27 Ağustos 2014 Çarşamba

HEPSİ DEMİRTAŞ'IN SUÇU

Geçtiğimiz hafta heykel savaşları yaşandı Türkiye'de. Sanki 49 vatandaşımız kafa kesen "unsur"un elinde rehin değilmiş, yanıbaşımızda kan gövdeyi götürmüyormuş, sınırlarımızdan her gün binlerce mülteci akın akın gelmiyormuş gibi, işi gücü bıraktı devlet, PKK'nın diktiği iddia edilen, aslında sekiz aydır orada olan ama ne hikmetse tam da şu sırada gündeme gelen bir heykeli yıkmak için seferber oldu. Ve çini dükkanındaki bir fil beceriksizliğiyle giriştiği bu operasyondan iki ölüyle çıktı. Yıkılan heykelin intikamını almak için Atatürk büstünü silahla "rehin" alan zevzeklere ise diyecek söz yok. Demokratik Türkiye'nin atanmış İçişleri Bakanı Efkan Ala, tüm bu pespayeliği tabii ki hiç üzerine alınmayarak sordu: "Kim verecek bunun hesabını?"

Hemen söyleyeyim: Selahattin Demirtaş. Derhal faturayı çıkartın ve adresine yollayın, zira kendisi heykel krizinin yegane sorumlusudur. Şöyle ki:

Bu ülkede oturmuş bir sistem var. Bir iktidar gider, diğeri gelir, vesayet el değiştirir, muktedirin kimliğine göre zalimin ve mazlumun kimlikleri değişse de, zulüm baki kalır. Ve biz, Türkiye halkları, zulümle savaşmak yerine, zalimi alt edip mevcut sistemde muktedir olmak isteyenlerin, başka mazlumlar yaratacağını görmezden gelerek, seçimden seçime oy verir, kendi kendimizi yönettiğimize inanıp, demokrasi taklidi yaparız.

Bu sene çakma demokrasimizi bir adım ileri götürdük. Malum, "ileri demokrasiyiz" ya artık... Belirlenmesinde hiçbir şekilde söz sahibi olmadığımız üç adaydan birine kerhen oy vererek, ilk kez Cumhurbaşkanı'nı halk seçiyormuş gibi yaptık. İlk aday CHP-MHP uzlaşmasından geldi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ileri demokrasiyi benimsediğini ispat etmek istercesine, göstermelik STK ziyaretleri ve parti liderleriyle istişarelerden sonra, tepeden inme, Tayyip-layt kıvamında bir çatı adayla karşımıza çıkıp, bir de "tıpış tıpış" oyumuzu vermemizi buyurdu.

Akabinde HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş adaylığını açıkladı. Bu ne destursuzluk, bu ne küstahlıktı? Kürt kimliğini inkar etmeden bu ülkede var olduğu, siyaset yaptığı yetmez gibi, bir de kalkıp Cumhurbaşkanlığı'na talip olmuştu. Hem BDP "Kürtler'in partisi" değil miydi? Nereden çıkmıştı şimdi "Türkiyelileşmek"?

Bir gariplik vardı bu Demirtaş'ta Bağırmadan, azarlamadan, hatta gülümseyerek konuşuyordu. Bir gazeteciyi manalı bir gülüşle gücendirdiği için kamuoyu önünde özür diledi. Üstelik ne tehdit etmiş, ne hedef göstermişti. Garipti işte. Zaten teröristmiş eskiden. Fotoğrafları bile var. Vuuu!

Had bildirilmeliydi bu hadsize. Bildirdi Başbakan ve Cumhurbaşkanı adayı RTE: "HDP'nin yeri Meclis değil, Kandil." Terörist göndermesi yaptı kendince inceden.

Tınmadı Demirtaş. Aldı sazı eline, "Yeni Yaşam" diye bir türkü çığırmaya başladı. Yeni Yaşam da neydi ki? Eskisinin suyu mu çıkmıştı? Parti-devletin planları hep Yeni Türkiye'de eski ve gittikçe eskiye dönen bir yaşam üzerineyken, "Yeni Yaşam" deyip insanların kafalarını karıştırmanın ne anlamı vardı?

RTE haklıydı. Yeni Yaşam karıştırdı kafaları. HDP/BDPliler daha ilk notalarda umudun türküsüne tempo tutmaya başlarken, CHP'nin sol gösterip sağ vurmasından sıtkı sıyrılan solcular da kulak kabarttılar. Kendi gibi tuhaftı Demirtaş'ın söyledikleri.

"Nar gibi olacağız" dedi Selo Başkan. "Dışı bir, içi bin olacağız." Oysa biz yıllarca kabak olmuşuz. Oyulur, parçalanır, üzerimize konan şekerin tadına kanıp atıldığımız fırında pişerken yumuşarız. Aramızdaki az sayıda 'çekirdek' devlet tarafından ayıklanır, sistemin dişleri arasında öğütülür, yutulabilen yutulur, yutulamayanlar posa halinde tükürülür. Bunca zaman kabak olmuşken nasıl nar olacağız bu saatten sonra? "Biz eskiden de nardık, yine oluruz" dedi. Daha neler neler dedi.

Yeni Yaşam'da beraber yönetmekten, yönetimi ortaklaştırmaktan bahsetti. "Yönetilmeyi değil, beraber eylemeyi gerçek kılalım" dedi. Beraber nasıl eylenir kurban? Bizde her şeyi Başbakan eyler. Neylerse güzel eyler.

"Halkın denetleme kurulları devleti denetleyecek" dedi. Tövbe de! Halk kim ki ali devleti denetleyecek? Bizim aklımız ermez ihalelere, teşviklere, vakıflara. Sonra maazallah, ayakkabı kutularında giden bağışları rüşvet filan sanırız. Olacak iş değil. Ne dediğini bilmiyor bu adam.

En iyi hükümet en az hükmedenmiş. Ba ba ba... Laflara bak. Muktedirin hükmünden sual olunmaz, bilmez mi bu adam?

Söyledi de söyledi Demirtaş. O söyledi, biz dinledik. Dinlemez olaydık. Büyü mü var içinde ne? Dinledikçe kulağımıza bir hoş gelmeye başladı söyledikleri. "Benzemeden, benzetmeden gönüllü beraber yaşama" dedi, "halk meclisleri" dedi, sonra "bir toplum ancak kadınları kadar özgürdür" dedi. İstisnasız her konuşmada "eşitlik, kardeşlik, birlik" dedi. Yahu bölücü değil miydi bu adam? Allahım aklıma mukayyet ol.

Durmadan, yorulmadan hep Yeni Yaşam konuştu Demirtaş. Kulak veren herkese, sorana sormayana, TRT'de göründüğü 3-5 saniyede, sesinin yettiği, elinin eriştiği her mecrada anlattı. Usul usul aklımızı çeldi, kanımıza girdi, günahımız boynuna. Ve seçimlerde, ülke genelinde oylarını artıran, neredeyse katlayan bir tek o oldu. Eyvah ki ne eyvah! Muktedirde bir panik, bir telaş. Gezi'den beter etti ortalığı bu Demirtaş. Yıllarca binbir emekle insanların beyinlerine işlenen ezberleri bozdu. Yetmezmiş gibi, kaç zamandır adressiz olan, CHP'de ulusalcıların, laikçilerin arasında azınlık kalmış, öteye beriye dağılmış Sol'a yeni bir adres sundu.

Dahası, Demirtaş'ın birleştirici, eşitlikçi söylemleri yayılıyor. Böyle giderse, halklar çözüm sürecine sahip çıkıp, gizli pazarlıklara değil, kardeşlik esasına dayalı gerçek bir barış için birlikte çalışmaya başlayabilirler. İşte o zaman barıştan haz etmeyen cümle kesimlerin ortak felaketi olur. RTE dahil, PKK hariç değil.

Bitmedi. 2015'te ana muhalefeti hedefliyor HDP. %10 barajını geçerse, ki geçecek gibi görünüyor, RTE'nin son Osmanlı Padişahı ('Başkan' okunur) olma hayalleri hayal olarak kalabilir.

Çözüm: Lice'de heykel krizi. Bir Kürt vatandaş, bir asker ölür. İki tarafın da canı yanar. Hizip ve nifak sokulur. İşlem tamam.

İşte bu yüzden heykel krizinin sorumlusu Selahattin Demirtaş. Haddini bilmeyip umut tohumları ektiği için. Gezi'de serap gibi bir an görülüp kaybolan 'başka bir dünya'nın gerçekten mümkün olduğuna insanları inandırıp, eşitlik, özgürlük ve insanca yaşam ilkeleri altında birleşme fırsatı sunduğu için, tabir caizse, eşekarılarının kovanına çomak sokma cüretini gösterdiği için suçludur Demirtaş. Eline, diline, canına sağlık.

Fakat iş burada bitmiyor. Aksine, yeni başlıyor. Bir yandan ivme kaybetmeden 2015'e hazırlanırken, şu yaratılan çakma kriz konusunda suskun kalmayıp, bu oyunu da bozması gerek Selo (Eş)Başkan'ın. Aksi takdirde Yeni Yaşam türküsü, kötü kurgulu berbat piyeslerin oynandığı Türkiye siyaset sahnesinde hoş bir sada olarak kalır. 

(26/08/2014 Muhalif Gazete)

21 Ağustos 2014 Perşembe

ÜÇ AY SONRA - II

İkinci Bölüm: “Allah Almanca, İngilizce Bilmiyor mu?”
Dar bir patikanın sonundaki evi sora sora buluyoruz. Bize yol gösteren komşu, avludaki uzun boylu, kır bıyıklı adamla, ufak tefek, aydınlık yüzlü kadını gösterip "Aha bunlar iki oğullarını gömdüler" diyor. Ölümün bu kadar çıplak dillendirilmesiye irkiliyorum. Oysa benden başka herkese doğal geliyor bu sözler.  Seçilmiş sözcüklerin yarayı daha az kanattığı bir şehir efsanesi belki de. "Kayıp, ölü, gömdüler" ne dersek diyelim. Senem ve Hasan Yıldırım için gerçek değişmiyor: Oğulları Sami ve İlkay yok artık.        
Yıldırım ailesinin kayıpları bu kadar değil.  Avludaki erkeklerden biri Hasan Yıldırım'ın yeğeni Muzaffer Yıldırım, en küçük kardeşi Doğan Yıldırım'ı kaybetmiş faciada.  Acılara inat güler yüzlü bir adam.  Gülünce gözleri kayboluyor. O da madende emniyetçiymiş. Faciadan sonra bırakmış. 

Madenciliğin riskini inkar etmiyor Müzaffer Yıldırım.  "Dünyanın en riskli işi.  Kaza olur.  Grizu olur, metan olur.  Onları önlemen imkansız.  Ama bu çok basit, önlenebilecek bir olay:  Karbonmonoksit."  Ayrıntılarıyla anlatıyor kazanın nasıl olduğunu.  Defalarca okuduğumuz, dinlediğimiz açıklamaların en yalın, en anlaşılır halde özeti söyledikleri. Anlatırken arada bir duraklayıp gözünün önündeki manzarayı silmek ister gibi başını sallıyor Muzaffer Bey.  Ve sohbetimiz boyunca defalarca aynı şeyi tekrarlıyor: "Yani basit bir olay. Çok basit yani."  
 
Muzaffer Bey'in isyanı kazaya değil, ihmale. "Ben emniyette çalıştığım için, yenen bokları, cok afedersin, çok iyi biliyorum. Çok basit bir kaza. Kar payını artırmak için emniyetsizliğin sonucu.  Kar payı deyince şu da var.  Bu tür şirketlerin kömür satamama olayı da yok.  Yer altından pisle, banda köy, tonajdan geçiyor.  Pisliği bile devlet alıyor. Taş, toprak, ne çıkarsa o tonajdan geçiyor. Satamamak diye bir durum yok.  Amaç ne burada biliyor musun? İşçiden çalmak, çalmak, çalmak... Sonuç: 301."

"301 mi peki?" Muhtar gibi, Muzaffer Bey de hiç tereddütsüz "Değil" diyor.  "AFAD denen safsata"nın sadece kendi çıkarttığı cenazeleri saydığını, oysa AFAD gelmeden saatlerce önce cenaze çıkarmaya başlandığını söylüyor. Cenazeler nakliye bandından çıkartılırken, bandın sonundaki tonaj kulübesinden geçiyormuş.  İlk gün akşam 3'ten sabah 9'a kadar 30 ton ceset geçmiş tonajdan. "Düşün," diyor Muzaffer Yıldırım.  "Bu insanların her biri 100 kilo olsa, zaten 300 insan 30 ton yapar.  Kantardan canlı insan geçmedi. 30 ton cenaze. Daha bu ilk 18 saatte. Sen hesap et kaç kişidir.  Basit bir kaza. Çok basit bir kaza."  

Tek tesellisi kazanın vardiyanın devir teslimine denk gelmemesi. " İçerde devir teslim alıyor ya birbirinden.  Iki vardiyanın çıkış ve giriş saati.  Yarım saat veya bir saat sonra olsaydı, 1000 kişiyi geçerdi.  Yani çok basit bir ölüm.  Çok basit yani."

Elmadereliler'in ümitsizlikleri de acıları kadar gerçek ve derin.  "Ne değişecek?  Aha unutuldu gitti bile."  Yanımızda oturan bir genç ilk kez katılıyor sohbete.  "Kimsenin umurunda değil.  Bir o CHP'li milletvekili kaldı hala uğraşan.  Özgür Özel."   "Torba yasa dediler, boş çıktı torba" diyor Hasan Yıldırım.  

Her şeye rağmen, madenciliğe karşı değiller. Karşı oldukları tedbirsizlik, insan yaşamının hiçe sayılması. Aslında istekleri çok basit: Öldürülmemek. "Bu senin yeraltı kaynakların.  Çıkacak.  Ama dünyada nasıl sıfır kazayla oluyorsa, bizde de öyle olsun." 

Bir de işin mide bulandıran, pisliğin dibine vuran kısmını anlatıyor Muzaffer Yıldırım. "Mesela daha önce  Uyar Madencilik'te çalıştım ben. Soma'nın içinde. Çok kaza görüyordum.  Aşağı yukarı her ay bir ölü oluyordu. Ama madende ölenlere hep yolda öldü diye rapor tutuluyordu. Çünkü eğer bu insana yeraltında öldü raporu tutulursa, 150 milyar ödeyeceğine 300 milyar ödemesi lazım.  Bir de işyerine soruşturma açılması lazım."

Soma'da ölülere takılan oksijen maskeleri geliyor aklıma.  "Bütün medya oradaydı.  Onun için yaptılar o maske işini.  Herkes biliyordu."

İki oğlunu kaybetmiş Senem Ana'nın öfkesi patlıyor bir anda. "Ya zaten hep poşete koydular.  Ben ordaydım.  Ceset çıktıkça poşete koydular. Battaniyeden aldı, poşete doldurdular." Çocuklarının cansız bedenlerinin poşete konması oturmuş yüreciğine.  "İki taneydi benim çocuğum.  Gözümün önünde poşete doldurdular.  Kamyona doldurdular.  Bunlarda vicdan yok, vicdan.  İnsan değil bunlar.  İnsan olsa böyle yapmaz.  İnsan değil."  Yanında oturan Hasan Yıldırım'ı işaret ediyor. "Benim eşim Parkinson hastası.  Oturduğu yerden oturamadı.  Ben iki tane çocuğu bekledim.  Bir de gelmiş çevik kuvvet ile. Çevik kuvvetin, polisin, askeriyenin ne gereği vardı orada? Andığım zaman psikolojim bozuluyor.  Lanet olsun ona!"  Adı anılmasa da, öfke kusulan, lanet okunanın kim olduğunu herkes biliyor.  Avludakiler kafalarını sallayıp mırıldanarak tekrarlıyorlar laneti.  

Dinmiyor öfkesi Senem Ana'nın.  Gözleri çakmak çakmak, önündeki sandalyeye vurarak acısını haykırırken hepimizin yüzü düşüyor.  Yüzümüz yok gözlerine bakmaya.  "Bir de canlı çıkıyor diye alkış ediyor. Poşete, kamyona doldurdular, götürdüler cesedi.  Bir de canlı gibi oksijen veriyor. 'Susun' diyor.  'Bağırmayın. Çocuklarınız sağ' diyor bize.  Sen yalan söyleme. O çocuklar sağ değil, gördük biz orada ya!  O ambulanslar boş gitti.  Bir de tır kamyonu doldurdu.  Boylama poşetle.  Branda çekti bir de utanmadan, görmesinler diye. Bize cesetlerimizi göstermedi. Biz çocuklarımızın yüzüne hasret gittik.  11 tane şehit sıraladık burada.  O şirket gelip bir 'başın sağ olsun' demedi.  Adamların çoğu yandı orada cayır cayır.  Benim de oğullarım..."  Sözünün sonunu getiremiyor Senem Ana. Yutkunuyor. Sandalyeye son bir kez vurup, ıslanan gözlerini saklamak için arkasını dönüyor.  Parkinson hastası Hasan Yıldırım oturduğu sandalyeden kalkabilse, o da saklayacak belki gözyaşlarını. Kalkamıyor. Titreyen ellerinin tersiyle siliyor gözlerini.  "Gelin, çay getir misafirlere!"  

5-6 yaşlarında güzeller güzeli bir oğlan çocuğu çıkıyor evden.  Senem Ana başını okşuyor. Bu kez sesi kırık "Aha işte bunun babası gitti" diyor.  Çocuk ters bakıyor babaannesine, kaçıyor avludan. Dalgın, devam ediyor Senem Ana. " Öbür oğlum bekar." Şimdiki zamanda tutunuyor evladının anısına. 

'Gelin' çayları verirken, bir eliyle işlemeli tülbentinin ucunu tutarak ağzını örtüyor. Boylu poslu, güzel bir kadın.  Elmadere'nin kadınları hep mi güzel?  Uygunsuz olur diye soramıyorum. 

Çaylarımızı içerken Muzaffer Yıldırım bir sürelik suskunluğunu bozuyor. "Biz en sonu konuşuyoruz.  Asıl buraya nasıl geldiğimizi konuşalım."  Muhtar gibi, tarım ve hayvancılığın sistemli olarak bitirildiğini anlatarak başlıyor, daha derine iniyor. "Madencilik dediğin dünyanın en zor, en tehlikeli işi. Ölmeden mezara giriyorsun her gün. Ücretler belli: 1.300, 1.500, 1.700.  Bu para için insanlar girmez madene. O zaman ne yapıyor devlet? Bankalarla anlaşıyor.  Yemler takıyor oltaya: Tüketici, ihtiyaç, araç, konut kredisi.  'Bu sazanlar birinden birine takılacak' diyor.  Takılmıyor muyuz?  Ev aldın. Ev bankanın. Araba aldın. Krediyle. Olmayan parayı harcıyoruz, boğazımıza kadar borca batıyoruz. İşçisi, memuru, çiftçisi hepimiz kuriye olduk. Zenginden zengine para taşıyoruz. Borçtan kafamızı kaldıramıyoruz. Siyasi haklar, sosyal haklar... Hiçbir şey düşünecek halimiz kalmıyor."

Muzaffer Bey kapitalist sistemin halka ödetilen bedelini bir çırpıda özetlerken, bu güzel insana olan hayranlığım artıyor. Ertesi gün yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini soruyorum. "Ben Şebelebettin'e vereceğim oyumu" diyor gülerek.  Gönlündeki o değilmiş, ama "olmayan ikiden, olmayan bir iyidir" deyip İhsanoğlu'na atacakmış oyunu.  Gönlündekini soruyorum.  "Emine Ülker Tarhan" diyor önce. Sonra ekliyor "Özgür Özel de olur.  Canla başla çalışıyor.  Neden olmasın?  Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı yapıyorsa bu memlekete, herkes yapar.  Sessiz teyyare gibi. Miy miy miy...  Ne konuştuğu belli değil."  Senem Ana gülüyor, geldiğimizden beri ilk kez.  Çay bardaklarını toplamaya gelen 'Gelin' de gülüyor. Tülbentinin ucuyla kapattığı ağzı görülmese de, kocaman kara gözlerinde yansıyor gülüşü.  Hep beraber gülüyoruz. Ölümün kasveti biraz uzaklaşıyor sanki avludan.  

Baba Hasan Yıldırım'ın "Alevi'den cumhurbaşkanı olmaz mı?"  sorusu üzerine konu değişiyor.  Muzaffer Bey "Bak ben bunu AKPli milletvekiline de sordum, ulemaya da sordum.  Hiçbiri cevap veremedi." diyor.  "Kaza Allah'tandır, fıtratında var diyor ya..  Ya bu Allah İngilizce bilmiyor mu?  Almanca, Fransızca bilmiyor mu?  Neden bütün bu fıtratları Türkçe yazıyor?  Türklere kastı mı var bunun?" 

"Gelelim Aleviler'e" diye sürdürüyor konuşmasını.  Aleviler'in ilimin, görüşün kaymağını aldığını anlatıyor.  Hz. Ali'den giriyor, Hoca Ahmed Yesevi'den, Hacı Bektaş Veli'den, Yunus Emre'den çıkıyor.  "İlim Çin'deyse git öğren demiş.  'Ekmek Çin'deyse git ye' dememiş ki!"  Avludakilerin mırıltılı onayları arasında devam ediyor. "Sonra ne demiş? 'İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.'  Hani bende bu?  Ben nasıl Alevi oluyorum o zaman?"  

Ağzım açık, bu ikokul mezunu bilgenin İslamiyet'i sorgulayışını, Alevilik adına özeleştiri yapışını dinliyorum.  Aklıma devlet kadrolarında dini yorumlayan, birkaç okul bitirmiş şarlatanların zırvaları geliyor.  Gülüyorum kendi kendime.  Muzaffer Bey kaçırmıyor gülüşümü.  "Sen beni çok konuşturdun.  Çok aşağılara salladın, çoook" diyor o da gülerek.  " Konuşun tabii! Keşke herkes sizin gibi konuşsa " diyorum.  Birkaç saniye durakladıktan sonra "Kalsın" diyor buruk bir tebessümle.  "Konuşup da ne değişecek?" 

Çam ağaçlarıyla süslü tepenin ardındaki Elmadere köyünün koca yürekli insanlarına selam olsun.  

Not:  Bu ziyaretin gerçekleşmesini sağlayan Öney Ticaret'e ve gönüllü olarak rehberliğimi üstlenen Arman Akcan'a sonsuz teşekkürler.

(20/08/2014 Muhalif Gazete)

ÜÇ AY SONRA - I

Birinci Bölüm: "Ölenler Öldü, Unutuldu Gitti"

Soma'dan Kınık'a doğru giderken, bir yandan hayretle yolun alt tarafında göz alabildiğine uzanan, beyaz örtülerin üzerine dizilmiş kırmızı domateslere bakıyor, bir yandan bu küçük Ege kasabasının kaderini değiştiren faciayı düşünüyorum. Akıl ve vicdan dışı ihmaller yüzünden, resmi rakamlara göre, 301 kişinin canına mal olan faciayı.  Ve Başbakan'ın yüzü kızarmadan yüz sene öncesinden örneklerle bu katliam gibi kazayı normalleştirme çabasını düşünüyorum.  Bir de ölümün kasvetiyle bilenmiş halk öfkesinin, çevik kuvvet ve polisin arkasına saklanıp halka tekme-tokat saldıran devletin yüreksiz iktidarı karşısındaki onurlu direnişini... 

Kınık'a vardığımızda GPS'in komutları doğrultusunda sıra sıra evlerin arasından, dar sokaklardan geçiyoruz. Hayatın her şeye rağmen devam ettiğini hatırlatırcasına, bir düğün evinin sokağa taşmış kalabalığına denk geliyoruz.  Tahta masalarda soğuk limonata içen davetlilerle selamlaşıp, Elmadere tabelalarını takip ederek, kıvrıla bükule tepelerin ardına doğru uzanan yolda ilerliyoruz. 

Elmadere köyü, İzmir'in Kınık ilçesine bağlı, çam ağaçlarıyla kaplı bir tepede kurulu, 90-100 hanelik bir Alevi köyü. Tam 11 kayıp vermiş Soma'da.  Buna rağmen, hükümet yetkilileri, partilerinin fıtratında olan ötekileştirme politikasına uygun olarak, günlerce uğramamışlar Elmadere'ye.  Kamuoyundan tepki gelmeye başladıktan sonra yanlarına kameraları ve korumalarını alıp gitmişler, ama bu sefer de ölmekten yorgun, ötelenmekten kırgın Elmadereliler devletin göstermelik, samimiyetsiz şefkatini buyur etmemişler evlerine. 

Köye vardığımızda, rastgele önünde durduğumuz evin muhtarın evi olduğunu öğreniyoruz. Muhtarın ufak tefek, güzel gülüşlü, mavi gözlü eşi, yabancıların köye gelip gitmesine alışmış bir tavırla bahçedeki çardağa alıyor bizi. Bahçenin bir köşesinde, yüzünde en az seksen senenin kahkaha ve gözyaşlarının izlerini biriktirmiş bir kadın, alçak duvarın üzerine tünemiş sigara içiyor.  Bizi görünce sanki çok uzun zamandır tanıyıp da yollarını beklediği birilerini görmüş gibi aydınlanıyor yüzü.  Dişsiz ağzı kocaman gülüyor. Çizgilerine inat çocuklaşıyor yüzü.  Muhtar ise pek hoşnut değil davetsiz misafirlerden. Ev sahibi olarak kibar davransa da, aynı şeyleri konuşup, hiçbir şeyin değişmediğini görmekten bıkkın, haklı bir gönülsüzlükle oturuyor masaya.  Soruları ağzının içinde mırıldandığı karşı sorulara çeviriyor, kendi sorduğu sorulara yere veya boşluğa bakarak cevap veriyor.

- 13 Mayıs'tan bu yana neler değişti?
+ Ne değişecekti ki?  Hiç. Ölenler öldü, unutuldu gitti.
- Devletten beklentiniz nedir?
+ Ne beklentimiz olacak?  Hiç.  Biz devletten bir şey beklememeyi öğrendik.

Az sonra çocuk gülüşlü ihtiyar teyze iki büklüm, ama bastonsuz, yavaş adımlarla geliyor masaya.  "Aha bu benim oğlum. Bazı bazı gizliden ağlar hala" diyor muhtarı gösterip. "Kimse görmez sanır, ama ben görürüm."  Muhtar oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıyor.  Sert yüzüne tezat bir utangaçlıkla, yetişkin bir adamın gizliden ağlamasını açıklamaya çalışır gibi anlatıyor.  "Onbir canımız gitti köyden. Devlet dönüp yüzümüze bakmadı. Oradan buradan para yardımları geldi.  Vicdanlı insanlardan, bir de Alevi derneklerinden. Ama keşke para vereceklerine çözüm bulsalar.  Sıcak para tembel eder insanı. Üç gün yetse, dördüncü gün biter.  Sonra n'olacak?  İş gerek insanlara, iş. Para değil." 

Yolda her Elmadere tabelasının yanında gördüğümüz Polyak Eynez işaretlerini soruyorum.  Köyde yeni açılacak olan madenmiş.  Muhtar Polyak'tan bahsederken tedbirli.  Köydeki şehit ailelerine yardim ettiklerini söyledikten sonra hızlıca ekliyor "Yörede olduğundan tabii. Köyden işçi gerek madene ya, ondan."  Yeni madende yaşam odaları olacağını söylemişler.  "Göreceğiz." Gelecek için endişesi ümidinden çok muhtarın.  Cevabını bildiğim, hiç istemediğim halde sormak zorunda olduğum soruya geliyor sıra. "Gerçekten 301 mi, muhtar?" derken sesim kendime yabancı. Muhtarın cevabı ise tereddütsüz.  "Değil."  Bir şey söyleyecek gibi derin bir nefes alıyor. "Değil," diyor aynı kesinlikle.  "301 değil."  Yüzüme yeni değmiş gözleri uzağa kaçıveriyor yine. "Ayran getir misafirlere."  Kapı girişinde çömelmiş olan eşi içeri seyirtip elinde ayran bardaklarıyla gelene kadar susuyor muhtar. Susmak istediğini, susmak gerektiğini hissettiriyor.  Susuyoruz.  

Ayranlarımızı yudumlarken, bu kez gönüllü olarak konuşmaya başlıyor. "Tütün ekerdi bizim köy.  15 sene önce tütün fiyatı 70lik rakıya denkti.  Şimdi bir tütünün fiyatına bak, bir de rakının fiyatına.  Bu insanlar neden üç kuruş paraya yerin altına iniyorlar, anlarsın.  Keyfinden değil yani."  Hükümetin insanları madene mecbur etmek için  bölgede tarımı bilinçli olarak bitirdiğini anlatırken sesi ilk kez yükseliyor.  Yakın ailesinden kimseyi kaybetmemiş olmak ne acısını dindirmiş, ne öfkesini.  "Sömürdüler" diyor. "Hem toprağı, hem insanı sömürdüler. Aha orası şehitlik. Orada yatanların çocukları da madene inecek.  Başka çare yok.  Düzen kurulmuş."

Ertesi gün yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini (1) sorduğumda "Hükümete tepki büyük, elbet" diyor.  "Geçen seçimde 13 oy çıkmıştı bizim köyden, bu seçimde üç oy alırsa öpsün başına koysun." (2)  Alevi köyü oldukları için devlet tarafından yok sayılmaya alışmışlar.  Maden faciasından sonra da değişmemiş bu tavır.  Artık köyün işlerini halletmek için ilçeye değil (Kınık Belediye Başkanı AKPli), doğrudan İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne (CHP) gittiğini söylüyor.  "İşler çok daha çabuk halloluyor."

Şehit aileleriyle görüşmek için izin isteyip ayağa kalkmaya yelteniyorum.  "Ayranını içmemişsin. Otur, ayranını bitir."  Kalan ayranı içerken ilk kez soruyor kim olduğumu, nereden geldiğimi, hangi gazetede yazdığımı.  Amerika'da yaşadığımı duyunca şaşkınlığını gizlemiyor. "Ne işin var burada?"  Cevabını beklemeden, bu kez gazetenin ismine takılıyor.  "Muhalif Gazete mi?  Memlekette muhalif kaldı mı ki?"  Bir gülümsemenin gölgesini yakalıyorum yüzünde.  Teşekkür edip vedalaşıyoruz.  Az ötedeki şehit evine doğru yürürken, köyün ne kadar sessiz olduğunu fark ediyorum.

(1) Görüşme 9 Ağustos 2014, Cumartesi günü yapıldı.
(2) Elmadere köyündeki resmi sonuçlara ulaşamadım, ama Kınık'ta Ekmeleddin İhsanoğlu: %55,23, Recep Tayyip Erdoğan: %38,18, Selahattin Demirtaş: %6,58.

(18/08/2014 Muhalif Gazete)

ÜÇÜN BİRİ

Yaklaşık 45 gün seçimle yattık, seçimle kalktık, içimiz dışımız seçim oldu. Ve sonunda üçün birini seçtik. Azınlığın oy çoğunluğuyla RTE Cumhurbaşkanı oldu. "Hayırlı olsun" demek adetten.

Seçimdeki düşük katılım, oy veren herkes gibi beni de öfkelendirdi. Kendine uygun aday bulamadığı için sandığa küsüp boykot edenlerin, sinek yuttuğu için sinek ilacı içen vatandaştan farkı yok benim için. Her fırsatta "Eyvahlar olsun, İran oluyoruz! Yetiş asker, bölünüyoruz!" diye feryat eden, sıra oy vermeye geldiğinde ise şezlonga yayılmış poposunu kaldırıp sandığa gitmemek için "Zaten sonuç belli, benim oyumla ne değişecek?" diyerek oy vermeyen kesim ise önümüzdeki beş sene içinden ağlasın mümkünse. 

Atar faslını aradan çıkarttıktan sonra, seçimden öğrendiklerimizi değerlendirmek ve bundan sonra ne yapacağımızı belirlemek gerek.

Ne öğrendik?

- Yeni Türkiye'nin ileri demokrasisinde devlet Tayyip'tir ve devlet kurumlarının tarafsızlık ilkesi kağıt üzerinde kalan gereksiz bir ayrıntıdır. TRT, Anadolu Ajansı gibi parti-devletin halkın vergileriyle işleyen kurumları, RTE'nin özel şirketleri gibi çalışırlar. Yüksek Seçim Kurulu ise Türkiye seçmenine yapılmış kötü bir şakadır.

- Metropoll Araştırma Merkezi Başkanı Özer Sencar'ın Tarafsız Bölge programında itiraf ettiği üzere, seçim anketleri bizzat başbakan tarafından çarpıtılarak PR amaçlı yalanlar olarak, üstelik seçim yasağı başladıktan sonra, halka sunulabilir. Bunun yanında, Konda Yönetim Kurulu Başkanı Tarhan Erdem'in Birgün gazetesindeki röportajında ifade ettiğine göre, anketlerde, fark (-9,1) hata payının (+/-2,6) çok üzerinde çıkabilir. Bilimsel bir açıklaması olmayan bu durum "üzüntüyle karşılanır," inceleme başlatılır, kisa sürede unutulur gider. Bu anket sonuçlarına dayanarak oy vermekten vazgeçen sazanlar da tatlı sularda sürü halinde dolaşarak dipleri karıştırıp suyu bulandırmaya devam ederler. Ağla bol miktarda avlanırlar. (Bkz: Vikipedi, Sazan balığı).

- Ana muhalefetin bir türlü öğrenemediği ders: Tamamen RTE karşıtlığı üzerine kurulu ilkesiz siyasetle RTE'yi yenmek mümkün değil, çünkü karşıtlık ve nefret adamın fıtratında var. Hayatı ayırmak ve ayrıştırmak üzerine kurulu, kinle beslenen, yalan ve iftirayı son derece rahatlıkla ve sıkça kullanan, dün eteğini öptüğünü bugün ayağının altına alabilen, kendine benzemeyen herkesi ve her şeyi yok sayan, mümkünse yok eden RTE, karşıtlık politikasının Türkiye'deki tartışmasız en büyük ustası. Onu yenmenin yolu, onda olmayan, nasıl elde edeceğini ve nasıl kullanacağını bilmediği bir silahla, ilkeli siyasetle savaşmak. (Bkz: Selahattin Demirtaş, Yeni Yaşam çağrısı)

Ne yapacağız? 

Acı, ama gerçek: 12 senedir istikrarlı bir şekilde demokrasiden uzaklaşan, demokrasinin temel taşı olan kuvvetler ayrılığını tamamen ortadan kaldırarak maden ruhsatlarından inşaat sektörüne, hakimler ve savcılardan istihbarata kadar devletin tüm birimlerini tek adama bağlayan, ciddi yolsuzluk iddialarıyla şaibeli AKP iktidarının başbakanı artık cumhurbaşkanı. Ve biz bu gerçekle, en az beş sene daha yaşamak zorundayız. Her seçimden sonra kendine gidecek ülke arayanlar boşuna uğraşmasın. Türkiye sorunlarına karşı duyarlıysanız, coğrafi konumunuz bu duyarlılığı değiştirmiyor. Doğup büyüdüğünüz ülkeden gitseniz de, bulunduğunuz yerden durumu takip etmeye, tepki vermeye, çözüm aramaya devam ediyorsunuz. (Bkz: Ben, 15 sene)

O halde, enseyi karartmadan, aldığımız dersleri akılda tutarak, demokrasi mücadelesini nasıl sürdüreceğimizi düşünelim. Her şeyden önce, bu mücadelenin uzun soluklu bir maraton, hatta "kros" olduğunu kabullenmek gerek. Aslına bakarsanız, demokrasi sürekli gelişen bir kavram olduğundan, bu yarışın sabit bir bitiş çizgisi bile yok, ama biz önce ilk aşama olan temel insan haklarının kazanımı (ya da geri kazanımı) üzerinde yoğunlaşalım. Anadilde eğitim, cinsiyet eşitliği, düşünce ve basın özgürlüğü, adil yargı, izinsiz gösteri, grev ve sendika hakları gibi. Gezi'de mümkün olduğunu gördüğümüz "başka bir dünya" kavramını kalıcı olarak gerçek kılmak için, Gezi gibi parlak çıkışların seyrek olacağını, aradaki uzun boşlukların ise STK örgütlenmeleri, bilinçlenme ve bilinçlendirme çalışmalarıyla doldurulması gerektiğini anlamalıyız. Çalışmalı, çok çalışmalıyız. Ve bunu yaparken ne yöne doğru ilerlediğimizi, yanımızda kimlerin olduğunu çok iyi değerlendirmeliyiz. Tek hedefi AKP iktidarını sona erdirmek olan bir mücadele, başarılı olsa bile, demokrasi yolunda ülkeyi bir adım bile ileri götürmez. Nasıl ki AKP ordudan aldığı vesayeti uzun adama teslim ettiyse, yeni iktidar da kendi üzerine devralır, tıpkı selefinin yaptığı gibi, kendinden olmayanı kendine benzetip, direneni bertaraf ederek vesayeti sürdürür. Padişahlığa son verir, yerine krallık kurar. Muktedir ve ezilenin isimleri, yüzleri değişir, tekçil düzenin baskısı ve zulmü baki kalır. Bu durumda her kimlik, bir diğerinin iktidara gelmesinden o kadar korkar ki, her türlü pisliği, vicdansızlığı, adaletsizliği görmezden gelerek, kendi muktedirine koşulsuz biat eder. (Bkz: Türkiye, mevcut durum) 

Oysa tüm kimliklerin benliklerine sadık kalarak, sahip çıkarak, eşit ve özgürce yaşayabildikleri adil bir sistemde, hükümet ve devlet halka hükmetmek değil, hizmet etmek için var olduğundan, insanlar seçimlerini korkuyla değil, mantık ve sağduyuyla yaparlar; ezilme kaygısı olmadan, en iyi hizmeti verecek olanı seçerler. Böyle bir sistemi kurmak için yola çıkarken, bize lazım olan, ucuz yüzde hesaplarıyla, var olanı korumak üzere kurulan derme çatma çatılar değil, iki yakayı birleştirip, birlikte daha güzele yol almak üzere, sağlam ilkeler üzerine inşa edilen köprülerdir. Evet, çok uzun ve meşakkatli bir yol. Evet, durum hiç iç açıcı değil. Ama her şeye rağmen umut var. Bu malzemeden cumhurbaşkanı çıkartan mucizeler ülkesinde, hiçbir şey imkansız değil. (Bkz: RTE, Cumhurbaşkanı)

(13/08/2014 Muhalif Gazete)

11 Ağustos 2014 Pazartesi

İFFET DENEN İLLET

Türkiye'de erkekler 2014'un ilk yarısında 129 kadın öldürdü. Ortalama her üç günde iki kadından fazla.  11 tanesi devletin koruması altındaydı.  Bakan Ayşenur İslam inkar etti.  Başbakan Bülent Arınç hayret etti ve çözüm sundu: Kadın iffetli olacak. Herkesin ortasında kahkaha atmayacak. 

Erkeklerin, namus ve iffet gerekçesiyle  kadınları öldürmelerinin günlük hayatın bir parçası haline geldiği ülkede,Başbakan Yardımcısı iffetin tanımını yaparak, şiddet eğilimli erkeklere el verdi adeta.  Bu demecin "talihsiz” bir açıklama veya basit bir gündem değiştirme çabası olduğunu düşünmek naif olur. Talihsiz olan açıklama değil, Bülent Arınç'ın bu ülkede Başbakan Yardımcısı olması.  Ve hükümetin kadına karşı şiddete göz kırpan politikaları bu ülkenin çakma değil, has gündemi.

AKePe hükümeti, tüm otokrat yönetimler ve baskıcı din kurumları gibi, kadınları toplumsal yaşamdan tecrit etmek ve bedenlerini kontrol altına almak suretiyle iradelerini kırmaya çalışıyor, çünkü bir toplumu ezerek yönetmenin yolunun kadınlardan geçtiğini biliyor. Eğitimde, üretimde, siyasette, yaşamın her alanında erkeklerle eşit haklara ve fırsatlara sahip olan kadınlar, özgüveni yüksek, sorgulayan, öğrenen nesiller yetiştirirler.  Buna karşılık, hayattan soyutlanarak mutfak ve yatak odasından ibaret yaşam alanına hapsedilen, küçülmek zorunda bırakılıp görünmez olma noktasına getirilen kadınların  yetiştirdikleri nesiller, ezilmişlik ve itaat öğretileriyle kodlanırlar.  12 senelik AKePe iktidarının kadınlara yönelik söylem ve eylemlerinin önyüzündeki pespayeleğin ardında, kadını güçsüzleştirip ezmeyi hedefleyen bilinçli ve sistemli bir devlet politikası var.  Masumane olarak nitelenen çocuk evlilikleri, Başbakan'ın çöpçatan teyze edasıyla verdiği "Fazla seçici olmayın, bir an önce evlenip çok çocuk yapın" nasihatleri, tecavüz ve şiddet davalarında kadının kıyafetinin, makyajının, hatta bazen sadece varlığının bile "tahrik unsuru" kabul edilerek ceza indirimine sebep olması hep bu politikanın parçaları.  Arınç'ın "talihsiz" demeciyle, 12 senedir toplumsal yaşantıya nakış gibi ince ince işlenen bu politika açıkça dillendirildi ve abanın altından çıkartılan iffet sopası kadınların burnunun ucunda sallandı. 

Ne hikmetse, şu iffet denen illetin tanımı hep erkeklere endeksli. Evrim sürecinin daha yarısına gelmeden yollarını kaybetmiş, hayatları uçkurlarının ucunda düğümlü, erkek görünümlü bazı ilkel yaratıklar, ota boka kabaran nefislerini bahane ederek, kadınların tüm hayatlarını tahakküm altına almaya çalışıyor, adına da iffet diyorlar. Bu tahakkümü reddeden kadınlara karşı işlenen suçlar sosyal ve yasal platformda itinayla aklanıyor. Ceza yasasında yapılan son değişiklikle "ani taciz" adı altında tecavüzcüye ve tacizciye ceza indirimi için açık kapı bırakıldı.  Buna göre sanık, suçu daha önceden planlamadığını söyleyerek, dolaylı olarak kadının kendisini tahrik ettiğini ima edebilir ve mağduru suça ortak edebilir. Yetmemiş olacak ki, Arınç kahkahayı mundar kılan iffet tanımıyla, şiddet eğilimli erkeklere ve tecavüzcülere bir bayram hediyesi vermeyi uygun gördü. Bundan böyle mahkemelerde "İffetsizlik yaptı, vurdum" veya "iffetsizce güldü, hiç aklımda yokken, kanıma girdi" türünden savunmalar duyacağız.  Şaka değil.  Geçtiğimiz hafta, bu ülkede bir mahkeme, kadının tayt giymesinin ve arabada kaykılarak oturmasının, kocasının kendisini bıçaklaması için tahrik sebebi olduğuna karar verdi.  Tecavüz davalarındaki insanın kanını donduran ceza indirimlerini, hatta beraat kararlarını her gün isyan ederek izliyoruz.  Şiddet ve taciz kurbanı kadınlar polis ve yargı önünde adeta suçlu muamelesi görüyor.  AKePe politikaları, son 10 senede kadına şiddetin %1400 artmasıyla meyvesini verdi.  Ve Arınç edepsiz ve hayasız demeciyle, kadın düşmanlarına bir kapı daha açarken, kadınlara "Bizim istediğimiz gibi yaşamazsanız, sonuçlarına katlanırsınız" mesajını verdi. 

Mesajın alındı, Bülent. Bizim de var edecek iki kelamımız. Öncelikle, boğazına kadar pisliğe, yolsuzluğa batmış bir güruhun üst düzey temsilcisi olarak iffet konusunda ahkam kesecek son kişi sensin. Ancak, madem bu hadsizliği ettin, o halde haddini bildirmek de bize düşsün. Biz dediğim Türkiye'nin kadınları.  Bayan değil.  Hanım hiç değil.  Kadın.  Hani şu yüzüne bakarak konuştuklarında mahçup olduğun türden.  Hani şu hakları için mücadele ettiklerinde kadından saymadığın, herkesin içinde kahkahayla güldüğü için "iffetsiz" olduğuna hüküm verdiklerinden.  Evet, iffetsiz kadınlarız biz.  Kahkaha atar, güler, oynar, çalışır, aşık olur, sevişir, savaşır, kazanırız, kaybetsek de vazgeçmeyiz.  İstediğimizi giyer, istediğimize gideriz.  Gerektiğinde polise karşı çıkar, canımız istediğinde direğe çıkarız. Adıyla, sanıyla, ve olanca tadıyla kadınız biz.  Ve direneceğiz.  Sana, temsil ettiğin yobaz, baskıcı zihniyete, zorla dayatılan iffete direneceğiz.  Kadınları döven, öldüren, tecavüz eden erkeklere  ve onları aklayanlara karşı bedenimizle, aklımızla, yüreğimizle, özgür irademizle, hem bağıra çağıra, hem kırıta kırıta direneceğiz.  Ve direne direne kazanacağız. Er ya da gec.

05/08/2014 Muhalif Gazete