23 Mayıs 2015 Cumartesi

SELDA KARAFAZLI: RİZE'DE HER ZAFER İŞARETİ BİR DEVRİMDİR

Ne  yalan söyleyeyim, biraz daha boylu poslu, endamlı birini bekliyordum.  İncecik, minyon bir kadın geliyor karşıdan. Saçları kulaklarının az altında. Kahkülleri yüzünü iyice çocuksulaştırıyor.  Makyajsız, sade haliyle tezat, vücuduna oturan, yandan yırtmaçlı, şık bir triko elbise var üzerinde. Ve ayaklarında, şık elbisesiyle tezat düz ayakkabılar.  Bir şekilde, bütün bu tezatlar, tuhaf ve güzel bir harmoni oluşturuyor bu ufak tefek kadında. Hızlı adımlarla geliyor yanımıza. Karadeniz kadınları hiç yavaş hareket etmez zaten. Elini uzatırken güneş gözlüklerini çıkartıyor. Göz teması kurmasının doğal bir refleks mi, yoksa milletvekili aday eğitim seminerinden bir öğreti mi olduğunu merak ediyorum. Sohbet ettikçe, birinci ihtimalin daha kuvvetle muhtemel olduğuna inanıyorum. Zira “Taze Siyasetçinin El Kitabı”nı okuyup uygulamak yerine, iç sesine kulak verecek birine benziyor HDP Rize milletvekili adayı Selda Karafazlı Kurşun.
Gözleri kızarık olmasına rağmen ışıklı bakıyor.  Bir önceki gece İstanbul’dan Rize’ye arabayla dönmenin yorgunluğu var.  Bir de üstüne, “ailevi sebeplerden” yaşanan bir tatsızlıktan dolayı sabaha kadar uyumamış. Tatsızlığın detaylarına girmek istemiyor, ben de üstelemiyorum, çünkü ne olduğunu az çok tahmin edebiliyorum.
Selda Karafazlı’yı ben de çoğu seçmen gibi, akrabaları tarafından reddedilmesi ve ülkenin dört bir yanından insanlar tarafından sahiplenilmesiyle tanıdım. “Yıllarca amca, abi dediğim insanların bakışlarını tahlil ediyorum, fakat yine de el uzatıyorum, çünkü amacımız barış, kardeşlikken, kendi akrabalarımla aramızda düşmanlık olsun istemiyorum. O yüzden birinin omuzuna dokunuyorum.  ‘Nasılsın?’ diyorum.  Suratıma bakıyor.  Demek istiyor, diyemiyor.  Ama o surat ifadesi moralman beni yıpratıyor.”  Akrabalarının medyaya yansıyan olumsuz tavır ve davranışları, Selda Karafazlı’nın morali açısından değilse de, kampanya açısından oldukça olumlu sonuç vermiş.  “Bizim ilk amacımız oy değil, Rize’de HDP’yi var edebilmek, duyurabilmek, Rize’de insanlara ‘HDP’ dedirtebilmekti. Bunu da, sağ olsunlar, aynı soyismi taşıdığım birkaç kişi sayesinde yaptım.  Trilyon harcasak, bu reklamı yapamazdık.”  Buruk gülüyor.
Elleriyle, kollarıyla, omuzlarıyla konuşuyor Selda Karafazlı.  Ama en çok gözleriyle.  Cümlenin sonuna ünlemi, soru işaretini gözleriyle koyuyor.  Hatta üç noktayı da. Hüznü, sevinci, kırgınlığı hep gözlerinde. Elbet heyecanı da. Selahattin Demirtaş’ın hayran olduğu ve çok özendiği sakinliğini yakalayabilmek için ellerini, kollarını ve sesini zaptettiği anlarda bile, gözleri ele veriyor içindeki Laz kadınını.  Kendisi de biliyor olmadığını.  “Demirtaş’ın o kadar barışçıl söylemleri var ki… Ben onu örnek almaya çalışıyorum, ama beceremiyorum; çünkü ben bir Karadenizliyim.  Damarımdaki kan deli akıyor.  Daha heyecanlı, daha saldırganım konuşmalarımda, ama Demirtaş’ı hayranlıkla dinliyorum. Çünkü çok sakin, karşısındakini dinliyor ve bazen gülümsemesi bile cevap vermesine yetiyor.  Ben yapamıyorum öyle.” Bir Laz kadını olarak çok iyi anlıyorum ne demek istediğini. Sakin konuşmak, sakin dinlemek, sakin yaşamak zordur bize. Bir dostumun bana söylediğini paylaşıyorum onunla.  “Bizim kanımızda mısır ekmeği var, iflah olmaz deliliğimiz ondan.”  Bu kez dolu dolu gülüyor.  Müzikli bir kahkahası var. Arınç duysa kahrından ölür.  O derece.
Karafazlı ailesinin geçmişinde CHP var.  “Dedemden gelme” diyor Selda Karafazlı. “Hatta bir ANAP dönemi de vardır sülalemizin geçmişinde.  Mesut Yılmaz’ın başbakanlık döneminde bütün köy Mesut Yilmaz’ı desteklerdi. Ama tabii ki hep taraf soldu, sol görüştü.”  CHP’yle yolları ayrılmış olsa da, eski günlerin hatırına, fazla uzağa itelemiyor. “Ben Beşiktaşlıyım.  CHP bizim için hiçbir zaman bir Fenerbahçe, bir Galatasaray olmadı.  Her zaman yine Beşiktaş’ın bir kanadıdır.  Ama maalesef şu anda sistemdeki baskı ve sömürülere karşı, sistemin artık bir hukuk sistemi olmaktan çıkıp bir padişahlık sistemine dönüşmesine karşı, CHP adımlar atamadı.  Belki de buna cesaret edemedi.  Ama şu an CHP de HDP’den güç alıyor.  Bu güçte özellikle Selahattin Demirtaş ön plana çıkıyor. Biraz da eşbaşkanımız Demirtaş tutunacak bir dal gibi.  Ve CHP de kendi içinde bir demokratikleşme sürecine girdi tekrar.  Ama bizim HDP’ye geçişimiz, o çatı partisi konuşmaları başladığı an kesinleşmişti.”
“Nasıl olur? Bir düşünelim” dememişler.  “Biz nasıl katkıda bulunabiliriz? HDP il örgütünü kurup, seçim bürosunu nasıl açabiliriz?” sorularıyla girmişler.  Annesi Günay Karafazlı il es başkanı.  Tereddüt etmemişler hiç, “çünkü HDP’nin değindiği en güzel şey halkların kardeşliği.”  Anne ve babasının siyasi görüşlerinden dolayı naruz kaldıkları muamelenin travmalarıyla dolu bir çocukluk yaşamış Selda Karafazlı.  Bu yüzden siyasetten kaçmaya çalışmış, ama boşuna. “Ben annemi de babamı da cezaevi kapılarında bekledim.  Annemin de işkencelerini gördüm, babamın da yok olan ciğerlerinin ameliyatlarının kapılarında bekledim. Bunları gördükten sonra artık başkaları sizi yalanlarla kandıramıyor.  Siz de belli bir yaşa geldiğinizde, ne kadar ‘hayır, siyasetten uzak kalacağım, siyasetin içerisinde hiçbir şey doğru dönmüyor’ deseniz de, siyaset bulaşıcı bir hastalık. Masa başında siyaset yapıyorsanız, bir gün bir kitlenin önünde siyaset yapacak bir konuma geliyorsunuz.”
Rize ve Fethiye’de geçen çocukluğu sırasında anne ve babasının cezaevi dönemlerinden dolayı yaşadığı psikolojik sorunlar, doğaya ve sanata yönelmesine neden olmuş. “Çünkü insanlarla artık konuşamıyordum, dürüst bulmuyordum.”  Aile olarak HDP’ye katılmaya karar verdiklerinde, babası Gencağa Karafazlı’nın aday olmasını istemiş Selda. Oysa babası, “Hani gençlerin siyasete girmesini istiyordun?  Sen gir” demiş. Hiç aklında yokken, oluvermiş işte. “Ben dürüst olayım.  Ben apolitik hiç olmadım, ama aktif siyasette de hiç bulunmadım.  Cok değerli adaylarımız var.  Siyaset bilimi, hukuk mezunu.  Onların yanında benim siyasi geçmişim sıfırdır.  Ama benim burada hem avantajım, hem dezavantajım şu oldu: Yaşayarak öğreniyorum.  Okyanustayim, ve aktif siyaseti yaşayarak ve çırpınarak öğreniyorum.”
HDP’den konuşmaya devam ediyoruz. “Çatı partisi olması bizim için yeterliydi. Burada insanların yanlış bildiği şeyin aksine, bu sadece bir Kürt sorunu değil.  Biz bunu zaten yıllarca gördük.  İnsanların bu toprak kavgası, egosu, sadece benim olsun düşüncesi bugün Kürt’e, yarın Laz’a olur.”  Biraz düşünüyor. Gözlerini hafif kısıp, bir şey hatırlamaya çalışıyor.  “Hani bir söz var ya… ‘Benim için geldiklerinde sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.’  Bu yarın hepimizin başına gelebilir.  Annemlerin başına gelmiş.  Mücadele ettirmemişler onlara, asimile olmuşlar ve dillerini kaybetmişler.  Ben bir Laz kızıyım, ve Lazca bilmiyorum.  Bu bir utançtır, ayıptır.”  Yüreğime yakın yere dokunuyor. Günlerdir dayılarımla, kuzenlerimle Lazca üzerine sohbet ediyoruz.  Yıllarca sadece kulaktan dolma öğrenilen, okunup yazılmayan Lazca can çekişiyor. Yeni yeni gazeteler, kitaplar basılıyor, kurslar açılıyor.IMG_2699Daha dün Küçük Prens’in Lazca’ya çevirildiğini gördüğümde, nasil da mutlu oldum.  Sanki okuyabilirmişim gibi…  Konuyu dağıtmamak için bu kez aklımdan geçenleri paylaşmıyorum.  Devam ediyor Selda, yüzü ciddi şimdi.  “Kürt halkına saygı duyuyorum.  Asimile olmamışlar.  Mücadele etmişler. İnsanlar diyor ki: Dağlarda bizim askerimizi öldürüyorlar.  Şimdi şöyle bir gerçek var: İki tarafın da anneleri ağlıyor.  O insanları dağa çıkaran neden neydi?  Bu temele inmek gerek.”
HDP seçim bürolarına ve stantlarına yapılan saldırıları soruyorum.  Rize’de fiziksel saldırı olmamış.  “Fiziksel saldırı olmadı. Sözlü saldırılar adaylığa karar verdiğimde başladı, hala sürüyor.  Ama biz bunları ciddiye almıyoruz. İnsanların kendi korku imparatorlukları var.  Belki de bizi sevdiklerinden, kendi düşündükleri gibi hareket ettirmeye çalışıyorlar.  Ama biz bu korku imparatorluğunu kendi bünyemize almamaya çalışıyoruz.  Yoksa uyuyamazsınız.  Gün ışığını görmeden evinizden çıkamazsınız.  Tek başınıza hareket edemezsiniz.  Bense elimden geldiği kadar yine sokağa çıkıyorum. Ha tabii yalnız çıkmıyorum.  Zaten göndermiyorlar.  Böyle bir süreç var.”
Biraz duraklıyor. Sanki araflından geçeni söyleyip söylememekte tereddüt yaşıyor.  Devam etmeye karar verdiğinde, sanki kelimeleri daha bir özenle seçer gibi. “Benim burada alacağım bir tokat, çok büyük bir şey değil, düşünün.  Bir tokat.  Bu hem partimize bir darbedir, hem bizim burada edindiğimiz konumumuza bir darbedir.  Şu an açık açık söyleyemeseler de, bize burada oy verecek insanlar var.  Benim alacağım tokat onları korkutup sindirebilir.  Oysa ki ben hiçbir darbe almadan, sokakta rahatça yürüdüğümü gösteriyorum.  Esnafın dükkanına gidip rahatlıkla sohbet ediyorum. Hatta isteme hakkım olan oyumu da istiyorum.  Ama bunu nasıl yapıyorum?  Diğer partilerin yaptığı gibi geleneksel anlamda bir seçim çalışmasıyla değil de, HDP’nin seçim şarkısıyla, ‘HDP’ye He de!’ diyorum.  Ya da Hoca’ya sesleniyorum, ‘Hocam ayrı gayri olmaz böyle, yandık piştik bi oh de’ diyorum sokağın ortasında.”  Anlatırken gülüyor. Peki insanların tepkisi nasıl?  “Onlar da gülüyorlar! Gülümsettiğim insanlar var.  Hatta zafer işaretini alışkanlık edindirdiğim insanlar da var. Bunlar güzel şeyler.  Ben burada bu şekilde 10 kişi de kazansam, bu benim için büyük bir başarı, büyük bir devrimdir.”
Ağrı provokasyonu Rize’de konuşulmamış.  “Seçmen salak değil” diyor.  “Biliyorlar ne olduğunu, fakat yıllardır savundukları düşünceden dolayı, provokasyon olduğunu anladıkları halde, bunu açık açık söylemezler. Burada kafa yorulacak kısım şu: Bu olay bir şekilde, çok daha korkunç bir boyuta ulaşmadan çözüldü, çünkü halk son derece sağduyulu bir şekilde müdahale edip provokasyonu bozdu.  Orada kardeş kardeşin canını almadı.  Ama bunun daha kötü durumlarda karşımıza çıkmaması için, seçmenin artık bazı gerçeklerle yüzleşmesi lazım. Oy verdikleri insanların, bir koltuk için, Allah’ın verdiği canı nasıl gözlerini kırpmadan alabildiklerini görmeleri lazım.  Sürekli dinimizle oynanıyor.  Dinimiz ellerde, havalarda sallanıyor.  Bu büyük saygısızlık.  Dinine bu kadar bağlı olanlar, nasıl dinleriyle oynayanlara, Allah’ın verdiği canı alanlara oy verebiliyorlar?”
kuckHDP için ülkenin en zor bölgelerinden biri olsa da, Rize Demirtaş’ı sevmiş.  “Şurada sokakta yürüseniz, mutlaka Demirtaş sohbeti duyarsınız” diyor.  “Ha bu uşak eyi bi uşağa benziy” diyorlarmış. Ülke genelinde yaygın olan “Demirtaş’a hayran, HDP’ye mesafeli” duruş, Rize’de de mevcut. “HDP’ye karşı mesafeli durusun en önemli sebebi PKK. Oysa daha PKK’nın ne olduğunu, neden var olduğunu bilmiyorlar. Hatta bir ara ortaya bir yalan atıldı, bütün adaylar Abdullah Öcalan tarafından belirlendi diye.  Ben çıkmışım Karadeniz’in Rize ilinden aday.  Abdullah Öcalan beni ne bilir, ne tanır? Bunlar çok komik hikayeler. Eşbaşkanımızın CNN’de söylediği gibi, böyle bir şey katiyen mümkün değil.  Diyelim ki Abdullah Öcalan’ın partide bir eli var.  Ama orada, o çatı altında birleşmiş 40’a yakın kuruluş var.  Hepsinin üzerinde mi eli var?  Hepsi mi körü körüne onu lider belleyip, söylediklerine tamah ediyorlar?  Böyle bir şey yok.  İnsanlar farklı düşüncelerden, farklı dinlerden, farklı dillerden birleştiler bu çatı altında.  Bunlardan biri de benim ailem, EMEPliler.  Ama bizim içimizde ESP de var.  LEGBTİ de var.  Hepimizin sorunları, talepleri başka.  Ama Türkiye genelinde ortak bir soruna değindik ve ilk plana aldık.  Halkların kardeşliği. Şunu da söyleyeyim: Bu barış sürecinde, Abdullah Ocalan’ın çok büyük payı var. Bizi yargılamadan önce düşünsünler.”  Heyecandan nefes nefese kalıyor konuşurken. Eşbaşkan’ın sükunetini örnek almaya çalışmayı bırakmış, yokuş aşağı kaptırmış geliyor.  “Asıl yargılamaları gereken AK Parti. Güneydoğu’ya gittiklerinde sorun olduğunu, barış süreciyle çözeceklerini söylüyorlar, ama Rize’ye geldiklerinde, ‘Kürt sorunumuz yoktur’ diyorlar.  Ama artık halkın bir gerçeği görmesi lazım: Evet, PKK diye bir şey var.  Kimse yok demiyor.  Ama neden var?”  Burada bir derin nefes daha.  Sesini bir alt tona alıp, heyecanını bastırmaya çalışıyor. Az daha sakin bir tonla devam ediyor.  “Abdullah Öcalan’ı lider olarak gören bir kısım da var.  Buna saygı duymak gerekiyor.  Saygı duymaya başlayabilsek biraz da rahatlarız. Bir oh deriz.  Bu adam diyor ki, ‘Artık silah olmasın, analar ağlamasın’ diyor.  İmralı heyetindeki gidip gelmeler, çabalar terörü başlatmak için yapılmıyor. Ben de bir anne olacağım, ben de bir kadınım.  bizim önceliğimiz kadınlar.  Kadınlar her yerde.  Biz kadınları ağlatmamak üzerine kurulu siyaset yapıyoruz.  Bizi doğuran, doyuran, bizim için mücadele eden kadınlar.  Karadeniz’de bile böyle.  Ne kadar kadınlar bizde ikinci plana atılsa da, yine derelerini savunan, koruyanlar kadınlar.  PKK terör örgütü partisi HDP cümlesi artık ortadan kalkmalı.  Bu önyargı çocukça.  Bu insanlar açıp okumuyorlar ve araştırmıyorlar.  Biz geçmişte neler yaptık, bize neler yapıldı?  Biz neden bir halkı yok etmek istedik?”  Yine duruyor.  Biraz çekinerek “Çok dağıttım konuyu, kusura bakmayın” diyor.  Oysa tam da istediğim gibi bir sohbet oluyor.  Konu nereye giderse.  Dağılırsa, bırak dağınık kalsın.
Kadınlar demişken, Meral Aksener’e yapılan kaset iftirasını ortaya bırakıyorum, ama o topa girmeye niyeti yok.  Söylemesi gerekeni söylüyor.  Ne bir eksik, be bir fazla.  “Çok fazla açıklama yapmayacağım bu konuda.  Gerekli açıklamayı herkes yaptı. Ama kesinlikle kabul edilemez. Gerekirse her şekilde yanında olacağız.  Bunun dışında çok fazla bir şey söylemeyeyim.”
Rize’nin sorunlarına geçiyoruz.  Birinci sırada yine kadın var.  “Kadının kadın olmasından kaynaklı sorunlar” diyor.  “Bunu Rize’de daha yoğun yaşıyorlar. İkinci sınıf insan gibi davranılıyor kadınlara.” Sonra elbette HES’ler.  “Onlar da en çok kadınların sorunu” diyor.  Neden erkeklerin değil?  “Çünkü kadınlarımız tüm yaşam alanlarında varlar.  Sokakta, evde, çarşıda, pazarda.  Çocuklar da onlarda, yemek de, balıklar da.  Bizim suyumuz kurursa balığımız da, yeşilimiz de olmaz.” Karadeniz kadınının sorunlarını anlatırken, içindeki Laz’ı koyvermiş gitmiş. Tutabilene aşkolsun. Sesi daha bir net, daha bir kararlı çıkıyor.  “Erkeklerimizin yaşam alanı kahvelerken, kadınlarımızın yaşam alanı bahçeleri, dereleri, evleri ve çocuklarının bütün hayatları.  Bunları kadınların ellerinden alıyorlar.  Şu an bizim bölgemizde, yanılmıyorsam, 67 tane (yanlış biliyorsam özür dilerim) HES çalışması var.  Bunlardan 3-4 tanesi aktif, diğerleri mahkeme kararlarıyla durdurulmuş, ama hala hukuksuzca yapılan çalışmalar var.  Bunlarla en büyük mücadeleyi verenlerden biri Kazım Delal’dir. Belki hatırlarsınız, Kazım Dayı ineğini satıp HES’lere karşı dava açtı.  Bu herkese güç verdi. İş makinelerinin önüne kadınlarımız kendilerini attılar, joplandılar.”  Ikizdereli Havva Anne’yi unutmak mümkün mü?
“Başka bir sorun çay.  Yine kadınlarımızın emeği çok büyük. Çay zaten çok zahmetli, çok sıkıntılı bir iş. Önceden çay güçlü bir geçim kaynağıyken, şimdi insanlar tereddüt ediyorlar.  Hükümetin kota ve kontenjan sistemi, insanları çay üreticiliğinden soğuttu, çünkü özele bağımlı kılındılar ve çayımızın değerinin altında verilmesi gerekiyor.  Kota ve kontenjan olayının kalkması gerekiyor.”  Oradan bir başka kadın konusuna geçiyor.  “Taciz çok gündemde bu bölgelerde.  Bastırılmış duygulardan kaynaklı.  Bir şekilde ortaya çıkıyor.  Tecavüz olayları oluyor.  Yine kadına haksızlık oluyor, erkeğe bir şey yapılmıyor.  Kadın sesini bile çıkartamıyor. ‘Buradan gitmem lazım, yoksa ailem beni öldürür’ diyor. Nereye gideceksin?  Neyle geçineceksin?”  Öyle tutkuyla anlatıyor ki, onunla beraber ben de nefessiz kalıyorum.  “Figen Yüksekdağ eş başkanımız Taksim’deki toplantıda, “biz artık bütün kirli çamaşırları ve bulaşıkları yıkamayacağız” demişti.  Bunu ben de söylüyorum, destekliyorum.  Biz kadınlar artık zincirlerimizi kırdık. HDP ile kırdık.  Biz kadınlar HDP ile sokağa çıkacağız ve artık sistemin pisliklerini temizleyeceğiz.  Kadınlar ana yüreğiyle bağırabiliyorlar.  Biz de HDP’nin genç, değerli kadın adayları olarak meclise gireceğiz.”
Peki ya seçilemezse?  “Ben artık Rize’deyim.  Seçilsem de, seçilmesem de eğitim konferansları düzenleyeceğim.  Özellikle kadınlar yönelik ve hayvan haklarıyla ilgili konferanslar.” Üsteliyorum.  “Seçilmeseniz de yapacak mısınız?”  Tereddütsüz “evet” diyor.  Sonra gülümseyerek ekliyor.  “Zaten açık konuşalım.  Benim Rize’den milletvekili seçilmem hayal ötesi bir olay.  Ama hiç üzülmüyorum.  Bu bir kayıp değil.  Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığımız oy 2150 civarındaydı. Bizim şu andaki hedefimiz bunu üçe katlamak.  Bu Rize için bir devrimdir.  Bize Rize’de zafer işaretiyle gelen her kişi bizim için bir devrimdir.  Ben vekil çıkmasam da, bu insanların zaten vekili olmuşumdur.  Ben vekil çıkmadım diye, hadi bana eyvallah, çayınız da sizin olsun, dereniz de sizin olsun diyemem.”  Seçilemezse dahi yapacağı çalışmaları anlatmayı sürdürüyor.  Hayvan hakları konusunda bilinçlendirme çalışmaları, kadınlara ev dışında çalışabilecekleri iş alanları yaratmak gibi.  “Küçük, ama önemli şeyler” diyor.  “Çocuklarımız denize girebilsinler istiyorum. Yeni nesil yüzme bilmiyor.  Oysa biz bir sahil kentiyiz. ‘Ardımız dağ, önümüz deniz. Başımıza bir hal gelirse dağa çıkar, yoksa denizde yüzeriz’ diyen bir toplumuz.  Bunu yapabilmeliyiz.”  Az ilerimizdeki iş makinelerini gösteriyor.  “Bakın hala dolgu devam ediyor.  Denizi dolduruyoruz, doğaya müdahale ediyoruz. Buna bir son vermeliyiz.  Doğaya saygı duymayı öğrenmeliyiz.”
Bu süreçte, bütün bu hengame, koşturmaca içinde, ülke çapında tanınmaktan başka hayatında neyin değiştiğini merak ediyorum. “Tunç Eniştem var benim.  Onun elinde büyüdüm” diye başlıyor söze.  “O hep, ‘sen hiç büyümedin’ derdi bana.  Bu süreç büyüttü beni.  Oysa ben hep çocuk kalabilmek isterdim.”  Sesi konuşuyor, ama elleri kolları suskun şimdi. Gözleri bile suskun. Küskün belki. “Üzüldüm” diyor. “Büyümek zorunda kaldım, çünkü yıllardır izlediğim soykırım, asimilasyon, yok sayılma, ayrıştırılma olaylarına çözüm getirebilecek kişiler arasında yer aldım. Şu an Türkiye gündeminde siyasi anlamda çok güçlü bir sesim olmasa da, Türkiye halkı içinde çok güçlü bir sesim var benim.  Onların barış özleminin yükünü tamamen omuzlarıma aldım.  Bu hem çok ağır, hem de çok güzel bir yük.”  Gülümsüyor. “Ben bu insanların sosyal medyadaki paylaşımlarını okurken, onlara cevap yazıp, dertleşirken onları bırakamayacağım.  Şu an benden söz bekleyen insanlar var.  Beni sanki elle tutulur bir barış olarak görmüşler. Dört yaşında mayına basarak bacağını kaybetmiş öğrencinin bana, ‘Bizi bırakmayacaksın, değil mi Abla?’ demesi, beni büyüttü.  Bunu nasıl dile dökebilirim?  Bilmiyorum.  Ama umudum var.  Barajı aşacağız.  Barış gelecek. İnsanlar sokaklarda dans edecek.  Birbirlerine selam verecekler, aynı sofrada yemek yiyecekler. Bu benim hayalim.  Buna bir nebze katkıda bulunabiliyorsam ne mutlu bana.”
HDP’nin barajı aşacağını, hatta %15 oy alacağını düşünüyor. “Hayalim budur” diyor gülerek.  Sonra daha ciddi ekliyor: “İnsanlar korkuyor. Korkmasalar, cok daha yüksek oy alır HDP.  Benim MHP kökenli halalarım HDP’ye oy verecekler.  Benden kaynaklı değil.  Bir Demirtaş hayranlığı var.”
Eşi Ilker’le üniversitede tanışmış Selda Karafazlı Kurşun. “Aslında apolitik bir gençti” diyor.  Bu süreç içinde politize olmuş.  “Bizimle mücadelenin içine girdi. Dünyayı tanıdı diyorum ben, çünkü babam bana hep ‘Mücadelesiz yaşam olmaz. Mücadele olmazsa gününün kıymetini bilmezsin’ derdi. İlker mücadele etmeyi öğrendi bizimle.”  Eşinin ailesiyle de farklı sıkıntılar yaşamışlar.     Hala eşinin hangi partiye oy vereceğini bilmiyor Selda.  Konuşuyorlarmış.  Okuduklarını, duyduklarını tartışıyorlarmış. (Henüz) aynı görüşte olmasalar da, Selda’nın arkasında durmuş, bulunduğu konuma destek olmuş İlker.  Bunu söylerken sıcacık gülümsüyor. Fakat eşinin ailesiyle de sorunlar yaşamışlar.  Yüzü düşüyor bunlardan bahsederken.  Sesi düşüyor.
Seçim çalışmaları sırasında karşılaştığı en şaşırtıcı olayı soruyorum.  Önce, bambaşka siyasi görüşten olduğunu bildiği insanların, kendisini zafer işaretiyle selamlamasını söylüyor.  Sonra heyecan içinde, Malatya cezaevinden aldığı altı destek mektubunu anlatıyor.  Anlattıkça aydınlanan yüzünden, az önceki sıkıntıların izleri siliniyor yavaş yavaş. Konuşurken elleri saçlarına gidiyor sık sık.  Kahkullerini bir o yana, bir bu yana alıyor, ama öyle sinirli ya da gergin olduğundan değil. Yerinde duramamaktan. Dedim ya, mısır ekmeği… İflah olmaz.
*Röportajın gerçekleştirilmesine yardımcı olan Yaşar Temuçin,  Kadir Temuçin ve Özlem İnci Koşar’a teşekkürler. 
(21/05/2015 Jiyan)

UMUDUN 50 TONU

Hayatımda ilk kez bıçaklanmış birini gördüm.  1 Mayıs’ta, Beşiktaş’ta.
20150501_141441_resized
Aralarında doktorların da olduğu bir grup, bıçaklanan Özgür Altunbilek’i hastaneye ulaştırmaya çalışırken.
1 Mayıs’ta, Beşiktaş meydanında halaylı, türkülü, sohbetli bir bekleyişten sonra, tam artık dağılacağımızı düşünüp arka sokaklardan birinde bir kafeye oturmuşken başlayan müdahalenin ardından, “Yaralı var!” bağırışlarını duyduk.  Yanımdaki kuzenim ve arkadaşları doktor olduklarından, hiç tereddütsüz koştular.  Ben de peşlerinden.  Birkaç kişi kollarından, bacaklarından tutmuş, sarsmamaya çalışarak taşıyorlardı Özgür Altunbilek’i. Tek eliyle karnını tutuyordu.  Tişörtü ve karnını tutan eli kan içindeydi. Kan tutmaz beni.  O yüzden çok üzüldüğüm halde, sakindim. Plastik kurşunla ya da gaz fişeğiyle yaralandığını sandım önce. Jiyan’a haber göndermek için yaralıyı daha iyi görebileceğim bir açı ararken, birisinin “Bıçaklanmış” dediğini duydum. İçim çekildi birden. Hani karın boşluğuna yumruk yersin de nefesin kesilir, gözlerin kararır ya… Öyle işte.  Kulaklarım uğuldadı, bedenimin her noktası, binlerce iğne batırılır gibi karıncalanmaya başladı. Dedim ya, kan tutmaz beni. Yarılmış kafa da gördüm daha önce, kopmuş bacak da.  Sonrasında sıklıkla kabuslarıma konu olsalar da, bu görüntülerin hiçbiri böyle dizlerimin bağını çözmemiş, böyle darmadağın etmemişti beni. Çünkü onlar kazaydı. Kasıtlı değil, bir anlık dikkatsizlik, lanet bir talihsizlik sonucu olmuş felaketlerdi. Onlara da cok üzülmüştüm, kahrolmuştum elbet, ama bu başkaydı. 1 Mayıs’ta Beşiktaş’ta beni iki büklüm, soluksuz bırakan, kanımın çekilmesine, canımın avaz avaz yanmasına sebep olan, Özgür Altunbilek’in karnındaki bıçak yarası veya üzerindeki kan değil, insan yüreğinin alabildiğine kötü, alabildiğine çirkin haliyle yüz yüze gelmenin dehşetiydi.
İnsanların birbirlerine çok daha büyük zulümler ettiklerini, gözlerini kırpmadan cana kıydıklarını biliyorum elbet. Devletin, toplumun farklı kesimlerinin birlikte hareket etmesini engellemek için her dönem kullandığı, fakat AKP iktidarında katlanarak artan kin ve nefret politikalarının zehirli meyvelerini, özellikle Gezi’de ve sonrasında, herkes gibi ben de gördüm. Eli kanlı liderlerini memnun etmek için evladını henüz toprağa vermiş bir anneyi yuhalayanları, polis tarafından öldürülmüş genç bir eylemciyi mezarında bile rahat bırakmayıp acılı ana-babasını mezara beton dökmek zorunda bırakanları, katilleri kollayanları, alkışlayanları bilmiyor, ya da unutmuş değilim. Fakat bir insanın bir diğerinin hayatına kastetmesinin sonuçlarını ilk kez kendi gözlerimle gördüm. Sırf kendisi gibi değil diye, tanımadığı, bilmediği bir insanın canını almak isteyecek kadar vicdanını, aklını, insanlığını kaybetmiş bir topluma dönüştürüldüğümüze, öldürmenin ne kadar sıradan bir eylem haline getirildiğine, katıksız kötülüğün devletin tepesinden, sokaktaki insana kadar nasıl sirayet ettiğine ve bizden yeni Ali İsmail’ler çalmalarının ne kadar kolay olduğuna ilk kez birinci elden tanık oldum. 1 Mayıs’ta, Beşiktaş’ta ben umudumu yitirdim.
Kolay vazgeçen, pes eden biri değilim. Tersine, fazlasıyla inatçı olduğum söylenir sıklıkla.  Ancak, senelerdir kendilerine benzemeyen tüm kimliklere saldıran; din, iman, Allah sözcüklerini dillerine dolayıp günahın, haramın dibine vuran; şahsi ve siyasi çıkarları için ülkeyi savaşa sürüklemeyi goze alanlarin  yüreklerinin karası, zifir olup çöktü umudumun üstüne. Hırsızlıkları, yolsuzlukları, doymak bilmeyen rant açlıkları bir yana, insan yaşamına pul kadar değer vermeyen, hukuku hiçe sayan ve devletin tüm gücünü elinde tutan bir iktidarla nasıl mücadele eder insan?  Yaptıklarını ve, daha kötüsü,  yapabileceklerini düşündükçe endişemin girdabında boğuldum. 1 Mayıs’ta Beşiktaş’ta direncim tükendi.
20150423_175450_resized
Ronya güzel olduğu kadar kibar da. Beni kırmayıp poz verdiği gibi, bir de teşekkür etti.
Sonra, geçen hafta HDP Kartal mitinginde çektiğim bir fotoğraf düştü önüme, tesadüfen. Ronya’nın az mahçup, çok güzel gülüşü hafifletti karamsarlığımı.   Sonra Kadıköy’de uzayıp giden halayın renklerine takıldı gözüm. BİZler’i dar kalıplara sıkıştırıp birbirimizden ayrıştırmaya çalışanlara inat, farklı geçmişlerden, farklı kimliklerden bir sürü insan, daha güzel bir yaşam için elele vermişken, umutsuz kalmak kimin haddine? Sonra Bostancı’da, elimdeki HDP broşürlerini görüp “Her biji sarı abla” diye seslendi üç güzel çocuk, kömür karası gözlerinde umudun ışığı. Yüreğim gülümsedi. Direncim tazelendi. Sonra “Oyum HDP’ye, çünkü bu ülkenin kurtulması gerek artık” dedi yakasında Kara Kuvvetleri rozeti olan emekli albay.  Şaşkınlığımı gizleyemediğim için utandım biraz. Anladı beni. Anladık birbirimizi. Sonra gençler geldiler, bitmeyen heyecanları, orantısız zekaları, geleceklerine sahip çıkma kararlılıklarıyla.  Sonra haklı olduğunu bilmenin dayanılmaz hafifliği.  Sonra “Zafer Bir İhtiyaçtır.” Sonra çoğulcu demokrasi, sonra kadın hakları, sonra çevre bilinci, eşit paylaşım, inanç özgürlüğü, sonra yerinden yönetim, sonra Biz’ler meclise…  Sonra Yeni Yaşam ve Büyük İnsanlık. Sonra dirilen, çoğalan umut. Eskisinden daha çok ve daha güçlü.
Diyeceğim o ki, bunca haksızlığın, hukuksuzluğun, vicdansızlığın içinde bile, güzel şeyler oluyor hayatın içinde. Küçücük de olsalar, bu güzelliklere tutunmalı, sımsıkı sarılmalıyız her birine. Kötülük ve zulmün karşısında direnirken muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asaleti kendinden menkul kanda değil, bu ışık gülüşlerde, aydınlık bakışlarda, bu deli heyecanlarda, insanca empatide, ortak hayallerde ve elbette barışta mevcuttur. BİZler’in türlü renkleri, umudun 50 tonu olup, insanlığımızı geri kazanmak, kardeşçe, esitçe yaşayabileceğimiz Yeni Yaşam’ı kurmak için mücadelemize can katacak. Ve kötülükleri ne kadar büyük olursa olsun, biz kazanacağız. Çünkü BİZler, tıpkı Martin Luther King’in dediği gibi, karanlığı ışıkla, nefreti sevgiyle yok edeceğiz.
(07/05/2015 Jiyan)

7 Mayıs 2015 Perşembe

YETMEZ AMA HDP Mİ?

Bir siyasi partinin seçime girme kararının polemik konusu yapıldığı ülkeye Yeni Türkiye denir. HDP yüzde 10’luk seçim barajını gözüne kestirip seçimlere parti olarak girmeye karar verdiğinden beri, bu “olağanüstü” durumu açıklamak için birbirinden yaratıcı senaryolar üretiliyor, sanal ve gerçek ortamlarda hayalgücünün sınırlarını zorlayan komplo teorileri yarıştırılıyor. Kimi HDP ile AKP arasında gizli ittifak olduğunu iddia ediyor, kimi HDP’ye oy vermenin “moda” olduğundan dem vururken sözlerinin abesliğini ya fark etmiyor, ya da umursamıyor.  Gazete köşelerinde ve başlıklarında, TV programlarında, faşist darbe anayasasının dayattığı dünyanın en yüksek seçim barajı değil, bir siyasi partinin seçime, inanılır gibi değil sayın seyirciler, siyasi parti olarak girme “küstahlığı” eleştiriliyor. “Kime ve neye güvenerek” bu kararı aldığı sorgulanıyor. Hele bir de bütün bunları “sol” adına yaptığını söyleyen bir kesim var ki, tadından yenmiyor.
Ataol Behramoğlu, HDP’ye Oy Vermek başlıklı yazısında, “HDP’nin doğal seçmenine bir diyeceğim yok” demiş ve eklemiş: “Anlamaya çalıştığım, HDP’li olmadıkları halde yukarıdaki gerekçeyle bu partiye oy verme çağrısında bulunan kişiler ve çevrelerin dayandığı mantık.”  Öncelikle, Kürt halkını “HDP’nin doğal seçmeni” gibi ayırımcı söylemlerle tanımlayarak, HDP’yi Kürt partisi kalıbına sıkıştırma çabası pek beceriksiz ve yakışıksız olmuş.  Ayrıca, Kürt olmayan vatandaşların HDP’li olmadıkları ve sırf barajı geçsin diye HDP’ye destek verdikleri iddiası, yine aynı amaçla ortaya atılmış içi boş bir varsayımdan öte değil. Bu iki noktayı belirttikten sonra, anlaşılmaya çalışılan kişilerden biri olarak, neden HDP’yi desteklediğimi anlatmaya çalışayım.
Türkiye’nin batısında doğmuş büyümüş, koyu Atatürkçü bir ailede, 12 Eylül sonrasının eğitim sisteminde yetişmiş, ustelik de Laz-Gürcü karışımı bir vatandaş olarak HDP’nin “doğal seçmeni” tanımının tamamen dışında olduğum halde, yukarıdaki varsayımın aksine, HDP’liyim ve sadece barajı geçmesi için değil, HDP’ye ve Yeni Yaşam Çağrısı’na inandığım için HDP’yi destekliyorum.  Bu ülkede gerçek ve kalıcı barışı sağlamaya gönül vermiş tek parti olarak HDP’yi gördüğüm için, barış olacaksa, ki olmak zorunda, Kürt halkından devletin yaptığı zulmü, işkenceleri, cinayetleri unutmasını beklerken, “şehit kanı yerde kalmaz” diyerek intikam çığlıkları atmanın ikiyüzlülük olduğuna inandığım için HDP’yi destekliyorum. Yıllarca imtiyazlı kesim olmanın tadını çıkartırken, devletin kanlı eliyle “öteki” kimliklere uyguladığı zulüm ve baskı politikalarını görmezden gelenlerin, kendileri
ötekileştirildiklerinde, “Kürtler nerede?” diye feryat etmelerinin, Gezi’de varlıklarına tahammül edemedikleri Kürtlerin, yokluklarını sorgulamalarının ardında gizlenen faşizme karşı HDP’yi destekliyorum. Kadın kotasını, seçilmesini garantilemek istediği erkek adaylar için kullanan CHP’nin karşısında, eş-başkan modelini gerçek anlamda uyguladığı ve yüzde 48 kadın aday çıkarttığı için, etnik, dinsel, cinsel ve sınıfsal ayırım gözetmeksizin bütün kimliklerin hakça ve esitçe yaşayabilmesini sağlayacak ilkeleri savunduğu için HDP’yi destekliyorum. Mevcut ortamda, halkı temsil ettiği iddiasıyla demokrasi talep ederken bile, kendi içinde eleştiriye tahammülsüz bir “sol” görüşü reddettiğim için HDP’yi destekliyorum. İlkesiz siyasete inanmadığım, eleştirdiğim yanları olsa da, ilkelerinin çoğunu benimsediğim için HDP’yi destekliyorum. “AKP gitsin de kim gelirse gelsin” demediğim, vesayetin tekrar el değiştirmesini değil, gerçekten sona ermesini istediğim, sistem değişmedikçe gelenin hep gideni aratacağını bildiğim için, sistemi değiştirme isteği ve iddiasındaki tek parti olduğu için HDP’yi destekliyorum. Yani, şu eski sloganı ters yüz edip uydurduğunuz üzere, “yetmez ama HDP” değil, “‘Yeter!’ diyebilmek için HDP” diyorum. Umarım anlaşılmayan noktalara, bir nebze de olsa açıklık getirebilmişimdir.
Öte yandan ben de, ulusalcıların gizli ittifak iddialarının dayandığı mantığı anlamaya çalışıyorum. Malum, hepsi kendinden pek emin bu konuda. Hatta Behramoğlu da yazısında, AKP’den HDP’nin “ortağı” diye bahsederek ucuz laf sokma girişimlerinde bulunuyor. HDP’nin barış süreci için AKP ile görüşmesi, bu arkadaşlara göre ittifakın en önemli kanıtı. Barış olacaksa, ki olmak zorunda, müzakerelere hükümetin dahil olmaması nasıl mümkün olacağı hakkında bir önerisi olan var mı? Eğer konu müzakerelerin içeriğinin bilinmemesiyse, HDP’nin defalarca tekrarladığı “Gelin süreci birlikte yürütelim” çağrısına rağmen, CHP’nin neden ısrarla sürecin dışında kaldığını sormak gerekmez mi?  Hepsinin ötesinde,  HDP’nin barajın altında kalması herkesten çok AKP’nin işine gelecekken, asılsız ittifak söylentileriyle HDP’nin oylarını düşürmeye çalışanlar, AKP’ye hizmet etmiş olmuyor mu?  Bu durumda AKP’ye kim müttefik, kim muhalefet?
Anlamaya çalıştığım bir diğer konu, HDP’nin seçime parti olarak girmesini eleştirenlerin gerçek endişelerinin ne olduğu.  HDP’nin barajın altında kalmasından ve oyların AKP’ye gitmesinden korkuyorsanız, içiniz rahat olsun. O baraj yıkılacak. Neye mi güveniyoruz?

Devletin kanlı provokasyonunu görüp, barış ve kardeşlik için, yaralı askerlerin önüne kalkan olan halka; ülkenin dört bir yanında polis ve yandaş siviller tarafından linç edilme tehlikesine rağmen Kobane’de yaşanan vahşete ve hükümetin İşid’e verdiği desteğe karşı sokağa
çıkanlara; Rize’de Demirtaş standında saldırıya uğramasına rağmen standı açıp insanlara Yeni Yaşam’ı anlatmaya devam eden öğretmene; Penguen medyasının Gezi’deki rezeletini görünce, yıllardır Güneydoğu’da yaşananları aynı medyadan izlediğimizi fark edip, geç de olsa gerçeklerle yüzleşebilen vicdan sahibi insanlara güveniyoruz. Sizin anlayacağınız, arkamız sağlam. Sıkıntı yok.  Fakat, eğer asıl kaygınız HDP’nin barajı aşması ve güçlü bir muhalefet partisi olarak meclise girmesiyse, şu ağzınıza doladığınız “demokrasi” lafını bir kenara bırakıp, sağ taraftan ilerleyin. Solda bekleme yapmayın. İşimiz çok. Daha gidip oyun bozacağız, baraj yıkacağız. Onu başkan yaptırmayacağız.
(15/04/2015 Jiyan)