasının, hak ve özgürlükler mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğini, bulunduğu her alanda örgütleyen yapılardandır.
Keza “Artı1” diyerek bu mücadeleye destek veren arkadaşlar da öyle.
Burada sanırım en özgün olanı 10danSonra haraketidir. Başlangıç dergisi cevresinin yeni bir model ile çok farklı katmanlardan insanları bir araya getirmeyi başarması, birbirleriyle hiç bir örgütsel hiyerarşik bağın bulunmaması, sadece anlayış temelinde bir araya gelinmesi en özgün olanıdır. Elbette ki bu anlayış, Türkiye mücadele tarihinden süzülmüş bir düşüncenin yansımasıdır. Evet, bunu organize eden, düşünsel şemasını çıkaran, kişiler üzerinden değil, ortak anlayış üzerinden örgütleyen, yani fikri sokakla sınayan bir yaklaşım bu. Sanırım, en doğru Gezi okumalarından biridir.
Yıllar sonra dönüp bugünlere baktığımızda, tüm tavır alışların, duruşların büyük anlamı ve değeri olduğunu çok daha iyi anlayacağız…
Bu çalışmalar, ittifak denilince mutlaka bir araya gelinmelidir düşüncesini de kırmıştır. İttifak anlayışına yeni bir soluk kattığını görmeliyiz. Büyük olanın içinde “erime, kaybolma, kimliksizleşme” vb gibi hiç bir iddia taşımayan ve bir araya gelmemenin teorisini yapan kesimler açısından da iyi bir örnektir. Çünkü iddia sahibi olan, ideolojik sağlamlığına güvenen hiçbir yapı, ittifak görüşmeleri yaparken bu tür “kaybolma, erime, kimliksizleşme” gibi kaygılarla gelmez. Çünkü bunu söylediğiniz anda, kendi değerinizi ve ideolojik sağlamlılığınızı sıfırlamış olursunuz. Dediğim gibi, ittifak anlayışımız illa ki bir araya gelmek, iç içe geçmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Üzerinde ortaklaşılabilecek en büyük payda, hak ve özgürlük mücadelesidir.
  • Medyanın seçim sonuçlarına ve seçim sonrası koalisyon hesaplarına etkisi nedir?
Medya, temsil ettiği sermaye grubunun yaklaşımlarını temel alarak konumlanma refleksine her zaman sıkı sıkıya bağlı olmuştur. Bu bağlılık, medyanın gerçek işlevini yerine getirmesinin önündeki engellerden birisidir. İçi boşaltılmış bir alandır medya. Suç ortaklığı o kadar kabarıktır ki neresinden tutsanız elinizde kalır. Güce, kendisini teslim ederek edindiği zenginlik aynı zamanda boynundaki tasmadır. Tek başına medya patronları değildir mesele. Medya ve gazetecilik etiğini patronlara satanların kurduğu sistem, her geleni içine alarak “Ben mi kurtaracağım?” diye başlıyor ve kendisinden sonra gelenlerle, pisliği örgütlemeye devam ediyor.
Eğer buradan bakarsak, istedikleri koalisyon modelinin, kendi güç savaşlarına ve çıkarlarına en uygun gördüklerine dönük olarak bir pofpoflama yaptığını anlarız. Çünkü, asıl haber okuma, görüneni değil, arkasındakini okuyabilmektir.
Haberlere baktığınızda, temsil ettikleri sermaye gruplarının talebine uygun bir koalisyon senaryosu yazdıklarını ve onu oynadıklarını da görürsünüz.
Dördüncü kuvvet artık sosyal medyadır. Sosyal medya, Gezi gibi bir direnişin ve Kobane gibi bir zaferin en etkili ayağı oldu. Eğer bir direniş ile doğmuşsa yazdıklarınız, vicdanınız ve farkındalığınız, onu bir güce yamamak çok zordur. Seçim döneminin en etkili medyası bu yanıyla sosyal medyadır. Örneğin Amed provokasyonu ve ortaya konulan irade, aynı anda sosyal medya üzerinden yaygınlaştırılmış, milyonlarca insanı olup bitenden haberdar etmiş ve duyarlılık örgütlenmiştir. Bunun karşıtı trollerdir. Onların varlığı ise bana sorarsanız kirliliği açık ediyor. Bir iş için görevlendirilmiş insanların, yazdıklarının samimiyetsizliğinin hemen kendini ele veriyor olması bile bu konuda oluşan refleksi gösteriyor bize.
  • Muhalif medya içinde de, havuz medyasına benzer uygulamalarla işten çıkarmalar oldu. Senin Birleşik Haziran Hareketi’ne yönelik eleştirilerin nedeniyle Birgün’den uzaklaştırılman, Deniz Baykal’ı eleştiren Ümit Aslanbay’ın Halk TV’deki işine son verilmesi gibi. Bu tür sansürcü uygulamalar, iktidar tarafindan yapılmadığı sürece, normalleştiriliyor mu?
Eğer bir meseleyi konuşacaksak, duruş üzerinden konuşmalıyız. Meseleyi kişiler üzerinden konuşmak sanırım doğru olmaz. Benim, BHH’ye dönük eleştirelim, seçim tavrına dönüktü. Eleştiri kişisel değil politikti ve bir dizi tehlikeyi işaret ediyordu. Özellikle ulusalcı bir çehrenin BHH içinde konumlanışı ve olasılıklar üzerine bir yazıydı. Zaten, yazının ikincisi yayınlanma şansını bulamadı. “Polemik geliştiriyor” eleştirilerini de komik buluyorum hala. Yazı dünyasından bu eleştirinin gelmesi de ilginç. Her yazı bir polemiktir oysa. Hayatla, insanla, aşkla, siyasetle, ne üzerine yazıyorsanız bir polemik içerir. Dili sivri ve dik demek daha doğru olurdu.  Kovulduğumu ileten e-mail, bu yanıyla bir duruşu yansıtır. (Aynı zamanda bu da bir polemiktir) Hayata, siyasete, dünyaya ve düşünceye dair bir bakışın yansımasıdır kurulan o cümleler. Bazen hiç farkına varmadan, mücadele ettiğinizle benzeşmeye başlarsınız ve bu benzeşmeyi mücadelenin sıcaklığı içinde hissetmezsiniz. Hissettiğinizde ise, onu üzerinize konduramaz ve hızla “koruma” refleksi geliştirirsiniz. İktidar ve medya ilişkilerinin çürümüşlüğü ve kokuşmuşluğunun olduğu bir alanda nefes alıp veriyorsunuz, doğal olarak atmosfer zaten kirli. Kendinizi korumak ve nefes alabileceğiniz temiz bir atmosfer yaratmak istiyorsunuz.  İşte muhalif basın bu yüzden önemli. Bir avuç muhalif basının, merkez medyayı sıkıştırmasına, yok sayılan bir çok soruna karşı aşağıdan baskı yaparak onları bile etkilediğine tanıklık ediyoruz. Bu çok önemli… Zor koşular içinde yayın hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar, iktidarın baskı yasaları, cezaları, tehditleri de cabası.
Tüm bunlar, bizim yanlışlarımızı sorgulamayacağımız anlamına gelmez, gelemez. O zaman muhalif olma espirisinin bir anlamı kalmaz.
Baskı dediğiniz şey, kontrol etme güdüsüyle başlar.
Kontrol dediğiniz mekanizma, bir süre sonra hepimizin kelepçesi olur. Kel, göbekli, varlıklı bir patronumuz yoktur belki başımızda ama geliştirdiğimiz anlayış, uyguladığımız yöntem, objektif olarak patronlu medyayı aratmayacak bir hale getirebilir hepimizi.
Yazarı aşağılamak, had bildirmek, üstenci bir kabalıkla sorgulamaya kalkmak, kurduğu düşe laf sokuşturmak, sosyal medya mesajlarına dönük dedektiflik yapmak gibi bir yöntemi, kendimize hak görmeye başlarsak “zalim” oluruz.
Yazardan “beni siz yarattınız” tavrı beklemek, onun kaleminin gerçek sahibinin kendiniz olduğu duygusunu yaratır. Örgütsel bir hiyerarşi içerisinde bu anlaşılabilir belki ama o zaman yazarlarınızı örgütsel çizginizden seçer ve “beni siz yarattınız, örgütüm yarattı” şekline bürünen tüm cümleleri duyabilirsiniz. Eğer gazetecilik yapıyor ve onun üzerinden konuşuyorsak, bakmamız gereken yer gazetecilik etiğidir. Özgürlük ahlakını yitirmeye başladığımız yerde, baskı, sansür ve denetim mekanizmaları güç kazanır. Kontrol etme duygusunun, şehvetli bir güç algısı yarattığını hepimiz biliriz ve bunun ucube sonuçları ile hep karşı karşıya kalırız. Popülizmi en çok besleyen zeminin medya olduğunu hep aklımızda tutmak zorundayız. Sürekli kendimizi, tavrımızı, duruşumuzu sorgulayarak, bunun neresindeyim sorusunu soramazsak, ortalıkta dolaşan kof karizmalar haline geliriz.
Yazar, zaten sizin duymak istediğiniz şeyleri söylüyorsa, kalemini ve düşünce dünyasını yitirmiş, Entellektüelliği zehirlenmiş ve artık içinde bulunduğu yerin kalıbına bürünen sıvı haline gelmiş demektir.
Onlardan kimseye hayır gelmez.
Genelde muhalif basın çizgisi içinde yer alan bir çok kesimde “kol kırılır, yen içinde kalır” tavrı vardır. Bir yanıyla örgütsel kodların ve kültürel şekillenişin yansımalarıdır bunlar. Bu kodlar yenilenip, bağımsızlaşmadığı ve özerkleşmediği sürece, otorite olarak tarif edilen birilerinin sesi hep tepenizde olur. Bahsettiğim kodlar, kovma, sansür vb gibi uygulamalarda hızla kendini hissettirir. Yazılanı “saldırı” olarak görmeye ve “tehdit” olarak algılamaya başlar.
Gelen tüm tepkileri “linç” saldırısı olaral algılamak ve buradan bir taraftar duyarlılığı çıkartmak ise, malesef bizim ülkemize özgü bir yöntemdir. Sonrası bir örgüt işidir. Yazarı, yetmez ama evetçilik gibi bir konu içine yamamak, isim vermeden “o arkadaşlar” diyerek cisimsizleştirmek, röportajlar arasına yedirilen sorularla, sanki yazar bir örgütün üyesiymiş gibi kalıba sokmak vb… Sonuç olarak hepsi karakter “suikastçiliği” dediğim alana aittir. Bu tür durumlarda devreye gazetecilik değil, kodlar girer. Sol içi mücadele yöntemlerinin, alışkanlıkları hızla kendini hissettirir.
Soru soranların, sorunun diğer muhattaplarına hiç mikrofon uzatmayışı, aklına bile getirmeyişi, gazetecilik etiği dediğimiz ilkelerden bihaber olmadıklarını, aksine onu kötü kullandıklarını gösterir.
Bu tarz, yöntem sadece muhalif olma algısına, duygusuna ve duruşuna zarar verir. HalkTv’den, Baykal’ı eleştirdiği için kovulan Ümit Aslanbay’ın muhatap olduğu mesele de bundan bağımsız değildir. Kovan, kovanı korur. Kendimiz, insanlara düşünceleri ve yazdıkları üzerinden had bildirip “yol verme”ye kalkarsak, bir başkasının yaptığı uygulamaya, elbette ki hiç yok-muş gibi davranmak zorunda kalırız. Yani ortaklaşırız.
Muhalif basın, bu ülkede yaşananlardan, kirlenmelerden etkilenmiyor-muş gibi yapamaz, mümkün değil. Aksine ona karşı mücadele ederek, olması gerekeni inşa ederek direnir ve kendisine özeleştirel yaklaşıp, sonuçlar çıkarabilirse, ancak yaşanabilir bir hikayemiz olur.
Benim, HDP’nin desteklenmesi gerektiğine dair yazılarım, ifadelerim hak ve özgürlükler mücadelesinden yanadır. Tarihsel anlamda anılacağımız yere dairdir. Çünkü, tarih bizi duruşumuzla yargılar ve bir yere oturtur.
(25/06/2015 Jiyan)

FOTİ BENLİSOY: KAFAMIZ KARIŞIK, SORULARIMIZ ÇOK OLSUN


Sokak sokak gezdiler, videolar çektiler, gündüz afişler tasarlayıp gece yapıştırdılar. Bildiriler, infokartlar, broşürler hazırlayıp dağıttılar. Uçurtmalarla, bisikletlerle, el arabalarıyla, şarkılarla, danslarla, yüzlerinde gülümseme, yüreklerinde umutla HDP’ye oy istediler. Müşahit, okul sorumlusu, gönüllü avukat olup oylara sahip çıktılar. Bir sosyal hareketin seçim insiyatifi olarak örgütlenebileceğini gösterdiler. %13,1’in yüzde kaçından sorumlu olduklarını bilmiyorlar, çok da umursamıyorlar. Angela Davis’in “sosyal hareketlerin sonucu olmaz, tesiri olur” sözüne hiç yabancı değiller.  Başarı hanelerine yazılacak puanlarla değil, mücadelenin devamında, kendileri ya da başkaları tarafından kullanılabilmesi için bıraktıkları “bakiye” ile ilgililer.
Çok s10dansonraesli, çok etkin bir insiyatif 10danSonra. Farkları ve farkındalıkları var. Geniş bir sol yelpazeden, çoğu Gezi’de bulunmuş bir çok insan ortak taleplerle bir araya gelmiş ve iki ara bir derede salınmak yerine, “Sorumluluğumuz sandıktan büyük” diyerek, ellerini taşın altına koymuşlar. Çok da iyi etmişler.
10danSonra insiyatifinden Foti Benlisoy’la röportaj yapmayı epeydir istiyordum. Seçim telaşı bitip, %13’ün heyecanı bir parça yatıştıktan sonra, 20 Haziran Cumartesi günü, 10danSonra Türkiye Forumu’nda buluştuk. Bahçede ve kapı önünde sakin bir hareketlilik, Cumartesi sabahından beklenmeyecek bir enerji. Kadınlar rengarenk, erkeklerin hemen hepsi sakallı. (Sahi nedir bu sakal olayı, arkadaşlar?) Eski dost olanlar da var, ilk kez tanışanlar da. Ama hepsinde, ortak bir amaç için çalışmış ve başarmış insanların yoldaşlık hali.
Forumun değerlendirme bölümü rahat ve eğlenceli geçiyor. Bir ara, sunumlardan birinde fonda çalan Güneşin Sofrası’na, eşlik ediyorlar hep birlikte. Eksiğiyle gediğiyle başarılı bir kampanya olduğu, övünmek icin değil ama daha sonraki hareketlere referans olması için 10danSonra’yı etkin ve güçlü kılan siyasi özelliklerin altının kalın kalın çizilmesi gerektiği konularında genel olarak hemfikirler. Bundan sonra ne yapılması gerektiğinin konuşulduğu ikinci bölümde ise fikir ayrılıkları belirginleşiyor, ifadeler keskinleşiyor. Zaman zaman sesler yükselip tartışmalar sertleşse de, ortamdaki alışılmışın ötesinde demokrat tavır kesintisiz korunuyor. Zaten yerel ve yatay bir yapılanma olduğundan, genele uygulanacak bir karar alınması söz konusu değil. Amaç, tüm fikirlerin sağlıklı bir şekilde ifade edilmesi ve değerlendirilmesi.
Foti tüm konuşulanları dikkatle dinliyor. Kırlaşan sakallarına ve hafif seyrelmeye başlamış saçlarına rağmen,fotiçocuksu bir ifadesi var. “Kürk Mantolu Madonna” kapaklı küçük bir deftere notlar alıyor. Not almadığında bıyığıyla, sakalıyla, saçıyla oynuyor. Sıkça elindeki (akıllı olmayan) telefonun saatine bakıyor. Sıkıldığından değil; aklından geçenlerin hepsine yetişemeyeceğinden endişeli sanki. Konuşurken sandalyesinin ucunda yaylanarak, tüm bedeniyle konuşuyor. “Alayına hayalci olmalıyız” diyor. “Biz hayalci olduğumuzda başarıyoruz. Buradan bir cüretle kalksak, o zaman patlamalar, kırılmalar olur.” Ses tonuyla beraber elleri de inip çıkıyor vurgularda. Arada kendiyle dalga geçiyor, omuzları sarsılarak gülüyor. Gözleri hiç durmuyor. Sürekli bir şey arar gibi. Ve aradığını bulmak kadar, belki daha fazla, arayışın kendisini önemser gibi. “Kafamız karışık olsun. Sorularımız çok olsun, cevaplarımıza birlikte asılalım, birlikte tutunalım. Kolay cevaplara sığınmayalım.”
Foti Benlisoy’la 10danSonra, HDP ve siyaset üzerine konuştuk. Tam da dediği gibi, kolay cevaplara sığınmadan.
  • 10’dan Sonra kısa sürede çok iyi örgütlenen bir sivil inisiyatif. Kaç katılımcınız oldu? Yaklaşık kaç seçmene ulaştınız? Hedef kitleniz kimdi? Çalışmalarda tercih ettiğiniz yöntemler nelerdi?
10’dan sonrayı sayılara vurmak, rakamsallaştırmak ne kadar mümkün emin değilim. Bastığımız ve dağıttığımız bildiri, infokart ve afiş gibi materyalin sayısı yüzbinleri buluyor. Üstelik “yerel” düzeyde hazırlanıp çoğaltılan benzer materyalin sayısını bilmek de zaten mümkün değil. Sosyal medyada ise paylaştığımız içerikleri takip eden “tekil kullanıcıların” sayısı zaman zaman iki milyonu aşmış. İki ayda, tabir caizse “haldır huldur” örgütlenen bir kampanya için bunların önemli rakamlar olduğunu düşünüyorum.
Benzer biçimde 10dan Sonra çalışmalarına katılan insan sayısını da tam olarak belirlemek mümkün değil. Bir üyelik sistemimiz yok, tam tersine bir bildiri dağıtmış, evinin önünde park etmiş arabanın cam sileceklerine bir info kart sıkıştırmış, ya da sosyal medyada 10dan Sonra’nın ürettiği siyasal içerikleri paylaşmış herkesi bu çalışmanın bir parçası olarak kabul ediyoruz. 10dan Sonra hızla yerelleşen, yerellerdeki katılımlarla çoğalıp yaygınlaşan bir ağ olarak tanımlanabilir. Yerel inisiyatiflerin çalışmalarına şu ya da bu düzeyde katılan ya da bize adres bilgilerini göndererek materyallerimizi dağıtmak isteyen tüm “10dansonracıların” kaç kişi olduğunu bilmek mümkün değil. Tek bildiğim, sandığımızdan çok çok daha kalabalık olduğumuz.
Çalışmalarımızda yerellik esas olduğu, mümkün mertebe esnek bir seçim çalışması gerçekleştirmeyi gözettiğimiz için tek bir yöntemi tercih etmedik. Her yerel bağlamda, o yerelin kendi dinamik ve olanaklarına uygun yöntemler benimsendi ve uygulandı. Güçlü ve etkin bir sosyal medya kullanımına, yoğun ve olabildiğince yüz yüze temasa dayalı bir sokak faaliyeti eşlik etti. Kimisi ekoloji forumu düzenledi, kimisi lokma dağıttı, kimisi bisiklet turu yaptı, kimisiyse piknik… Adaylarla beraber düzenlenen forumlar ya da daha klasik yöntemler olan bildiri dağıtımı, afişleme ve “masa açma” gibi yöntemler, birbirinin alternatifi olmayacak şekilde, o yerelin koşullarına uygun olarak o yereldeki insanlarca tasarlandı.
Kullandığımız afiş ya da bildiri gibi materyaldeki yalın, samimi ve açık dil de etkili oldu muhtemelen. Örneğin yoğun olarak dağıttığımız ve HDP’ye oy vermeye eli bir türlü çeşitli tereddütler nedeniyle varmayan insanlara hitap eden “ama HDP” broşürümüz ya da HDP barajı aşarsa meclis aritmetiğinin ne yönde değişeceğini gösteren afişlerimiz sanırım çok etkili oldu, çok “tuttu”.
  • Baraj aşıldı. 10’dan Sonra için sırada ne var? Bir sivil insiyatif olarak, farklı konularda çalışmaları sürecek mi? Yoksa işlevini tamamladıktan sonra dağılacak mı?
Bunlar zor ve ancak kolektif bir tartışma süreci sonunda cevabı bulunabilecek sorular. Cumartesi günü bu tartışmanın belki de bir ilk ayağı olarak bir Türkiye Forumu gerçekleştirdik. Her şeyden önce yapılan çalışmanın bir bakiyesini ortaya çıkartmaya, bu çalışmanın siyasal anlam ve içeriğini beraberce değerlendirmeye çalıştık. Bir miktar da “10dan sonrasını” konuşmaya, öngörmeye çalıştık. Aslında “10dan sonra” bir seçim inisiyatifi olarak (elbette eğer önümüzde bir erken-baskın seçim olmazsa) işlevini şimdilik tamamlamış görünüyor. Dolayısıyla forumda da onu tabir caizse “dondurma” kararı aldık. Ancak seçim çalışması esnasında Türkiye’nin birçok köşesinde açığa çıkan ciddi siyasal sosyallikler var. Bazen haksız bir biçimde, sanki bir “merkez” varmışçasına “yerel” diye tarif ettiğimiz bu sosyal ağlar belli ki işlemeye, çalışmaya devam edecek. Kimisi bir bostanı savunacak, kimisi ırkçılığa ve şovenizme karşı bir faaliyet yürütecek, kimisi bulunduğu yerelde bir sosyal merkez açacak. Bunların eşgüdümü ile önümüzdeki süreçte gene birlikte şu ya da başka bir isimle birleşik bir müdahalede bulunup bulunmayacağımızı ise hem önümüzdeki dönemin siyasal gelişmeleri hem de birlikte yürüteceğimiz tartışma belirleyecek.
Kişisel olarak, önümüzdeki süreçte, toplumsal mücadele ve direniş zeminlerinde birleşik-çoğulcu alanların yaratılmasını bir zaruret olarak görüyorum. HDP’nin seçim başarısı daha genel bir siyasallaşma sürecinin, elbette tutarsız ve kesintili bir sosyal radikalleşmenin kritik tezahürlerinden biri. HDP’nin başarısının ardında Kürt özgürlük hareketinin otuz yılda inşa ettiği siyasallaşma ve AKP’nin şahsında cisimleşen neoliberal otoriterizme karşı verilen ve Gezi direnişiyle niteliksel bir sıçrama yaşayan mücadelelerin yarattığı birikim var. Bu birikimi göz ardı eden, seçim başarısının ardında bu mücadelelerin yarattığı dip akıntısının tesirini es geçen bir siyasal tartışma, ister istemez parlamentarizmin ufkuyla sınırlı kalacaktır. Bu siyasallaşmanın kendisini ifade edebileceği çoğulcu, birey hukukuna dayanan, sol içi bloklaşmalara tekabül etmeyen, mümkün mertebe yatay, hiyerarşiden uzak, katılımcı ve esnek birleşik muhalefet zeminlerine ihtiyaç var. 10dan sonra bağımsız seçim inisiyatifi, işte böylesi zeminlerin nasıl etkili ve görünür olabileceğinin, yaygınlaşıp çoğalabileceğinin küçük bir örneği. 10dan Sonra’da açığa çıkan enerji ve biriken deneyim, böylesi zeminlerin yaratılması ve yaygınlaştırılması hususunda pekâlâ değerlendirilebilir.
  • HDP ile ittifak anlayışınızı bağımsız destek örgütlemesi oluşturarak yaptınız. Destek açıklamalarından daha ileri bir yol seçtiniz. Bu sanırım ilk oluyor. Bu tercihin siyasal nedenleri neler?
10dan Sonra’da yer alan birey ve kesimler için çok farklı nedenler söz konusu elbette. 7 Haziran seçimlerinin ne kadar kritik olduğunu, artık bir klişe haline gelse de hatırlatmaya mecburum. Dolayısıyla HDP’li olmayan kesimler açısından da olası bir otoriter başkanlık rejimine gidişi engelleyecek şekilde HDP’nin desteklenmesi fikri bu noktada oldukça önemliydi. HDP’nin örgütsel yapılanışına dahil olmayan, HDP üyesi olmayan birey ve grupların bir biçimde HDP’nin barajı geçme hamlesine karınca kararınca da olsa destek sunmasını sağlayacak mecraların oluşması gerekiyordu. 10dan Sonra bu mecralardan ve sanırım en görünür ve etkililerinden biri oldu.
Bu hususta daha “kişisel” değerlendirmeme gelince… AKP’yi geriletmek gibisinden reel politik bir kaygının, (eksik ve belirsizlikleri ne olursa olsun) HDP gibi radikal bir seçenekle özdeşleşmesi, seçim sürecini HDP’nin bileşeni olmayan sol ve toplumsal muhalefet kesimleri için kritik bir muhtevaya büründürdü. Bu denk düşme hali dolayısıyla Gezi sonrasında ilk defa seçim, “sokağı” soğuran bir engel değil, sokak muhalefetinin potansiyel ve gücünü artıran bir kaldıraca dönüştürme imkânı doğdu. Bu anlamda HDP’nin parçası olmayan solun, sosyal hareketlerin, taban inisiyatiflerinin politik-örgütsel bağımsızlıklarını muhafaza ederek seçimde HDP’yi aktif bir biçimde desteklemesinin kritik olacağı noktasında bir fikir giderek yaygınlaştı. HDP’yi desteklerken sandığı sokağa doğru bükecek, Gezi direnişinin bakiyesini mümkün mertebe harekete geçirecek, çoğulcu-aşağıdan, bağımsız bir seçim çalışması fikri böylece oluştu.
Parti formunda değil de yerel inisiyatifler şeklinde örgütlenerek antibürokratik ve aşağıdan bir tarzla yürütülen, seçim sonrası için de bir tahkimata yol açan ve adeta bir “sosyal hareket” gibi örgütlenen bu seçim çalışmasının, Gezi sonrasında başımıza bela olan “sandık-sokak” ikileminin aşılmasında kısıtlı da olsa önemli bir deneyim olduğunu söylemek mümkün. 10danSonra seçim kampanyası üzerinden hatırı sayılır bir topluluğun, sadece oy veren olmaktan çıkarak sokakta siyaset yapar duruma gelmesi çok değerliydi. 10danSonra, HDP ile eşgüdüm içinde onu da sürekli hareketli kılan bir kampanya olmaya çalıştı. Bu çerçevede şimdi baraj aşılmışken HDP milletvekillerini (ve genel olarak meclisi) soldan ve toplumsal hareketler açısından olumlu anlamda “baskı” altına almanın yol yordamını tartışmak açısından da önemli bir deneyim oldu.
  • Seçim öncesi ve sonrası farklı kesimler tarafından HDP’ye yöneltilen “samimiyet” endişe ve eleştirilerini, “emanet” tartışmasını nasıl değerlendiriyorsun?
Kürt Özgürlük Hareketinin “gizli” bir gündeminin olup olmadığıyla ilgili olarak yaratılan puslu hava, Türkiye solunda dahi ciddi bir kafa karışıklığına neden oldu. Kürt hareketinin AKP’ye “teslim olmasına” dair türlü fantezileri seçim tavrının mazeretine dönüştürmek çok çirkindi. Daha öncesinde de benzer senaryoların “bas geç” pespayeliğini meşrulaştırmak için kullanıldığını gördük maalesef.
“Samimiyet” tartışması ne kadar çirkinse “emanet” tartışması da o kadar manasız. Her oy ve temsil ilişkisi zaten bir tür emanettir. Burada önemli olan husus, bilhassa batıda HDP’ye oy vermiş yüz binlerin sokakta seferber olmalarını sağlayacak mecraları yaratmak olmalı. Ancak böylesi mecralar, yani milletvekillerini kendisine hesap verir kılacak güçlü toplumsal hareketlerin müdahaleleri aracılığıyla HDP’nin yarattığı umutların düzen içi siyasetin labirentinde berhava olması önlenebilir. HDP’ye oy verenlerin “yüksek siyasetin” ve bitmek bilmeyen koalisyon senaryolarının izleyicisi konumuna düşmelerine müsaade etmemeliyiz. Seçmenleri basitçe oy veren olmaktan çıkartıp siyaseten aktif kılacak, siyasetin ağırlık merkezini parlamento koridorlarından “sokağa” doğru bükecek özerk, birleşik muhalefet zeminlerinin inşa edilmesinde 10dan Sonra bağımsız seçim inisiyatifi gibi girişimlerin deney ve birikimi pekâlâ yol gösterici olabilir.
  • Koalisyon kurulsa da kurulmasa da, sence öncelikle ele alınması gereken üç konu nedir?
Birinci husus elbette HDP’nin başarısının anlamı. HDP’nin başarısı, siyasal güç ilişkilerinde emekçi ve ezilenler lehine ciddi bir kırılma anlamına geliyor. HDP mevcut siyasi güç dengelerini istikrarsızlaştırarak sola doğru bir siyasallaşmayı kışkırtmış oldu. Bu siyasallaşma ve barajın aşılmasının yarattığı özgüven,  önümüzdeki dönemin toplumsal mücadele ve direnişleri açısından devasa bir moral ve maddi güç anlamına geliyor.
İkincisi, eldeki sonuçlar, seçim öncesinde belki “erken” ama açık işaretlerini gördüğümüz yönetememe krizinin iyiden iyiye derinleşmesi anlamına geliyor. Gerileyen ve rıza devşirmekte ciddi zaaflar gösteren ama hâlâ belli oranda“popüler” bir AKP, tek partili“güçlü” hükümet devrinin son buluyor oluşu ve giderek kendi içinde saflaşan bir hâkim sınıf, daha istikrarsız ve “sert” bir siyasal atmosfer anlamına gelecek.
Üçüncüsü, AKP ve Erdoğan bir seçim yenilgisi alsa da 13 yıllık tek başına iktidar olmanın yarattığı mevzileri ellerinde bulundurmaya devam ediyor. AKP şahsında cisimleşen otoriter-neoliberal düzenin siyasi direnci ve şiddetini alt edecek bir mücadele sokakta, yani işyerlerinde, sınıflarda, müştereklerimizin savunusunda, meydanlarda olacak, olmalı. Parlamenter güç dengesinin değişmesine toplumsal güç dengelerinin değişimi eşlik etmezse, mevcut zaferin oldukça kısıtlı sonuçları olacaktır.
  • Bu seçim pek çok açıdan bugüne kadarki tüm seçimlerden farklıydı. Seçim kampanyalarında, özellikle HDP’nin (bir kısmı 10’dan Sonra tarafından üretilen) mizaha dayalı söylemleri ve görselleri ön plana çıktı. İstisnalar olsa bile, özellikle muhalefet partileri, bugüne kadar alışık olduğumuzdan daha saygılı, daha kaliteli kampanyalar ürettiler. Sence Türkiye’de siyasetin yapılış şekli kalıcı olarak değişti mi? “Halk yumruğunu masaya vuran politikacı sever” tezi artık geçerli değil mi? 
Senin kadar iyimser olmadığımı itiraf edeyim. Türkiye’de siyasal kültürün ataerkil ve otoriter karakterinde radikal bir değişim yaşanabilmesi için daha tabir caizse kırk fırın ekmek yememiz gerektiğine inanıyorum. “Şenlikli muhalefet” etme biçimlerinin de toplumsal muhalefet güçleri açısından öyle çok da yeni bir şey olmadığını hatırlatayım. Örneğin daha 1980’lerin sonlarında İstanbul Üniversitesi öğrencileri, kampüslerindeki polis işgalini protesto eden bir kampanya için dünyanın uzaylılarca işgalini konu alan ve o dönem bir hayli popüler olan “Visitors” dizisinden esinlenmişlerdi. Polisi işgalci uzaylılarla özdeşleştiren afiş ve pankartlar dışında, polisin kullandığı pisuvarların uzaylılar için “düzenlenmesi/bozulması” şeklinde “doğrudan eylemler” bu kampanyanın bir parçasıydı. Yani mesela bugün bizim 10dan Sonra’da ürettiğimiz Game of Thrones dizisiyle alakalı propagandif içerik, fikir ya da konsept olarak o kadar da “yeni” bir şey değil.
Sanırım şu hususu vurgulamakta yarar var: Toplumsal muhalefetin geliştiği ve yaygınlaştığı koşullarda (o klasik tabirle) bir yaratıcılık patlamasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Ezilenler özneleştikçe, yani kendi kaderlerini el koymak için kurumlar siyasetinin dışına, sokağa taştıkça kendi siyasal dil ve araçlarını oluşturmaya yöneliyorlar. Gezi direnişi bunun en güzel örneklerinden biriydi. Metal işçileri beklenmedik bir biçimde direnişe geçtiğinde, Kibar Feyzo filminden alınma bir tema olan “Harranlılar” üzerine bir kolektif aidiyet ve buna uyarlı bir söylem yaratabiliyorlar. Dolayısıyla insanların siyasetin seyircisi olmaktan çıktığı, failleştiği her durumda yaratıcılık ve mizah karşımıza çıkıyor. Lenin’in klasik tabiriyle “devrimin ezilenlerin şöleni olması” bundan.
Dolayısıyla siyasetin yapılış şeklini olumlu anlamda değiştirecek olan ana akım partilerin profesyonellerinin ürettiği “kaliteli” reklam kampanyaları değil. Bunlar dahi, sokak muhalefetinin yaygınlaştığı koşullarda sokağın dilini taklide yönelebiliyorlar. CHP’nin kimi reklam spotlarında bunun (“Gezi dilinin” yani) örneklerini gördük. Ancak bu hususta bizim referansımızın bu reklamcılık marifetleri değil, sıradan insanların eyleme geçme koşullarının yaygınlaşıp yaygınlaşmadığı olmalı. Müesses kurum ve kurallar haricinde insanlar, kendi kaderlerine el koymaya dönük ne kadar çok inisiyatif alırlarsa siyasetin dili ve yapılış biçimi o kadar olumlu yönde değişecektir.
  • Yakın gelecekte, sivil insiyatiflerin ve oluşumların siyasetteki rolü ne olacak?  Benzer oluşumların siyaset dışındaki alanlarda da etkinleşmesi a) mümkün mü? b) sağlıklı mı?
“Sivil inisiyatif” demektense aşağıdan gelişen, taban inisiyatifleri tabirini tercih ettiğimi belirtmek isterim. Daha önce de ifade etmeye çalıştığım gibi bilhassa Türkiye’nin batısında (Kürdistan coğrafyasında zaten otuz yıllık bir mücadelenin yarattığı gelişkin bir siyasal birikim mevcut) Gezi direnişi sonrasında kesintili de olsa bir siyasallaşma süreciyle karşı karşıyayız. Toplumsal hareketlerin eylem ve örgütlenme repertuarı belli bir yaygınlaşma yaşamakta, kurumlar dışı bir “sokak siyaseti” daha önce hiç olmadığı kadar meşruiyet sahibi. İnsanlar talepleri için sokağa çıkmaya, çeşitli düzeylerde örgütlülükler geliştirmeye yakın geçmişe göre çok daha yatkınlar.
Dipten gelen, kimi zaman uç verip hızla geri çekilip kalıcılaşamayan amorf bir siyasallaşma dalgasıyla karşı karşıyayız. İşçi sınıfındaki “içgüdüsel” hareketlenme bundan, artık çevik olmadan dozerlerin kentsel yağmaya girişemez hale gelmesi bundan, kadın cinayetlerine karşı kısa zaman önce yaşanan muazzam patlama bundan… İşte bu kolektif ama amorf siyasallaşmanın uç verebileceği, çoğalacağı, görünür hale geleceği birleşik zeminlere ihtiyaç var. Muhtemelen bugünkünden de daha “sert” olacak bir siyaset alanında sözde değil özde, yani “sokakta” birleşik mücadeleyi mümkün kılacak, geniş kesimlerin katılıp parçası olabileceği esneklikte çoğulcu zeminlerin inşasına girişmek gerekiyor. Örgütlerin birliğinden ibaret olmayacak, mevcutlar gibi bir politik bloklaşmaya tekabül etmeyecek, mümkün mertebe aşağıdan, yatay ve çoğulcu eylem zeminleri tasarlamalıyız.
(22/06/2015 Jiyan)