29 Aralık 2014 Pazartesi

AMA'SIZ DEMOKRASİ, SIRASIZ DUZEN

Yeni Türkiye’de ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor, her kafadan çıkan sesler birbirine karışıyor. Memleketin kadrolu darbe mağduru AKP hükümeti, ağzına sakız ettiği aynı nakaratla iktidara yan bakanı darbecilikle suçluyor. Öte yanda, yakın geçmişin zalimi Cemaat, bugün AKP faşizminden nasibini alarak mazlum oluyor. Düne kadar iktidarın gayri resmi ortağı olarak özgürlükleri hiçe sayarken, demokrasiyi ayaklar altına alıp adaletin ırzına geçerken, senelerce şahsi ve siyasi hesaplaşmaları için kullandığı kumpas silahı kendisine karşı çevrilince bir anda özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu kesiliyor. 28 Şubat’tan Mavi Marmara’ya kadar her çelişkide tavrını otoriteden yana koymuş olan Gülen’in cemaati, otoritenin hedefi olunca, ezberler bozuluyor.
Bu karmaşa içinde Cumhurbaşkanı’nın sesi gür, mesajı net: Bitaraf olan bertaraf olur. Görevini “tarafsızlıkla” yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden Cumhurbaşkanı’nın, taraf olmayanı ortadan kaldırmakla tehdit etmesindeki tezat bir yana, taraf olmak gerektiği doğrudur. Zira her fırsatta darbe mağdurluğu üzerinden siyaset yapan AKP’nin göstere göstere sivil darbe yapmasına tarafsız kalmak, otoriter gücü pekiştirir. AKP’nin eski suç ortağı cemaatle olan kıyasıya kavgasını, patlamış mısır eşliğinde keyifle izlemeyi ve “yesinler birbirlerini” demeyi tercih edenlerin yaptığı tam da budur. Ergenekon ve Balyoz davalarında işkencecilerin, faşist katillerin cezalandırılması umuduyla, Cemaat-AKP ortaklığının düşmanlarını ortadan kaldırmak için kullandıkları yasa dışı yöntemlere göz yumanların yaptığı hatayı, bugün cemaatin cezalandırılmasını isteyen kumpas mağdurları tekrarlıyor. “Oh olsun”cular adalet yerine intikam peşine düştüklerinden, sonuca ulaşırken gidilecek yolun yasal olup olmadığının önemi yok onlar için. Düşünce ve basın özgürlüğünü ihlal eden suçlamalardan, asılsız iddiaları kanıtlamak için üretilen sahte delillerden, özel olarak seçilmiş savcıların, hakimlerin yürüttüğü mahkemelerden rahatsız değiller. Yeter ki “zafer” kazanılsın, “düşman” cezalandırılsın.
Bir de kullanışlı aptal olarak tanımlanmayı göze alarak herkes için adalet isteyenler, cemaati değil, basın özgürlüğünü ve hukukun üstünlüğünü savunmak için, Ahmet Şık’ın dediği gibi “Faşizme karşı çıkmak erdem” olduğu için yapılanlara karşı çıkanlar var. “Ama’sız demokratlar” kumpasın, yolsuzluğun, hırsızlığın, insanlık suçlarının, cinayetlerin, darbelerin hesabını hukuka uygun yollarla sorup, istisnasız bütün zanlıların gerçek delillerle, tarafsız mahkemelerde yargılanmalarını istiyorlar. Yasadışı yöntemlerin kime karşı ve ne amaçla olursa olsun kullanılmasına karşı mücadele ediyorlar. Onları, haksızlığa ve adaletsizliğe, sırf bir gün kendi başlarına da gelmesin diye karşı çıkanlarla karıştırmamak gerek.
Geçtiğimiz gün hükümete Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı* yapan 85 aydın arasındaki bazı isimlerin yakın geçmişlerine bakınca, bu çağırıyı demokrasi ve özgürlük kaygısıyla değil, “sıra bana gelecek” kaygısıyla yaptıklarını düşünmeden edemiyorum. Hani meydanlarda sıkça tekrarlanan bir slogan var: Susma! Sustukça sıra sana gelecek! Kulağa hoş gelen bu sözlerin ardındaki anlamın sığlığını taşıyor bu kaygı. Sıra sana gelmeyecekse susmak mübah mıdır? Öyleyse, bugün sıranın kendilerine gelmeyeceğinden emin, yapılan zulme sessiz kalan AKP yandaşlarının yaptığı hak mıdır?
Oysa sıra bize gelecek diye değil, sıra düzenini bozmak için, intikam yerine adalet istemek için, sıranın asla bize gelmeyeceğini bilsek de faşizmle savasmak için, susmak vicdana ağır, insanlığa zul geldiği için susmamak gerek. Yani bir sabah Ermeni olarak uyanmayacağını bilerek Hrant için adalet istemek, “sapına kadar erkek” de olsan Çağla için, Roşin için ve cinsel eğilimleri sebebiyle öldürülen, şiddet gören, ayırımcılığa maruz kalan tüm LGBT bireyler için direnmek gerek. Yani asla erkek şiddetinin kurbanı olmayacağını bilsen de, Hasret’in, Kader’in, Fatma’nın yanında olmak, hiçbir gerekçenin kadına karşı şiddeti hafifletmesine izin vermemek gerek. Yani sen ya da çocukların hiç madene inmeyecek, inşaatta, tersanede çalışmayacak da olsanız, senede 1000’den fazla işçinin katledilmesine isyan etmek gerek. Yani Kürt olmasan, hatta hayatın boyunca hiçbir Kürtle yanyana gelmeyecek de olsan, Roboski’nin hesabını sormak, Kobane’nin insanlık savaşını desteklemek, anadilde eğitimin temel hak olduğunu savunmak gerek. Ve Cemaat’ten iliklerine kadar nefret de etsen, bu kanunsuz cadı avına karşı çıkmak, Cemaat’in (ve zamanı geldiğinde AKP’nin) mensuplarının  düşünce ve ideoloji suçundan değil, işledikleri gerçek ve somut suçlardan yargılanmaları için mücadele vermek gerek.
İki zalimin savaşını kenardan izleyip “oh olsun” demek cok daha kolay ve adeta refleks kadar doğal, içgüdüsel bir tepki.  Fakat o çok özendiğimiz demokrasi için refleksten daha fazlası gerekiyor. Bu bir öğrenme süreci. Bilincimizi, taleplerimizi, düşünce yapımızı geliştirmemiz, bu süreç içinde hem iktidarla, hem de kendi içgüdüsel reflekslerimizle mücade etmemiz gerekiyor. Toplumda yavaş da olsa yaygınlaşmaya başlayan bu bilinç giderek gelişecek. Ve biz sonunda “öteki” için koşulsuz, şartsız, istisnasız, ama’sız adalet ve eşitlik istemeyi öğrenecek, demokrasiyi içselleştireceğiz. İşte o zaman muktedirle muhalif arasında el değiştiren zulüm döngüsünü kırıp, sıranın kimseye gelmeyeceği bir düzende, farklı ama eşit olarak beraber yaşayacağız.
* Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı: Bu kampanyanın isminin değiştirilmelisini öneriyorum. Bir yere dönmek için daha önce orada bulunmak gerek. Bu sebeple AKP’ye demokrasi ve hukuka “dönüş” çağrısı yapmak, semantik açıdan yanlıştır.
(24/12/2014 Jiyan)

23 Aralık 2014 Salı

NEFES ALAMIYORUM

Eric Garner, bir polis arkadan boğazını sıkarken, ardından beş polis birden yere yıkıp üzerine çullanırken, dizleriyle sırtına abanıp, yüzünü kaldırıma bastırırken giderek hırıltıya dönüşen bir sesle böyle diyordu.  “Nefes alamıyorum!”  Tam onbir kez.  Bayıldıktan sonra yedi dakika boyunca yerde yatarken kelepçeleri çıkartılmadı.  Bir saat sonra kaldırıldığı hastanede öldü.  Adli tıp, ölüm sebebini cinayet olarak belirledi. Eric Garner silahsızdı. Eric Garner siyahtı.
Geçtiğimiz Cumartesi günü, ABD’de ırkçılıktan kaynaklanan polis cinayetlerini protesto amacıyla çok büyük yürüyüşler yapıldı. New York’ta da, on binlerce insan yaklaşık yedi saat boyunca daha önce belirlenen güzergahta yürüdük, sloganlar attık.  Hep bir ağızdan Eric Garner’ın son sözlerini tekrarladık.  “Nefes alamıyorum!”  Beyaz bir polis tarafından vurularak öldürülen 18 yaşındaki Michael Brown için Ferguson’a ses verdik.  Michael Brown silahsızdı.  Michael Brown siyahtı. Üç hafta önce yaşadığı binada asansör bozuk olduğu için kız arkadaşıyla beraber merdivenlerden tırmanırken polis tarafından öldürülen Akai Gurley için adalet istedik.  Akai Gurley silahsızdı. Akai Gurley siyahtı.
Bir göstericinin elindeki pankartta yazdığı gibi “Cok fazla isim” var.  Bir kişi isimleri sayarken, hep birlikte tekrar ediyoruz.  Liste uzadıkça uzuyor.  Aklıma önce Gezi’nin giderek uzayan listesi geliyor.  Sonra Güneydoğu’da iki günde katledilen 51 kişinin hep bir ağızdan okunmayan, bilinmeyen isimleri.  İçim daralıyor.  Nefes alamıyorum!
Eski sevgilim de yürüyüşte. Tarih profesörü. Türkiye hakkında ortalama bir Amerikalı’dan çok daha bilgili. Yürürken slogan aralarında sohbet ediyoruz.  “Kürtlerle ilgili son durum nedir?” diye soruyor. Türkiye’deki Kürtlerle ABD’deki siyahların mücadelelerini yakın bulduğunu biliyorum. Kısa bir özet geçiyorum.  Kobane, 6-7 Ekim, baraj, seçimler… Anlattıkça içim kararıyor. Nefes alamıyorum!
Tarihten örneklerle, sorunun zor da olsa çözülebileceğini anlatıyor profesör.  Ama sorun tam da bu ya… Onlar için tarih olmuş noktaya biz ancak geliyoruz.  Toplu mezarlar, asit kuyuları, binlerce kayıp insan, devlet eliyle gelen ölüm, işkence, insanlık dışı muamele.  Bunlar bizim tarihimiz değil.  Bugünümüz.  Ve düşünmesi bile korkunç, ama belki de yarınımız.  Nefes alamıyorum!
Sağımızdan gür bir ses, melodik bir tonlamayla soruyor. “Katil nasıl yazılır?” Üç beş kişi sektirmeden cevap veriyoruz. “N-Y-P-D*!”  Devam ediyor bas bariton arkadaş.  “Irkçı nasıl yazılır?”  Başkaları da bize katılıyor. “N-Y-P-D!”  Bir yandan avaz avaz haykırırken, bir yandan bu sloganın Türkiye’ye nasıl uyarlanacağını düşünüyorum.  “R-T-E!”
RTE demişken… Padişah özentisi beklendiği üzere, bu olayların üzerine atlayıp, Türkiye’nin ABD’den daha demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. “Bizim polisimiz vatandaş mı öldürdü?” diye sordu dalga geçer gibi. Oysa Gezi’nin çocukları bir yana, daha iki ay önce Güneydoğu’daki toplu katliamın kanı kurumadı ellerinde. Ama asıl konu kimin polisinin kaç vatandaşı öldürdüğü değil, olaylar ve halkın haklı isyanı karşısında yerel ve merkezi yönetimin ne yaptığı — ya da yapmadığı.  New York Belediye Başkanı, Eric Garner’ın öldürüldüğü yere “Kahraman New York polisine teşekkürler” diye pankart astırmadı. Ortada çok önemli bir sorun olduğunu kabul etti.  New York polis teşkilatındaki 35 bin polisin her birinin yeniden eğitimden geçmesini istedi.   New York Valisi, ıhlamur kokulu sabahlardan bahsederken parkları, yolları kapatmadı. Gösterilere misliyle karşılık vermekle tehdit etmedi.  Sanatçılardan profesörlere, sivil toplum örgütü liderlerine kadar pek çok kişinin çözüm önerilerini dinledi. Polisin silahsız kişilere karşı işlediği suçların soruşturulmasında, görevi gereği polisle birlikte çalışması gereken Bölge Savcısı yerine özel savcıların görevlendirilmesi için önerge verildi.   ABD Başkanı  “Emri ben verdim” demedi.  Eric Garner’ın eşini, Michael Brown’un annesini yuhalatmadı.  12 yaşında polis tarafından öldürülen  Tamir Rice’ın elinde havalı tabanca olduğu için “terörist” ilan etmedi.  Sokaklardaki gösteriler için muhalefeti suçlamadı.  “Bu sorun Amerika’nın sorunudur.  Yıkarak, zarar vererek değil, birlikte öğrenerek çözmeliyiz” dedi.  Yerel yönetimlerin polis teşkilatlarının yetki ve görevlerini gözden geçirmelerini istedi.  Mahkeme öncesi jüri sistemininin tartışılmasını destekledi.  Bizdeki durum malum.
ABD’nin de gül bahçesi olduğunu söylemiyorum elbette.  Aksine, ırkçılık konusunda çok karanlık ve kanlı bir geçmişi olduğu doğru. Bu konuda kanunlar çok sert ve kesin olsa da, özellikle ülkenin güney ve orta kısımlarında ırkçı zihniyetin hala yoğun bir şekilde varlığını sürdürdüğü de doğru. ABD’nin demokrasisinin mükemmel olmaktan çok uzak olduğu da.  Ancak, ABD’yi sadece polisin işlediği ve cezasız kalan cinayetlerde örnek gösteren sözde Cumhur’un, özde AKP’nin başkanı RTE’nin demokrasiden bahsetmesi, bugünlere gelinmesinde en büyük payı olan eski politikacılardan birinin deyişiyle, abesle iştigal. Demokrasiyi kullanarak elde ettikleri güçle, ülkedeki yarı buçuk, kör topal demokrasiyi tamamen yok ettiklerini, çakma darbe mağduriyetini dillerine dolayıp, göstere göstere sivil darbe yaptıklarını düşündükçe yüreğim sıkışıyor.  Nefes alamıyorum!
Dev binaların arasındaki koridordan sert bir rüzgarın yüzüme çarpmasıyla dalıp gittiğim düşüncelerden sıyrılıyorum.  Ayazdan yaşaran gözlerimi silip, ellerimi hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Önümde yürüyen adam üç-dört yaşlarındaki kızını omzuna almış.  Az ileride altı-yedi yaşlarında siyah bir oğlan çocuğu elinde “Adalet istiyoruz” yazılı bir pankartla yürüyor.  Biraz sonra daracık pantolonu, karışık saçları, sayamadığım kadar çok hızmaları ve dövmeleriyle sarışın bir “hipster” genç geliyor yanımıza.  Elinde iPod’a bağlı kocaman bir hoparlör. Michael Jackson’ın sesi kalabalığın sesine karışıyor.  “Siyah ya da beyaz olman fark etmez.”  Profesör gülerek kafasını sallıyor.  Yanımızdaki kadın onun kadar sabırlı değil.  “Siyah ya da beyaz olman fark eder. Hayat ya da ölüm kadar fark eder.” Hoparlörlü genç omuz silkip uzaklaşıyor. Siyahlar, bu olayları genel polis şiddeti olarak göstermeye çalışanlara, ırkçılık unsurunu yok sayanlara kızgınlar.  “Siyah yaşamlar önemlidir” yerine “Tüm yaşamlar önemlidir” pankartı açanlara, siyahların, polis tarafından öldürülme ihtimalinin beyazlardan beş kat daha yüksek olduğunu hatırlatıyorlar.  Ben yine okyanus ötesine gidiyorum kafamda.  Kürtler’in polis tarafından öldürülme ihtimali, Türkler’den kaç kat daha yüksek?  Nefes alamıyorum!
Yürüyüşün sonlarına doğru ilerde bir pankart görüyorum.  “Beyaz sessizlik şiddettir.”  Kocaman bir yumruk oturuyor boğazıma. Senelerdir iç sesimle yaşadığım, bir türlü söze dökemediğim yüzleşmenin karanlığı çöküyor yüreğime.  Kendi ülkemde, kör baktığım, dilsiz kaldığım zulmün ağırlığı kesiyor soluğumu. Yıllar boyu darbe jenerasyonu olmanın ardına sığınıp, kolay yolu seçtiğimi, gösterilenden ötesini görmeye çalışmadığımı, mücadele etmek yerine devletin dersini ezber ettiğimi bilmenin utancı eziyor beni.  Faşist olmadım asla, ama öte yana baktım.  Bir başka hikayenin olabileceğini düşünmedim, düşünmek istemedim uzun zaman. Sessiz kalarak şiddete, zulme ortak olduğumu düşünmek kahır oluyor içime.
“Ne istiyoruz?” diye bağırıyor profesör.  “Adalet!” demek için ağzımı açıyorum.  Boğuk bir hırıltı çıkıyor boğazımdan.  Nefes alamıyorum! Nefes alamıyorum!  Nefes alamıyorum!

*NYPD: New York polis teşkilatının kısa adı
[Fotoğraflar: Yeşim Numan]

(17/12/2014 Jiyan)

11 Aralık 2014 Perşembe

MÜSTEBİT [مستبد]: despot, zulüm ve baskıda bulunan, keyfine göre idare eden

Padişah özentisinin buyruğu doğrultusunda Osmanlıca’nın mecburi ders olmasının yolu açıldı. Şimdiki gençler çok şanslı.  Bizim zamanımızda böyle bir “devlet hizmeti” olmadığından, biz mahrum kaldık bu denli faydalı bir dersten.  Öyle ya… dedelerimizin mezar taşlarını okuyabilseydik, muasır medeniyyet mertebesini fersah fersah aşmış olurduk çoktan.  Ama gel gör ki, İngilizce, Almanca, Fransızca gibi lüzumsuz lisanlarla beynimizi doldurdukları için cehalet, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindeyiz bugün.
Bazı ağır abilerin, ablaların sandığı gibi ülkede süre gelen çarpıklıkları hafife aldığımız, durumun ciddiyetini kavrayamadığımız için değil, gülemezsek delirmekten korktuğumuz için, bunca akla zarar söylemin ve eylemin ortasında aklımıza mukayyet olabilmek için mizahla yoğuruyoruz mücadelemizi. Yani ahval ve şeraitin vehametinin apaçık farkındayız.
Evlatlarının mezarını bulamayan anaların memleketinde, büyük büyük dedelerinin mezar taşlarını okuyabilsinler diye çocuklara ölü bir dil öğretilecek.  Ana dillerinde okuyup yazmaları yasak olan çocuklar, Arapça ve Farsça’dan devşirilmiş, edebiyat ve Osmanlı tarihi dışında hiçbir alanda kullanılmayan bir dili öğrenmeye mecbur tutulacak.
“İsteseler de istemeseler de” diyor müstebit.  Giderek daha sık kullandığı bu ifade, tam da iktidarın Osmanlıca sevdasının altında yatan gerçek amaca delalet ediyor.  Çünkü mesele sadece Osmanlıca değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?  Mesele hanedanı, mutlak monarşiyi geri getirmek. Mesele halk sefalet içindeyken 1000 1150 odalı sarayda sürülen ihtişamı, hesabı sorulmayan, sorulsa da verilmeyen, sıfırlamakla bitirilemeyen paraları, al gülüm ver gülüm ihaleleri, bal tutanın parmak yalamasını, sansürü, polis devletini, keyfe keder gözaltıları, düzmece delillerle kumpas mahkemeleri, kadının ezilmesini, emeğin sömürülmesini meşrulaştırmak.  Mesele avaz avaz “darbe mağduruyuz” diye figan ederken, göstere göstere sivil darbe yapıp rejimi değiştirmek, başkanlık adı altında padişahlığı resmileştirmek.
Var sayalım ki bütün bunlar benim kuruntularım. Ve hatta var sayalım ki AKP hükümeti hiçbir gizli ajanda olmaksızın, tamamen iyi niyetle, gelecek nesillerin geçmişte kalmış bir dili öğrenmelerinin faydalı olacağına gerçekten inanıyor.  Hayal gücü sınırlarını aşan bu varsayım doğru bile olsa, Osmanlıca’nın zorunlu dil olarak ders programına konması sakıncalı.  Yabancı dil öğretmenleri bilirler: Bir yabancı dili, o dilin konuşulmadığı bir ülkede, orta seviyede öğrenebilmek için orta öğretimden itibaren haftada en az altı saat ders almak gerek. Farklı bir alfabeyle yazılan bir dil için daha fazla.  Haftalık ders saatleri artırılmayacağına göre, bu faydasız derse zaman ayırmak için bazı derslerin müfredattan çıkartılmasına karar verilmiş. Mesela İnsan Hakları, Yurttaşlık ve Demokrasi dersi.  Yetmez ama manidar.  Öğrencilerin mezartaşı seviyesinde öğrenebilmeleri için başka derslerin de saatlerinin azaltılması ya da tamamen kaldırılması gerekecek.  Cumhurbaşkanı’nın zorunlu din dersine karşı sorguladığı Fizik dersi olabilir. Ya da Matematik.  Asgari ücretle çay simit hesabını öğrensinler yeter.  Gerisi teferruat.
Bilgi ancak kullanılırsa öğrenilir.  Aksi takdirde ezber olarak kalır.  Zaten ezberciliğe dayalı eğitim sistemine,  kullanılmayacağı için ezberden öteye geçmeyecek bir ders daha ekleyerek, giderek daha az düşünen ve sorgulayan, daha cahil nesiller yetiştirilecek. Gelecek nesilleri kasıtlı olarak cahilleştiren bir iktidarın, sorgusuz sualsiz itaat eden, kendini yönetmekten aciz, kolayca güdülen bir toplum yaratmaktan başka ne amacı olabilir?
Kimse kusura bakmasın. AKP’nin hedefinin demokratikleşme değil, otoriter rejim olduğu, bunu sağlamak için dini kullanacağı ve demokrasinin RTE’nin fıtratına aykırı olduğu başından beri belliydi. Buna rağmen, siyaseti Kemalizmle İslam faşizmi arasında seçim yapmaya indirgeyen çok liberal arkadaşlar, AKP’nin darbelere göğsünü siper ederek ülkeyi askeri vesayetten kurtaracağını savunurlarken,  bunun takiyye olduğunu söyleyenleri Kemalist ya da darbeci olmakla suçluyor, en hafifinden endişeli modern olarak etiketliyorlardı. Bugün aynı liberaller “hem kandırıldık hem de kandırılmadık da ama yani kandırıldık aslında” diye kafalarını kaşıyarak ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışırken, AKP hükümeti, RTE’nin padişahlık hülyasını gerçekleştirmek için somut adımlar atmaya başladı bile.
AKP ciddi bir oy kaybına uğramadığı takdirde, 2015 seçiminden sonra resmi olarak başkanlık sistemini getirmeyi amaçlıyor.  Bunun için de %10 barajını  savunmak zorunda. AKP’nin en büyük çekincesi HDP’nin güçlü bir şekilde meclise girip ana muhalefet partisi olması. MHP zaten AKP’nin muhalefet içindeki Truva atı konumunda olduğundan, bir tehdit oluşturmuyor. CHP ise ulusalcı kanadın etkisiyle sağa öyle çok yanaştı ki MHP ile dirsek temasında, hatta zaman zaman kolkola.  Parti içinde özgürlük ve eşitlik için bireysel olarak çabalayan az sayıdaki solcu milletvekili, ulusalcı cephe tarafından “HDP’li gibi” davrandıkları gerekçesiyle yerden yere vuruluyor, hakarete uğruyor. Bu tuhaf zihniyet, Emine Ülker Tarhan’ın ardına düşüp, geçen ay kurduğu Anadolu Partisi’ne göç etmediğine göre, CHP’nin merkezin sağındaki yeri, en azından yakın gelecekte, sabit kalacak gibi görünüyor.  Bu durumda barajsız bir seçimde merkezin solundaki oyların büyük kısmının HDP’ye geçmesi kuvvetle muhtemel.  Cumhurbaşkanlığı seçimlerini iyi okuyan RTE bunu gördüğü için, barajın kaldırılmasından ya da düşürülmesinden ödü kopuyor.  Adeti olduğu üzere mağduru oynayıp, Gezi, yolsuzluk soruşturması ve her türlü muhalif eylem gibi, bu kez de Anayasa Mahkemesi’ni darbe girişimi yapmakla suçluyor.  Darbenin koyduğu barajı kaldırmayı teklif edenleri darbecilikle suçlamanın dayanılmaz saçmalığı umurunda değil.  Baraj için her yol ve her saçmalık mübah. Çünkü biliyor ki, HDP meclisteki gücünü katladığı takdirde, sadece hükümetin süreci kullanarak Kürt halkı üzerinde kurduğu baskı değil, başkanlık hayalleri de sona erecek.  Anaokulundan başlayan din eğitimi, zorunlu Osmanlıca dersleri hep boşa gidecek.  Ne Osmanlı’ya geri dönüp padişah olabilecek, ne İslam aleminin yeni halifesi. Şöyle ağız tadıyla, dolu dolu bir “Tez başı vurula” diyemeyecek, “Emri ben verdim”le yetinmek zorunda kalacak.  Yine her gün televizyonlardan çemkirecek, nefret kusacak, ama ferman buyuramayacak, fetva veremeyecek.  En fenası, sarayda yaşayacak, ama oğluna devredeceği tahtı, tacı olmayacak.  Bu yüzden RTE ve parti-devleti barajı korumak ve seçimden mutlak çoğunlukla çıkmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır.
Demek ki neymiş?  Osmanlıca bahane, barajla gelen padişahlık şahane.  Oku bakayım: Müs-te-bit.
NOT: Jiyan’ın düsturu “Her dilde isyan” madem, bu da meraklısına Osmanlıca isyan: عصيان
(12/09/2014 Jiyan)

SIRP DEĞİL ERKEK. TÜRK DEĞİL, KADIN.

22 yaşında bir kadın. Ponponlu şapkasıyla poz vermiş kameraya. Işıklar var gözlerinde. 22 yaşın umutları, hayalleri var. Yarım kaldı hepsi. 23. doğumgününde gözlerindeki ışık söndü Tuğçe’nin. Bir restoranda iki genç kızı taciz eden erkeklere engel olduğu için, o erkeklerden biri tarafından dövülerek öldürüldü.
Dünya, Tuğçe Albayrak’ı, erkek şiddetine karşı çıktığı için öldürülen kocaman yürekli kadın olarak tanıdı. Türkiye medyasında ise, Tuğçe’nin Türk, yardım ettiği kadınların Alman, tacizci katilin Sırp olduğunun altı çizildi kalın kalın. Çünkü 2013’te erkeklerin 167 kadına tecavüz ettiği Türkiye’de bir erkeğin bir kadını taciz veya darp etmesi, hatta öldürmesi, ancak leş gibi ırkçılık kokan bir manşetle haber değeri kazanır. Oysa olaya dahil olan kişilerin milliyetleri, haberin en önemsiz ayrıntısı. O adamlar, o kadınları Alman oldukları icin değil, kadın oldukları için taciz ettiler. Tuğçe o adamlara Sırp oldukları icin değil, kadınları taciz ettikleri için karşı durdu. Ve o adam Tuğçe’yi Türk olduğu için değil, kadın haliyle, bir erkeğin kadın bedeni üzerinde hak iddia etmesine engel olduğu için öldürdü. Tuğçe’nin Almanya’da doğup büyüdüğü konusuna girmiyorum bile. Fakat bütün bunlar, ırkçı kesimin, erkek şiddetini kınama bahanesiyle, içlerindeki nefreti kusmalarına engel olmadı. İnsanların güvenilir olduğunu ispat etmek için tüm dünyayı otostopla gezen “barış gelini” Pippa’ya tecavüz edip öldüren erkeğin Türk olmasından gocunmayanlar, Tuğçe’yi öldüren erkeğin Sırp olmasından yola çıkarak, sosyal medyada, haber altı yorumlarda, ve bilimum “sözlük” sitelerinde, Sırplar’ın yedi ceddine küfredip, ne kadar “iğrenç bir millet” olduklarını örneklerle anlattılar. Önceki hafta Türkiye’de öldürülen Sırp taraftar için “Oh olsun!” deme fırsatını da kaçırmadılar elbette. Aslında öfkeleri erkek şiddetine değil, bir “gavurun” bir Türk kadınını öldürmesine. Çünkü bizim kadınlarımızı ancak bizim erkeklerimiz döver, bizim erkeklerimiz öldürür. Tuğçe, “vatan” toprağında, “yerli malı” şiddet kurbanı olsaydı, Kasım ayında Türkiye’de erkeklerin öldürdüğü 28 kadından biri olur, ancak iç sayfalarda, o da belki, küçük puntolarla yazılırdı haberi. Çünkü 2013’te erkeklerin 214 kadını öldürdüğü Türkiye’de din, töre ve devlet politikaları sayesinde, erkek şiddeti normal ve meşrudur.
Tuğçe’nin acı haberlerini okuduğumuz sıralarda, bir başka erkek şiddeti haberi daha manşet oldu Türkiye’de. İddiaya göre genç bir kadın, kocası tarafından darp edilmesi sonucunda komaya girmiş, felç geçirmişti. Neredeyse tüm gazeteler ve televizyonlar, şiddet kurbanı Kübra’nın beş dil bildiğini başlık yaparak verdiler haberi. Çünkü 2013’te (rapor edilen) aile içi şiddet oranının %40 olduğu Türkiye’de, bir erkeğin eşini döverek komaya sokması yetmez haber olmaya. Kadın beş dil bilecek ki, manşet olsun. Sözüm ona, kadının iyi eğitimli olmasına rağmen şiddet görmesini haber yapıyorlar. Oysa erkek şiddeti, kadının (ya da erkeğin) eğitiminden çok, şiddetin toplumda ne kadar normalleştiğiyle ilintili. Ve tüm algı yönetimlerinde olduğu gibi, şiddetin normalleştirilmesinde de en büyük pay medyanın. Gazete sıfatıyla yayınlanan paçavraların, kocası tarafından darp edilen bir kadının yerde baygın yatan fotoğrafını “Nakavt!” başlığıyla yayınladığı, eşini 43 yerinden bıçaklayan, ya da iki eşini öldürüp, üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan erkeklerin canlı yayında kadın sunucular tarafından sempatikleştirilip alkışlatıldığı ülkede, kocası tarafından gırtlağı sıkılan ya da tartaklanan kadınlar, yaşadıkları olayın “şiddet” olduğunun bile ayırdında değiller. Çünkü 2013’te erkeklerin 783 kadına şiddet uyguladıkları Türkiye’de, “şiddet eşiği” gelişmiş ülkelere göre çok yüksek ve giderek yükseliyor. Yani, pek çok gelişmiş ülkede “şiddet” olarak tanımlanan eylemler, Türkiye’de, özellikle aile içinde, olağan tatsızlıklar olarak, rapor edilmeden geçiştiriliyor, “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek hallediliyor. Kocası tarafından dövülen kadınlar, aile, eş-dost, hatta sığındıkları karakoldaki polisler tarafından, şikayetçi olmayıp kocalarıyla barışmaya ikna ediliyor. Evlilik içi tecavüz zaten kavram olarak bile yok. Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nı Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanlığı’na çevirerek, kadını ancak ailenin bir parçası olarak tanıdığını açıkça belirten, bekar kadınlara başlarının çaresine bakmaları mesajını veren devlet, evli kadınları da kocalarının şiddetinden korumaya yanaşmıyor. Aile birliğini korumak adına, kadının yerini kocasının yanı olarak belirliyor ve “ölüm bizi ayırana dek” sözünün tutulmasında ısrar ediyor. Ölüm kocanın elinden gelse bile.
Tüm otoriter yönetimler gibi, öncelikle ve en çok kadını sömürmeye odaklanan mevcut iktidar, erkek egemen kültürün son 30 yılda göstermelik uygarlık ve demokrasi gereği kadına vermek zorunda kaldığı hakları geri alıyor, yaşam alanını daraltıyor, erkeğin fıtrattan kelli üstünlüğünü devletin en tepesinden haykırarak resmileştirmeye çalışıyor. Bilinçli ve sistematik bir algı mühendisliğiyle, kadını sindirmek amacıyla, erkek şiddetini normalleştirmek için en güçlü silahı olan medyayı kullanıyor. Hafife alınacak, “densizlik” deyip geçilecek bir durum değil bu. Medya tecavüze, dayağa, cinayete çanak tutuyor. Erkek şiddetini haber yapmak yerine, içinden cımbızlayarak aldıkları alakasız ayrıntıları ırkçılık sosuna bandırarak manşet atanların, şiddetin sorumluluğunu erkeğin üzerinden alıp kadına yükleyerek sunanların, kadınlara atılan her tokatta, vurulan her bıçak darbesinde, sıkılan her kurşunda parmak izleri var. Mahkemede yargılanmayacaklar belki, fakat ahlak ve vicdan muhakemesinde suçları kesin. Cezaları müebbet olmalı.
(12/02/2014 Jiyan)

2 Aralık 2014 Salı

KADIN KADINDIR. ÇİÇEK BABANDIR. (*)

Öyle korkuyorlar ki kadından ve kadına dair her şeyden, mecbur kalmadıkça “kadın” kelimesini telaffuz bile etmiyorlar. Kendilerince makbul olanlara “hanım” diyorlar. 8 Mart’ta “Bayanlar Günü”müzü kutluyorlar. İltifatları bile kadını ya kandırmaca bir kutsallıkla toplumdan soyutluyor, ya da narin, zayıf, korunmaya muhtaç bir yaratık gibi eziyor. Çiçeğe benzetiyorlar kadını. İltifattan çok bir dayatma bu. Gönüllerindeki ideal “hanım” tarifi: Uygun görüldüğü yerde duran, göze güzel görünen, canları çektiğinde koklayabilecekleri, çokça tomurcuk veren, sesi olmayan hanımlar istiyorlar. İstediklerinde sulayacakları, kafaları bozulduğunda kırıp koparabilecekleri çiçek gibi hanımlar. “Kadın” ise küfür gibi çıkıyor ağızlarından. “Kadın mıdır, kız mıdır? Belli değil” diyor tepedeki. Öyle ya… Kısa süre öncesine kadar nüfus kağıtlarımızda yazardı “bakire” diye. Artık damgalanmadığımız için, ayırt etmekte zorlanıyorlar. Yormayın kafanızı, beyler. Kadınız biz. Ve kadınlığımız, o dar kafanızla takılıp kaldığınız zarın çok ötesinde.
Kadın kelimesini olumlu anlamda kullanmak zorunda kaldıklarında, mutlaka analıkla özdeşleştiriyorlar. Çünkü onlar için kadının erkeğe hizmetten başka tek görevi doğurganlık. Doğurganlığın kutsallığı yalanıyla inanan kadını doğurmaya mecbur kıldıkları yetmiyor, kaç çocuk yapacağına da onlar karar veriyorlar. Tecavüz sonucu hamile kalıp kürtaj yaptıran kadınları devletin en yetkili ağızlarından lanetleyecek kadar alçaklaşıyorlar.
(bir okuyucumuz çok dilli halini paylaşmış; teşekkür edip güncelliyoruz.)
Öyle korkuyorlar ki kadından, kadınlık organının ismini bile ayıplıyorlar. Vajinalarda olan bitene müdahale etmeye bu kadar hevesliyken, vajina kelimesini duymaya tahammül edemiyorlar. Bedenlerimizden utanmayı öğretiyorlar bize. Memelerimizi saklamak için omuzlarımızı öne düşürerek yürümeyi, otururken bacaklarımızı sımsıkı kapatmayı. Küçülmeye, görülmez olmaya zorluyorlar bizi. Hanımlar görülmezler. Görülenler kadın. Kötü yani. Onlar iyi ihtimalle ayıplanıp dışlanıyor. Kötü ihtimalle cezalandırılıyor. Dayak, taciz, tecavüz. Cezanın şiddeti aşırıya kaçarsa, devletin bakanı müdahale ediyor: “Hiçbir suçun cezası ölüm değildir. Elleri kırılsın!” Ooo… Çok sert!
Kadın-erkek eşitliğine inanmıyorlar. Devletin en yetkili fıtrat uzmanı, üstelik de “Kadın ve Adalet Zirvesi”nde, ciddi ciddi anlatıyor: “Kadınla erkek eşit olamaz. Fıtratları farklı.” Kendisini, çok şükür, şahsen tanımıyorum. Tanıyanlar oldukça zeki bir adam olduğunu söylüyor. Bilemem. Ben onların yalancısıyım. Ancak “eşit” ve “aynı” kelimeleri arasındaki bariz farkı bilecek kapasitede olduğunu düşünüyorum. Bilmediğinden değil elbet. İşine gelmiyor. Çünkü onun için önemli olan söylediklerinin doğru olması değil, istediği mesajın yerine ulaşması. Ve mesaj, Yeni Türkiye’de kadının yerini açık ve net olarak tanımlıyor.
(“Sayın” demek adetten olduğundan) Sayın Cumhurbaşkanı,
Ben bir kadınım. Nezdinde makbul olmayan cinsten. Hanım değil. Bayan değil. Çiçek hiç değil. Kadınım. Anne değilim. Senin inandığın gibi bir cennet varsa, bırak ayağımın altına serilmeyi, kapısından içeri bir arkadaşa bakıp çıkmama bile izin vermezler. Çünkü sen ve senin gibilerin, erkek egemen kültürün ve organize dinlerin gücünü kullanarak, kadını erkeğe hizmet etmek üzere mutfak ve yatak odasından ibaret yaşam alanına hapsetmek için uydurduğunuz iffet, edep, günah gibi kavramların tümünü ve bacak arama sıkıştırmaya çalıştığınız namus zırvasını reddediyorum. Namusum aklımda ve yüreğimde. Bekçisi de benim. Kendi ayaklarım üzerinde duruyor, dürüstçe, çalmadan, hak yemeden, kimseye zulmetmeden yaşıyorum. Anlayamazsın. Bedenimi ve cinselliğimi erkeğin zevkine kurban etmiyor, kadınlığımı sahipleniyorum. Kadınım. Kendime ait. Kendimle bütün. Hayatımı biriyle paylaşıyorsam, ihtiyacım olduğu için değil, istediğim içindir. Kadınım. Korkmakta haklısın. Çünkü yalnız değilim. Milyonlarcayız biz. Ve kadın fıtratımızla sana meydan okuyoruz. Önce insan, sonra kadın olarak doğal hakkımız olan eşitliği talep ediyoruz. Sen vermeyeceksin. Biz alacağız.
* Bu şahane sözün bana ait olduğunu söyleyebilmeyi çok isterdim, ama değil. İnternette dolaşan bir duvar yazısı resminde gördüm. Sahibini bilmiyorum.
(25/11/2014 Jiyan)