23 Temmuz 2015 Perşembe

"ORMANI HARAM EDECEĞİZ SİZE"

Yeşil Yol direnişini duymayan kaldı mı? İş makinalarının önünü keserek direnişin sembolü haline gelen Rabia Özcan, bir anda ülke gündeminin en tanınan kişilerinden oldu. “Devlet kim? Devleti devlet yapan biziz. Biz halkız, HALK!” diye haykırışı, televizyonlardan, gazetelerden, sosyal medyadan, milyonlarca kişiye ulaştı. Bu haklı çığlığa alkış tuttuk, destek olduk hepimiz. Ülkenin dört bir yanında eylemler, gösteriler yapıldı. Özgür Kadın Kongresi (KJA) Ekoloji Meclisi, Gelîyê Godernê direnişinden Yeşil Yol direnişine selam yolladı. Kürt halkı, bir yandan AKP hükümetinin savaş tehditlerine karşı “İnadına Barış!” diye haykırıp bir yandan her gün gelen cenazelere ağıtlar yakarken, kalan bir nefeslik sesini, dağların nehirlerin ardına yolladı. Karadeniz’in direnişine destek oldu.
Sonra dağlara at30472400eş düştü. TSK’nın, sözde terörle mücadele için yaptığı yoğun top atışı sonucu Cudi alev aldı. Yandı cayır cayır, çığlık çığlık. Koca ağaçlar, irili ufaklı hayvanlar yandı. Taze odun kokusuyla karışık, iç bulandıran bir yanık et kokusu doldurdu havayı. Çaresizce oradan oraya koşuşturan insanlar, kendi imkanlarıyla söndürmeye çalıştılar yangını. Yetkililere yapılan çağrılara cevap gelmedi. Yangın söndürme helikopteri gönderilmedi mesela. Üç gün sürdü yangın. Yeşil Yol’a destek olanlar, Cudi’ye ses vermediler. Televizyonlar, gazeteler İzmir’deki, hatta Yunanistan’daki yangınları gördüler de, Cudi’yi görmediler, göstermediler.
Medyanın derin sessizliğinde, üç gün avaz avaz yandı Cudi. Beşbinden fazla meyve ağacı ve çok sayıda hayvan katledildi. Tam Cudi yangını söndü derken, Diyarbakır tutuştu. Ardından Lice. Kürt illeri yine yangın yeri. Yanan sadece ağaçlar, hayvanlar değil. Yanan anaların, ataların emekleri, evlatların hayalleri. Yanan Kürt’ün dünü, bugünü, yarını.
Ve bu, devletin Kürt coğrafyasında yaptığı ilk doğa katliamı değil. AKP hükümetinin doyumsuz rant düşkünlüğüyle son on yıldır ülkenin dört bir yanında görülen doğa ve kültür katliamının çok daha acımasızı (insan katliamı da cabası!), Kürt coğrafyasında nesillerdir yaşanıyor. Devlet, terörle mücadele adı altında Kürt’ün önce ormanlarını, sonra köylerini yaktı. Kürt’ün tarlasına, hayvanlarının otlağına mayın döşedi. Giderek artan ve AKP iktidarıyla zirve yapan bir açgözlülükle, elinin uzandığı her yeri barajlar, HES’ler, TOKİ’lerle betona boğdu. Atıklarla, kimyasal silahlarla, suyunu, havasını zehirledi. İnsanları yüzlerce yıldır yaşadıkları evlerinden sürdü, en fazla 100 senelik ömrü olan beton yığınları için, binlerce yıllık tarihi yok etti. Devlet, Kürt halkının hem geçmişini, hem geleceğini gasp etmek için her yolu denedi, denemeye devam ediyor.
Cudi, Amed, Lice. Yandı. Yanıyor. 90’larda TSK’nın tamamen kurak çorak bıraktığı bölge tam yeşillenmeye yüz tutmuş, tam meşeler coşmuşken, halk yeşille hasret giderirken, korkulan oldu. Lice ve Amed’deki yangınların çıkış sebepleri henüz ispatlanmamış olsa da, söndürmedeki ihmal ve gecikme ortada. 90’larda Amed’de büyüyen genç arkadaşım anlattı. Yıllar önce bir asker, belediyenin yeşillendirdiği alana astığı tabelaya kurşun saydırırken bağırıyormuş: “Ormanı haram edeceğiz size!” İşte bu devletin Kürt’e ormanı, dağı, taşı, suyu, ekmeği haram etme çabasıdır.
TC’ye Osmanlı’dan miras kalan “zorba devlet” geleneğinden en çok nasibini alanlardır Kürtler. Adına cumhuriyet demekle egemenlik cumhurun olmuyor, tabii. Askeri vesayetin gölgesinde demokrasi taklidi yaparak geçen 80 yıl ve özellikle 2010 sonrasında vesayeti devralarak hızla devletleşen AKP hükümetinin 13 senelik iktidarı boyunca, devlet, şartlara bağlı olarak, hep birilerini dövdü. Farklı dönemlerde, farklı kimlikler, farklı ölçülerde devlet şiddetine maruz kalsalar da, her dönemde en fazla baskı gören, en ağır işkencelerden geçirilen, en çok öldürülen hep Kürtler oldu. En yalnız bırakılan da… Memleketin Doğu yakasındaki zulüme, Batı’dakiler kör, sağır kaldı onlarca yıl.
Sonra Gezi’yle taşlar yerinden oynadı, ezberler bozuldu. Kendi yaşam biçimleri, özgürlükleri için direndikleri için devlet tarafından “düşman” ilan edilenler, yıllardır devletin “düşman” deyip öldürdüğü Kürtlerin de bir direniş hikayesi olabileceğini fark ettiler. 14 yaşındaki Berkin’in öldürülmesinin, “sapan, bilya, terörist” yalanlarıyla devletin en yetkili ağızlarında meşrulaştırıldığını görenler, 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur’un cansız, cılız kollarının arasına sıkıştırılan boyundan büyük silahın ardındaki gerçekle yüzleştiler. Yıllardır kutuplaştırılan, birbirinden uzaklaştırılan halklar, uzun zaman sonra ilk kez birbirlerinin yaralarını gördüler, ağıtlarını duydular. Birbirlerinin acılarına dokundular.
İşte bu 17-07-2015-direnen-bir-halkin-cocuguyumdokunuş, bu yakınlaşma, bu inatçı barış özlemi parti-devletin ‘yüksek’ çıkarları için en büyük tehdit. Ardarda gelen kötü kurgulu, ucuz provokasyonlar, savaş tehditleri, abanın altından çıkartılıp açıktan açığa sallanan sopalar hep bu yüzden. Saldırılar, kışkırtmalar, patlayan bombalar bu yüzden. Ve bütün bu alçaklığın, bu ahlaksız savaşın karşısında, iki bacağı olmadan dimdik duran genç bir kadın direnişi bir cümleyle özetliyor: “Cenazeleri zılgıtlarla kaldıran bir halkın ferdiyim, direnen bir halkın çocuğuyum, o nedenle bunu atlatmak için savaşmalıyım.”
Savaşmalıyız. Ama nasıl? Yıllardır yaptığımız gibi, hepimiz kendi yolumuza gidip, sadece kendi derdimize derman arayarak mı? Bu da bir seçenek elbette. Gezi’de öğrendiklerimizi unutabiliriz. Gerçeklerle yüzleşmek yerine, eski ezberlerin tanıdık, kolay karanlığına sığınabiliriz. Fakat o zaman sadece Cudi’nin değil, Yeşil Yol’un, Cerattepe’nin, Yırca’nın direnişleri de yalnız ve eksik kalır. Çünkü, ötekinin acısını tatmayan, kendi yarasına merhem olamaz. Çünkü ezilenler birlikte savaştıklarında hem daha güçlü, hem de pek güzeldirler. Hiçbir iktidar duramaz karşılarında. Kamp Armen yürüyüşünde atılan Ermenice, Kürtçe, Türkçe sloganlar, mesela, uykularını kaçırır muktedirin. Rize’de çekilen halay, Diyarbakır’da tulum sesi korku salar yüreğine. Halkların kardeşliği, ezilenlerin birleşmesi en büyük kabusudur.
Birlikte direnmek için benzeşmek gerekmez. Her birimiz kendi kimliğimiz, kendi renklerimiz, kendi görüşlerimizle, aynılaşmadan birlikte yaşayabilir, birlikte direnebiliriz. Direnmeliyiz de. Zaten adaletsizliğe, haksızlığa, zulme, kime yapıldığına bakmaksızın karşı çıkabildiğimiz kadar insanız hepimiz. Lazın yaylasını savunup, Kürt’ün dağına sırt çeviriyorsak, Gezi’de polisin gazından etkilenen kedi, köpekler için göz yaşı döküp, Cudi’de TSK’nın yaktığı hayvanlara kayıtsız kalıyorsak, katledilenin kimliğinden dolayı göz yumuyorsak katliama, insanlığımızda ciddi bir arıza var demektir.
Bir de bunu milliyetçilikle açıklayanlar var ki, arızanın büyüğü onlar. Bunlar, direnmek şöyle dursun, son derece hoşnutlar TSK’nın Cudi operasyonundan. Oysa herkesten çok milliyetçilerin isyan etmesi gerekirdi. Malum, vatanı herkesten çok onlar severler ya… Bir karış toprağına kurban olurlar ya… TSK yüzlerce hektarlık vatan toprağını yaktı. Kaç karış eder? Kurban olmaya gerek yok, hesabı sorulsun yeter. “Kürt” deyince bayrağa sarılıp “Vatan bölünmez!” çığlıkları atanlar, milliyetçilik adına Cudi’nin yakılmasına sessiz kalarak, vatanı bizzat kendileri bölerler. Çünkü bir coğrafyada doğaya, hayvana, hele ki insana yapılan zulmü görmezden gelenlerin, o toprağa vatan deme hakkı yoktur artık. Çünkü toprak uğrunda ölünürse değil, üstünde insanca yaşanırsa vatandır.
(20/07/2015 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder