27 Haziran 2014 Cuma

DEMİRTAŞ'I DİNLİYORUM, GÖZLERİM KAPALI

Şahane bir havada, parkta çimenlere uzanmışım, işten kaytarmanın keyfiyle, bir elimde buzlu çakma (kafeinsiz) kahve, öbüründe telefon, tivitır mivitır takılıyorum. Hayat bana güzel. Üç beş RT, bir DM derken, Selahattin Demirtaş'ın cumhura başkan adayı olduğu haberi düştü sosyal medyaya. Bekleniyor olmasına rağmen çalkalandı ortalık. Kimi coşkuyla, kimi öfkeyle karşıladı bu haberi. Kimi pek yakıştırırken makama, kimi "ona vereceğime, Tayyip'e veririm oyumu" dedi, ki ağır küfürdür anlayana.

Ben aslında beğenirim Selahattin Demirtaş'ın tavrını, birikimini; fakat 2013’ten beri, özellikle yolsuzluk iddiaları sırasında, süreç hesaplarıyla AKP'ye ve Erdoğan'a verdiği tavizlerden dolayı, ama daha çok barış sürecinin tamamen "tek adam"ların çıkarları üzerine kurulmasına ortak olduğu için kızgınım kendisine.

Demirtaş'ın Çarşamba günü IMC TV'de katıldığı programın linki geliyor önüme. Tereddütteyim. Bir yandan adaylığını açıklamadan önce katıldığı son televizyon programında ne söylediğini, nasıl söylediğini merak ediyorum. Öte yandan güneşin altında keyfim öyle gıcır ki, memleket siyasetinin gölgesi düşsün istemiyorum üzerime.Sonunda siyaset merakım sefahat düşkünlüğüme galip geliyor, linke tıklıyorum. Demirtaş yeni imaj yapmış sanki kendine. Açık renk ceketi, kravatsız, yakası açık gömleğiyle daha genç, dinamik ve karizmatik görünüyor. Biraz da kilo mu vermiş, ne? Neyse, dağılmayalım. Kulaklıkları takalım. Herkes parkta güneşlenirken müzik dinler, ben siyaset programı. Aklımdan zorum olmalı.

Rahat ve kendinden emin Demirtaş. HDP'nin yeni konumunu anlatarak başlıyor. Eş başkanlık, kongre derken "bütün ezilmişleri kapsayan bir HDP" tanımıyla dişe dokunur kısma giriş yapıyor. Devleti dönüştürmekten, değiştirmekten, halkları ve tüm kimlikleri özgürleştirecek bir birlik projesinden bahsediyor. Antikapitalist diyor, eşitlik, çevre, doğa diyor. Kadın özgürlüğü diyor, hem de üstüne basa basa. Şiir gibi konuşuyor Selahattin, ama hasretle beklediğim mısra eksik.

BDP ve HDP'nin ilkesel söylemlerindeki insan vurgusu yeni değil. Uygulamada aksaklıklar olsa da, ki Demirtaş Türk siyasetinde görmeye alışık olmadığımız bir alçak gönüllülükle bu özeleştiriyi yapıyor, başından beri kimliklerin eşitliği, demokrasi, insan hakları, azınlık hakları gibi konuların altını kalın kalın çizdiler. Yine de toplumdaki "Kürtler'in partisi" algısını aşamadılar. Bunda her iki partideki Kürt milliyetçilerinin medyada öne çıkartılan demeçleri kadar, parti yonetimlerinin ağırlıklı olarak Kürt toplumunun sorunlarına odaklanmalarının da rolü oldu. Selahattin Demirtaş durumla açıkça yüzleşiyor. "Kürt partisi" algısını kırmak, toplumdaki kimliklerin hepsinin temsil edildiği bir platform yaratmak için çeşitli örgütlerle HDP çatısı altında bir araya geldiklerini söylüyor. Solun lokomotif özelliğinden dolayı öne çıktığı, ancak muhafazakar kesimin İslami temsilcileri dahil olmak üzere, istisnasız her kimliğin aktif ve eşit olarak yönetimde söz sahibi olduğu bir platform. Öyle güzel anlatıyor ki, dinlerken gülümsediğimi fark ediyorum.

Selahattin Demirtaş'ın söyledikleri aklı başında, vicdanı yerinde herkesin katılacağı sözler. Toplumun özgürleşmesine, devletin halkın hizmetine sunulmasına, kimliklerden kaynaklı kutuplaşmanın ortadan kalkmasına, halkların birlik ve barış içinde, eşitçe bir arada yaşamasına kim hayır diyebilir ki? Fakat söylediği değil, söylemediği dert bana.

Demirtaş AKP, CHP, ve MHP'nin arasındaki yarışın sistemi değiştirme iddiası değil, "mevcut sistemle devleti en iyi ben yönetirim" mücadelesi olduğuna dikkat çekiyor, ki doğrudur. Kafamı sallıyorum dinlerken. İçimden ekliyorum: CHP yerel seçimlerde anti-RTE, anti-AKP söylemlerinden öte somut hiçbir proje üretmediği, halktan yönetenleri değiştirmesini isterken yönetim şekline ve sisteme dair hiçbir değişiklik önerisi getirmediği için kazanamadı. CHP seçime CHP'yi seçtirmek için değil, AKP'yi seçtirmemek için girdi ve kaybetti. Aynı hatayı Cumhurbaşkanlığı seçiminde tekrarlıyor. Demirtaş ise karşıtlığa ve kamplaşmaya dayalı siyasetten her zaman Erdoğan'ın kazançlı çıkacağını öğrenmiş. HDP olarak adaylarını desteklerken, AKP karşıtlığına değil, sistemi değiştirmeye dayalı bir kampanya yürüteceklerini söylüyor. Sistem değişmediği müddetçe, AKP veya onun yerine gelecek olan oluşum, kendi temsil ettiği kimliğin güçlenip diğerlerini ezerek varlığını sürdürmesini sağlayacak. Yani zalim ve mazlum değişse de, zulüm baki kalacak. Oysa değişmesi gereken zulme dayalı sistemin kendisi. Demirtaş tam da bunu yapacaklarını iddia ediyor. İsimler değil, ilkeler üzerine kurulu bir programla, demokratik, özgürlükçü bir anayasanın yolunu açarak, ezilmiş, ötekileştirilmiş tüm kimliklerin haklarını savunacaklarını, HDP'nin halkın "cüretkar" hareketi olacağını söylüyor. Bayılırım cüretkar hareketlere!

Peki ya güven? Müzakere sürecinin kapalı kapılar ardında yapılmasından halkın rahatsız olmasına hak veriyor Selahattin Demirtaş. "Müzakere süreci nerede başlar? Nerede biter? Amacı nedir? Bunlar muğlak olduğu için güven azalıyor. Kürtler 'kandırılıyor muyuz?' Türkler 'bölünüyor muyuz?' duygusunda." Sağlam empati, doğru tespit yapıyor Demirtaş. Bu güvensizliğin çerçeve yasa tasarısı ile ortadan kalkacağına inanıyor. Neyin ne olduğu tariflenince, kimse dışına çıkamayacak, parlamentoda kabul edilirse, parlamentonun çoğunluğu artık bu süreci sahiplenmiş olacak. "Ve süreç kişilere bağlı olmaktan çıkacak, kurumsal olarak işleyecek," deyince, hah diyorum... Şimdi söyleyecek. O söylemese de gazeteciler sorar herhalde. Ne o söylüyor ne gazeteciler soruyor.

"Bu barış olacak, ille de olacak" diye güvence veriyor seçmene Demirtaş. Barışın Başbakan'dan da, AKP'den de, HDP'den de, seçimden de daha önemli olduğunu söylediğinde dayanamayıp yüksek sesle "Öcalan'dan da önemli. Onu da söylesene!" diyorum. Sonra parkta olduğumu, ve kulaklığımdaki sesle konuştuğumu fark edip etrafıma bakıyorum, gören var mı diye. Neyse ki buraların delisi çok. Arada kaynıyorum.

Demirtaş Erdoğan'ın süreci rehin almasını engellemek için, halkın ve muhalefetin süreci sahiplenmesi gerektiğinin altını çiziyor defalarca. İyi, hoş da, süreci rehin alan sadece Erdoğan değil ki! Resmi olarak açıklanmasa da, Öcalan'ın serbest kalmasının sürecin olmazsa olmaz koşulu olduğu her gün medyada tartışılıyor. Eğer bu doğruysa, milyonlarca insanın umut bağladığı barış, Öcalan’ın şahsi çıkarları için rehin alınıyor demektir. Bu samimiyetsiz tavırla barışın toplumsal zemininde güven erozyonu olması kaçınılmaz. Erdoğan ve Öcalan barış sürecinin iki ucuna var güçleriyle asılarak çekiştiriyor, zaman zaman inceldiği yerden kopma noktasına kadar yaklaştırıyorlar. Halkın çıkarlarına öncelik vereceklerine, kendi çıkarlarını dayatıyorlar. Erdoğan otokrat rejimini güçlendirmek, Öcalan mahkumiyetini sona erdirmek için, karşılıklı barış sürecini istismar ediyor. Demirtaş geç de olsa, sürecin Başbakan'dan daha önemli olduğunu ve onsuz da işleyebilmesi gerektiğini dillendirebildi, fakat süreci diğer ucundan çekiştiren Öcalan için benzer bir demeç vermesi hala çok uzak bir ihtimal. Bu ihtimalin uzaklığı, barış sürecinin tarafları arasındaki mesafeyle doğru orantılı. Onlarca yıldır yaşanan "Kürt sorunu"nun devletin yanlış politikalarından kaynaklandığı doğrudur. Bunun yanında, bu kirli savaşta 40binden fazla can kaybı olmasında, en az yanlış politikalar kadar, PKK'nın şiddet eylemlerinin de payı olduğunu göz ardı edemeyiz. İnsanları dağa çıkmaya iten devleti suçlarken, dağdaki insanları ölmeye ve öldürmeye göndereni kahraman ilan etmek en iyi ihtimalle samimiyetsizliktir. Devlet denen sistemde tek bir sorumludan bahsetmek mümkün değil. Bu yüzden kişilerle beraber sistemi değiştirmek zorundayız. PKK içinde ise, Abdullah Öcalan'ın yakalanmadan önce "tek adam" konumunda olduğu, daha sonra da örgütü İmralı Adası'ndan sözü sual edilmeden yönettiği biliniyor. Bu yüzden Türk halkı, Öcalan'ı onbinlerce kayıptan birinci derecede sorumlu tutuyor. Türk halkı açısından Öcalan konusu barışın yumuşak karnıdır. Ve halk kaynaklı, gerçek ve kalıcı barış isteniyorsa, bu karnı çivili ayakkabılarla depiklemenin kimseye faydası olmayacağını görmek gerekir.

Demirtaş ve HDP barışın şahıslardan, partilerden, seçimden daha önemli olduğunu söylerken samimilerse, ki öyle umuyorum, barışı Öcalan'ın konumundan bağımsız olarak demokratik ve özgür bir devlet sistemine endekslemeleri ve bunu açıkça dillendirmeleri gerekir.

O zamana kadar, sevgili Demirtaş, şiir yine eksik kaldı, vuslat başka seçime. 

(06/27/2014 Muhalif Gazete)

20 Haziran 2014 Cuma

KİTAP, KADIN, EKMELEDDİN

Çocukluğumda evimizde hiç eksik olmayan birkaç şey vardı: Cumhuriyet gazetesi, Ruhi Su şarkıları, kalabalık misafirler ve kitaplar. Her odada, her rafta, her köşede kitaplar. Annem her hafta pazara gittiğinde bize üç kitap alırdı. Üç kardeşe birer tane. Her hafta o üç kitabı değiş tokuş ederek okur, bir dahaki hafta yeni alınacak üç kitabı beklerdik heyecanla. Yıllar sonra öğrendim ki önce kitapları alırmış annem, pazar alışverişinde parası bitmesin, eve kitapsız dönmesin diye. Kitapları sevmeyi, sevgiyle okumayı, okurken kıymet vermeyi öğretti annem bize.

12 Eylül 1980'de kötü bir şey olduğunu bilecek kadar büyük, tam olarak ne olduğunu anlayamayacak kadar küçüktüm. Evde sürekli bir endişe ve tedirginlik. Pikabın sesi kısıldı, misafirler seyreldi, kitaplığımız boşaldı. Bir de komşumuz Adnan Abi kayboldu. Annesi merak etti, çok korktu. Ve annemle Adnan Abi'nin annesi günlerce, gecelerce, ağlayarak çamaşır yıkadılar. Hem yıkadılar, hem ağladılar. Yıllar sonra öğrendim ki kitapları yıkamışlar, askerler bulmasın, babam da kaybolmasın, Adnan Abi eve dönsün diye. Kitaplara ağlamış annem günler geceler boyu. Kaybolan çocuklara, kitapları ve çocukları sevmeyen faşist devletin zulmüne ağlamış.

Yeni cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, babası müderris Ihsan Efendi'nin yüz yıl önce oluşturmaya başladığı, paha biçilmez eserlerle dolu kütüphanesini Yozgat Bozok Universitesi'ne bağışlamış. Tören sırasında yaptığı konuşmadan aynen aktarıyorum: "Hanımların biraz kitaba düşmanlığı vardır. Kitaplara düşmanlığı da eşleri vefat ettikten sonra daha çok belli oluyor. Ben böyle bir şey olmasın diye, o dersi öğrendim. Pek çok bilimadamlarımızın kitaplarının bu şekilde darmadağın olduğunu gördüm." (1)

Belli ki Ekmel Bey annemi bilmez. Adnan Abi'nin annesini ve faşist devlet korkusuyla kitapları çamaşır makinesinde eriten, bahçeye gömen, banyo sobasında yakan binlerce anneyi ve eşi bilmez belli ki. Onlar ne hanımdır, ne kitap düşmanı. Kadındır onlar, adlı adınca. Kitapları sever, çocuklarına sevdirirler. Ama katil olanca dehşetiyle çökünce tepelerine, eşleri, evlatları yok olmasın diye, kitapları yok ederler içleri acıyarak. Belli ki bilmez Ekmel Bey devletin kitaba düşman olduğunu. Ve çocuğa, kadına, insana... Ekmel Bey belli ki bilmez, belki de bilmek istemez.

Ekmeleddin İhsanoğlu geçtiğimiz haftanın en tartışılan ismiydi. Çatı adayın sağ cenahtan bir isim olması bekleniyordu zaten, fakat Ekmel Bey'in merkezin ne kadar sağında durduğu bilinmiyor ve bu bilinmezlik laiklik, eşitlik, fikir ve inanç özgürlüğü gibi konularda haklı bir endişe yaratıyor. CHP kanadı, İKÖ Genel Sekreteri olduğu dönemde İslam ülkelerinde insan hakları, kadın hakları, kadınların politikaya iştirakları gibi konularda çalışmalar yapılmış olmasını, Ekmel Bey'in ilericiliğinin göstergesi olarak sunuyor. Oysa Türkiye, AKP hükümetinin baskıcı, gerici, faşist ve antidemokrat politikalarıyla olması gereken noktadan her geçen gün uzaklaşmasına rağmen, hala laik bir hukuk devleti olarak, insan hakları, eşitlik gibi konularda şeriatle yönetilen İslam ülkelerinden farklı bir duruşa sahip. Türkiye'de doğal kabul edilen pek çok hak, bu ülkelerde yapılacak devrimler listesinde sıra bekliyor. Suudi Arabistan'da kadınlar araba kullanabilmek için hapse girmeyi, hatta ölümü göze alarak mücadele ederken, Türkiye'de kadınların bu hakkının sorgulanması bile --en azından şimdilik-- söz konusu değil. Bu nedenle, İhsanoğlu'nun İKÖ bünyesinde şeriatle yönetilen ülkelere yönelik çalışmaları, Türkiye şartlarında laiklik, çağdaşlık, eşitlik kavramları için kıstas olamaz.

Ekmeleddin İhsanoğlu'nun kişiliğiyle ilgili keskin yorumlar yapacak kadar bilgim yok hakkında. Zira pek çok vatandaş gibi, ben de hala Türkiye'nin çok bilinmeyenli yeni denklemini çözmeye çalışıyorum. Kendisi pek muhterem bir zat olabilir. Çok eğitimli, konusunda çok donanımlı olduğu muhakkak. Hatta, söylediği gibi laik bile olabilir. Ancak hanımların kitap düşmanlığı konusundaki sözleri, "karı kısmı okumaz" demenin bol şekere bulanmış, çok mürekkep yalamışçası. Şaşı bak şaşır bulmacaları gibi Ekmel Bey. Öndeki bulanık şekillere yeterince dikkatli bakarsan arkadan bambaşka bir resim çıkıyor. Entellektüel görünümlü,onursal ve kurumsal pek çok unvan sahibi, yaka cebinde mendil şıklığıyla bir İslam aydını mı, kadına yönelik inceden hakaretleri pek zarif iltifatmışçasına paketleyip çarpık bir gülümsemeyle sunan, bir de üstüne teşekkür bekleyen eğitimli, pişkin bir yobaz mı? Uzlaştırıcı, açık görüşlü, farklı inançlara ve inançsızlığa saygılı, barışçı bir dünya adamı mı, 2002 RTE'nin ağır kasalı, çelik jantlı, siyah camlı, full aksesuarlı 2014 modeli mi? Tanıdıkça severmişiz. Öyle diyorlar. Hayırlısıyla bir tanıyabilsek…

(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/video/video/83609/Ekmeleddin_ihsanoglu_fahri_doktora_toreninde_boyle_konusmustu.html

(06/20/2014 Muhalif Gazete)

15 Haziran 2014 Pazar

KİFAYETSİZ BİR TEŞEKKÜR

Çocukken hemen büyümek ister de, büyüyünce çocukluğa özenir insan. Zamanın çok çabuk geçtiğinden  şikayetle hayıflanır kaybolan çocukluğuna. Oysa kaybolmaz ki çocukluk. Saklanır bir yerlerde. Çocukluk işte, adı üstünde. Oyun yapar. Kiminin çocukluğu annesinin mutfakta yemek yaparken mırıldandığı türküde saklanır, kimininki babaannesinin süründüğü gülsuyunun kokusunda, bazısı radyodaki cızırtılı ajansta ya da saçının örgüsünde. Mutlaka saklanacak bir yer bulur çocukluk, ve orada sobelenmeyi bekler.

"Aynadaki cisimler göründüklerinden daha yakındır" der dikiz aynalarındaki uyarılar. Çocukluk da öyle işte. Bir telaş içinde, apar topar büyürken, bir bakmışsın küçücük kalmış geçmişin aynasında, çok uzakta. Sonra bir gün, belki hiç ummadığın bir anda, veya yüreğinin ağrısını dindirmek, hayatın yükünü hafifletmek için özellikle ararken belki de, işte o türküde, gülsuyunda, yahut saçlarını örerken, çok uzakta sanırken, aynadaki cisim misali, yanıbaşında bulursun çocukluğunu.
Benim çocukluğum en çok babamın kucağında saklı. Kazık kadar halime bakmadan kıvrıldım mı kucağına, bütün sıfatlar, kimlikler silinir, babasının küçük kızı olurum. Gamım, tasam kalmaz. Ne de olsa çocukluğumun süper kahramanı. Yıldırım düşse tutacağına, sırtımı çok yaktı diye güneşi kısacağına inandığım adam. Olmadık şımarıklığıma katlanan, öfkesinden çok kırılmasından korktuğum adam. "Çıkma" dediği ağaçtan düşünce dizime pansuman yapan, "gitme" dediği adam kalbimi kırınca kucağını açan adam. Ergenliğin çekilmez çirkinliğinde, aşk sandığım hormon fırtınalarının manik depresif gel gitlerinde, sokak ortasında pembe dizi kıvamında dramalar yarattığımda bile bana kırgın, ama yine sevgiyle bakabilen adam.İnsan olmasına, hata yapmasına izin vermediğim, mükemmel olmadığı için cezalandırdığım, çok özlediğim, az söylediğim, her kahrımı çeken adam. En bet, en beter halimi bile, güzel olduğum için değil, güzel baktığı için güzel gören adam. Kaşının çatığı gözüme yaş, sesinin kırığı yüreğime diken babam
Soma'da köyler babasız çocuklarla dolu bu Haziran. Hastalık, ecel filan değil, bozuk düzenin doymak bilmez soysuz patronları aldı babalarını o çocuklardan. Babalarla birlikte, baba kucağındaki çocukluğu da öldürdüler maden ocağında. Oynanmamış oyunlar, öpülmemiş kömür karası eller, verilmemiş harçlıklar, anlatılmamış masallar, gidilmemiş maçlar, tutulmamış balıklar, edilmemiş kavgalar, dilenmemiş özürler, dillenmemiş sevgilerle dolu koca bir yaşanmamışlık şehri artık Soma.

Belki de bu yüzden hiç aklımda yokken, bir Babalar Günü yazısı yazmak geldi içimden. Sonsuz bir şükran ifadesi babama hala sarılabildiğim için. Bir de güzel bakan adama kifayetsiz bir teşekkür, babasının küçük kızını kucağında sakladığı için.

(06/15/2014 Muhalif Gazete)

13 Haziran 2014 Cuma

ÇİKOLATA RENKLİ STEFANIE'NİN TÜRKİYE FOTOĞRAFI

Stefanie 80’li yılların radyo dinleyicilerinin iyi bildiği tanımla, çikolata renkli bir New York’lu. Bembeyaz dişleri, rasta saçları, kara gözleri, ille de her daim rujlu kalın dudakları, kocaman memeleriyle şahane bir zenci kadın. Stefanie’nin Türkiye'ye ve İstanbul'a ilk gelişiydi, ama büyük şehir insanı olmanın verdiği rahatlıkla ilk gün Akbil'i cebine koydu ve kırk yıllık İstanbullu gibi vapurdan tramvaya, tramvaydan otobüse, Sultanahmet senin, Fenerbahçe benim dolaşmaya başladı. İnsanların gözlerini dikip kendisine bakmasını takmadı, ama rasta saçlarına dokunmalarına izin vermedi. O kadar da uzun boylu değil.

Stefanie akşam için özel program yapmak istemedi. Yemekten sonra babamın yanına oturdu, sanki anlar gibi onun izlediği dizileri izlemeye başladı. Bir tanesine takıldı. Sorsanız ben ismini bilmem. Dizide bir adam, belli ki ağa, eski karısını öldüresiye dövüyor. Ağanın çiftlikteki işlerini yapan karı-koca, kadının çığlıklarını duyuyorlar, ama müdahale etmiyorlar. Ellerini kavuşturup dayağın bitmesini bekliyorlar.

Anlam veremedi Stefanie. 
- Karısını döven kötü adam, o belli. Peki çiftlikteki yardımcı karı-koca?
- Onlar iyi insanlar, Stefanie.
- Öyleyse neden kadına yardım etmediler?
- Çünkü adam güçlü bir ağa. Ve ağaya itiraz edilmez.

Stefanie isyan etti. Adamın kadını dövmesine değil, çiftlikteki karı-kocanın tavrına. Yanlışı yapandan çok, göz yumanaydı öfkesi. "Ağa zaten kötü, ama iyi olması gereken insanlar, kötülüğe ses çıkarmayıp onay verirse, kötüyle kim savaşacak?" Ve New York'lu Stefanie, İstanbul'daki ikinci gününde, tek kelimesini anlamadığı bir diziyi izlerken, ülkenin toplumsal fotoğrafını çekiverdi. Fotoğrafta hazırlıksız yakalanmışız. Gözlerimiz kapalı çıkmış; yarımız dayak yerken, yarımız muktedire taparken.

Velkam tu Törki, Stefanie, bu coğrafyada işler biraz farklıdır. Ya yandaşsındır, ya öteki. Ötekiysen muktedir biner tepene. Yandaşsan muktedirin ettiğinden sual olunmaz. Ahlak, vicdan sorgulanmaz. O birilerini döverken, sen ellerini kavuşturup beklersin. Dayak sırası sana gelmesin diye bir de alkış tutarsın.

Kadına şiddetteki % 1400 artış medyanın abartması derse, medyaya saldırırsın.

14 yaşında öldürülen çocuğu terörist ilan ederse, anacığını yuhalarsın.

Roboski'de 34 kişinin katledilmesini kusursuz operasyon diye kapatırsa, "eline sağlık, Usta" dersin.

Afyon'da 25 askerin ölümüne zaman zaman gerçekleşen bir kaza,

Soma'da 301 can alan cinayet gibi maden kazasına işin fıtratı derse, Fatiha okur geçersin.

Eski suç ortağına paralel derse, o paraleli devlete kimin soktuğunu sormazsın.

Yolsuzluk soruşturmasını darbe girişimi diye engellerse, tapelerin hepsinin montaj, dublaj, ve piyes olduğunu baştan kabul edip, sosyal medyadan uzak durursun.

Sınır komşularının hepsiyle sorun çıkartıp, ülkeyi savaşın eşiğine getirirse, tüm dünyaya karşı kabadayı meydan okumalarla, "arkandayız Usta" mesajı verirsin.

Dahil olmadığı bir iç savaşta sağlık, eğitim ve silah yardımı yaptığı cani terör örgütü, o silahları sivil halka karşı kullanırsa ve konsolosluğumuzu basıp diplomatlarımızı esir alırsa, münasip bir lobi uydurup, Dünya Lideri'ne komplo kurulduğuna inanır, inandırırsın.

Stefanie, aslına bakarsan, muktedire biat bizim çok eski bir geleneğimiz. Ta Osmanlı'ya uzanır. Yu nov Ottoman? Tabii, mutlakiyette normal bu durum. Ama bizim kısacık Cumhuriyet tarihimiz de hep bu dizinin tekrarı gibi. Son yıllara kadar en muktedir olan devlet baba ve onun birinci derecede temsilcisi sayılan ordu hep birilerini dövdü. Duruma ve ihtiyaca göre, işçiyi, memuru, köylüyü, işadamını, öğretmeni, her daim kadınları... 10 yılda bir solcuları, hem de feci döverken, sağcılar zevkle izlediler. İşkenceleri, kayıpları, gözaltında ölenleri insanlık suçu olarak görmediler. Hep kayırdığı sağcılar biraz diklenince, devlet zaman zaman onlara da iki tokat attı. Solcular çaktırmadan keyiflendiler. Kemalistler açıkça alkış tuttular. Özgürlüklerin askeri vesayet tarafından sınırlandırılmasını demokrasi ihlali olarak görmediler. Aleviler'i hep dövdü devlet. Yüce gönüllü Aleviler barışçı eylemlerle karşılık verince, zaten görmek istemeyen Sünniler iyice yok saydılar şiddeti. Koyu sofu olanlar ise devletin arkasına saklanıp kalleşçe vurdular, kırdılar, yaktılar Aleviler'i. Bir de devlet Kürtler'i sistemli olarak ve çok dövdü. Ülkenin geri kalanı olarak biz buna kör, sağır kaldık. Kürt halkı iki ateş arasında onlarca ölürken, biz çığlıklarını duymazdan geldik. "Vardır bir sebebi" deyip, devletin medyasında anlatılan hikayeleri doğru belledik. Uluslararası örgütlerin ve bazı tarafsız gazetecilerin ortaya çıkardığı dışkı yedirme, köy yakma olaylarını, toplu mezarları, asit kuyularını, işkenceleri duymamak için kulaklarımızı ellerimizle kapatıp, yüksek sesle tekrar ettik hep birlikte: "Türküm, doğruyum, çalışkanım!" Onbinlerce gencimizin ateşe atılmasından kimin ne çıkar sağladığını sorgulamak yerine, devlet neylerse güzel eyler ezberiyle, her adaletsizliğin karşısına şehit cenazelerini çıkardık. Gezi'de pek çoğumuz gerçekleri gördük, ama ya unuttuk, ya zor geldi, başa sardık. Bir provokasyon gösterdi ki, ulusalcı ve milliyetçi kesim hala, gözlerinin önüne perde gibi indirilen bayrağa ölümüne sahip çıkarken, o bayrağın altında yaşanan zulmü görmüyor, görmek istemiyor.

Son yıllarda işler biraz değişti Stefanie. AKP vesayeti ordudan alıp gücünü katlayarak hükümete, yani kendine verdi. Yasama, yargı ve yürütme ile beraber, maden ruhsatlarından toplu konut idaresine kadar devletin işleyişine ait tüm düzenlerin doğrudan Başbakan'a bağlanmasıyla yalnızca kuvvetler ayrılığı değil, devlet-hükümet ayrımı da sona erdi. Artık tek muktedir o ve tüm dayaklar onun elinden çıkıyor. Kimin dövülmesi gerekiyorsa, başbakan ilgili güvenlik güçlerine dövdürtüyor. Bazen canı çekiyor, bir tane de o patlatıyor. Ve halkın yarısı alkışlıyor.

İşte böyle Stefanie... Ezberler bozulup, halklar dayağa hep birlikte karşı çıkmadıkça, dövülen değişse de, dayak baki kalacak. Ve alkışlanacak muktedir, çünkü güce tapmak bu ülkenin resmi dinidir. Tenk yu Stefanie. Kam egeyn. 

(06/13/2014 Muhalif Gazete)

10 Haziran 2014 Salı

LİCE GEZİ MİDİR?

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Kürtler'in oylarını garantileyemeyen muktedir, milliyetçilerin ve ulusalcıların yumuşak karnı olan Güneydoğu'yu kaşımaya başladı. Lice'deki olaylardan sonra, daha düne kadar Gezi'de elele mücadele edenler arasında gerginlik tırmandı ve bayrağın indirilimesiyle zirveye ulaştı.

Gezi pek çok açıdan milat oldu Türkiye'de. Onlarca yıl sonra seslerini bulan halklar, sadece kendileri için değil, ezilen ve zulüm gören tüm "ötekiler" için de haykırdılar Gezi’de. Senelerdir olayları satılmış penguen medyasından izlediklerini fark etti insanlar. Ve Başbakan kendilerine "teröristler" deyince, belki de ilk kez, senelerdir yan yana dizilmiş cesetlerini gördükleri "teröristlerin" de, anlatılandan farklı hikayeleri olabileceğini düşündüler. Ne Berkin Elvan'ın, ne 12 yaşında, yaşından çok mermiyle öldürülen Uğur Kaymaz'ın terörist olmadığını, Berkin'in ceplerinde olmayan demir bilyeler gibi, Uğur'un yanıbaşındaki kalaşnikofun da muktedirin çirkin yalanları olduğunu gördüler. Emel Anne'yle beraber Ali İsmail'e ağlarken öfke dolan yürekleri, devletin kalleş pusularda öldürdüğü daha nice gencin analarının yüreklerini hissetti ilk kez. Ve geçen sene Lice'de kalekola karşı direnirken öldürülen Medeni'ye, arada çıkan çatlak seslere rağmen, sahip çıktı Gezi. Çünkü Gezi'nin kabesi insandı. Çünkü Gezi, mazlumun kimliğine bakmadan, zulüme isyandı.

İşte tam da bu yüzden Gezi bu kadar kanına dokundu muktedirin. Senelerdir özene bezene kutuplaştırdığı, ötekileştirdiği, ölülerini bile mezheplerine göre saydığı halklar, bir olmuş, faşizme karşı gerçekten omuz omuza durmuş! Olacak iş değil! Derhal durdurulmalı.

Lice olayları, özellikle bayrağın indirilmesi, Direniş'in birliğinde bir çatlak oluşturdu ve RTE Gezi karşısındaki ilk gerçek zaferini kazandı.

Daha bir sene önce, Gezi'ye destek vermekte geciktikleri için Kürtler'e sitem edenler, işin aslını anlamadan, derhal Lice'nin Gezi olmadığını tespit ve teyid ettiler. Daha bir sene önce, 40 senedir Kürtler'e yapılan sistemli baskı ve işkenceleri, cinayetleri ve zulümü bilmedikleri için yandaş medyayı suçlayanlar, kullanışlı bir unutkanlıkla Gezi'de öğrendiklerini sildiler, aynı yandaş medyaya dayanarak, muktedirin ağzıyla "terörist!" çığlıkları atmaya başladılar.

Bayrak olayından galeyana gelenler, devletin televizyonunda "Gezi'de bayrak yaktılar" haberiyle yayınlanan 2010 tarihli görüntüleri, Başbakan'ın 52 Cuma'dır bir türlü ortaya çıkartamadığı camide içkinin ispatını, yetmezse, Süleyman Şah Türbesi'ne düzmece saldırı planlarını hatırlasınlar. Ve lütfen düşünsünler: Güneydoğu'da, ortam gergin, asker tetikteyken, bir şahıs kışlaya dalacak, bayrak direğine tırmanacak, boy boy resimleri çekilirken, askerden hiç bir müdahale olmadan bayrağı indirecek, ve kaçıp, kayıplara karışacak. Asker müdahale etmeme sebebi olarak "18 yaşından küçük görünüyordu" diyecek. Roboski'de öldürülen 34 kişiden 22sinin 18 yaşından küçük olduğunu unuttuk mu? Daha geçen hafta Suriye'de sınırı geçmek isteyen 14 yasındaki Ali Ozdemir'i vurarak kör eden TSK, bir haftada mı çocuklara bu kadar duyarlı oldu? Yoksa görevli subay paralel miydi? Kimse kusura bakmasın, ama bence bu senaryo Kabataş fantazisinden bile daha absürd.

"Madem terörist değiller, neden kalekola karşılar?" diyenler, Gezi'de kazandıkları empati yeteneğini tazeleyip, kalekolun, Lice halkı için anlamını görmeye çalışsınlar. Lice, devletin çok dövdüğü bir köy. 1993'te şaibeli bir suikasttan sonra ateşe verilmiş. 401 evin 302si tamamen yanmış. 20 kişi ölmüş. Ceylan Önkol'un memleketi Lice. 14 yaşında, işte o kalekollardan birinden atılan havan topuyla paramparça olan Ceylan'ın köyü. Annesi parçalarını eteğinde toplamış, sanki birleştirirse evladı geri gelecek gibi. Gelmemiş elbet. Unutulur mu kalekol? Yeni kalekol yeni havan topu demek. Yine çocukların paramparça cesetleri demek. Ezilmişliğini, öldürülmüşlüğünü yüzüne çarpar gibi. "Her an tekrar öldürebilirim" der gibi. Hem de çocuk kandırır gibi, 200 km ötedeki sınırı koruma bahanesiyle dikmek istiyor devlet kalekolu Lice'ye. Bu mu barış süreci? Barış olursa, ki olmalı, zalimlerin başka zalimlerle, kapalı kapılar ardında yaptığı görüşmelerle, gizli vaatlerle, tek adamların çıkarları üzerine ince hesaplarla değil, halkların kardeşliğiyle olacak. Barış olursa, ki olmalı, herkes kendiyle yüzleşince, katilini ve maktülünü ortaya koyunca, acılara birlikte ağlayıp, yaraları birlikte sarınca olacak. Barış olursa, ki olmalı, analar kendi dillerinde ötekinin evladına ağıt yaktığında olacak.

Romantik bir macera değildi Gezi. İnsanlar gözlerini, canlarını kaybettiler. Analar evlatlarını toprağa verdiler. Heyecan olsun diye değil, ezberler bozulsun, taslar yerinden oynasın diye yaşandı bütün acılar. Bir daha eskisi gibi olmasın diye. Kimse kimsenin acısını ötelemesin, halklar birbirini sahiplenip ne bu zalime, ne berikine yedirmesin diye. Istanbul'da şehirlerinin beton yığınına dönüşmesini istemeyen halkın Topçu Kışlası'na direnişi ne kadar Gezi'yse, Lice'de çocuklarının parçalarını eteklerinde toplamak istemeyen anaların kalekola direnişi o kadar Gezi'dir. Nasıl ki Gezi'den çıkar sağlamaya çalışanlar, provokatörler olduysa, Lice'de de vardır. Ama işin özünde, Lice Gezi'dir. Gezi'nin dibidir! Çünkü Gezi'de aslolan, dinine, ırkına, cinsiyetine, bakmadan insani sevmek, mazlumu korumaktır. Gezi'nin başlattığını sürdürmek, faşizme karşı omuz omuza direnmek giden canlara borcumuzdur. Ya birlikte mücadeleye devam edeceğiz, ya da eskiye dönüp, eskisinden daha güçlü bir muktedirin yumruğu altında, paramparça ama hep birlikte ezileceğiz. 

(06/10/2014 Muhalif Gazete)

6 Haziran 2014 Cuma

DİKTATÖR VE KADIN

Bir diktatör var. Kadınların çalışmalarını, sosyalleşmelerini istemiyor. Hayatlarının ibadet, çocuk bakımı ve yemek yapmaktan ibaret olması gerektiğini düşünüyor. Çok üremelerini istiyor. Hatta en az dört çocuk doğurmayı mecbur kılan bir yasa çıkartmak istiyor, ama ilk aşamada kadınlara kaç çocuk doğurmaları gerektiği konusunda telkinde bulunmakla ve çok çocuk doğuranlara imtiyazlar sağlamakla yetiniyor. Evliliği özendirmek için yeni evlilere faizsiz kredi veriyor. Kadınların makyaj yapmalarını, süslü veya açık giyinmelerini, fazla göz önünde olmalarını doğru bulmuyor. Yasaklamıyor, ama kınıyor, ayıplıyor, ayıplatıyor. Tanıdık geldi mi? Yok, hayır... Yöntemleri çok benziyor, ama "o" değil. Bahsettiğim diktatör Adolf Hitler. *

Dini, ırkı, coğrafyası ne olursa olsun, otoriter rejimlerin hemen hepsi kadınları toplumdan soyutlayarak mutfak ve yatak odasından oluşan yaşam alanına hapsetmeyi amaçlar. Okula giden kız çocuklarını kaçırıp öldüren Boko Haram'la, cadı avlarında yüz bine yakın kadını öldüren Katolik Roma kilisesinin ortak noktası kadınların bilinçlenmelerini, güçlenmelerini engelleme çabası. Elbette bunlar uç örnekler. Günümüzde faşist hükümetler ve baskıcı din kurumlarının çoğu, kadınları etkisiz hale getirmek için daha dolaylı yöntemler kullansalar da, özünde amaç aynı.

AKP hükümeti kadınları iş hayatından ve sosyal yaşamdan uzaklaştırmak için 12 senedir sistematik bir çalışma içinde. Bir yandan işsizliğin yüksek olmasının sebebi olarak çalışan kadınları göstererek, iş isteyen kadına evdeki işle yetinmesini söyleyerek toplumda, çalışan kadına karşı bir algı yönetimi uygularken, bir yandan asgari kadın çalışan zorunluluğu olmadan ücretli doğum izinlerini uzatmak gibi sözde iyileştirmelerle, kadınların iş bulmalarını neredeyse imkansız hale getirdi. Televizyondaki sunucunun dekoltesi, vapurdan inen genç kızların kıyafetleri AKPli bakanlar ve bizzat başbakan tarafından konu edildi, eleştirildi. Ülkede erkekler her üç günde iki kadın öldürürken, her iki günde bir kadına/kız çocuğuna tecavüz ederken, kadına karşı şiddet olayları medyanın abartısı olarak geçiştirildi. Sığınma evi isteyen kadın örgütlerine "Bizim kadınımız sığınmaz" gibi abes cevaplar verildi. Son olarak, geçtiğimiz hafta, tacize ceza artırımı adı altında, kadınlara faydadan çok zararı olan bir yasa tasarısı sundu AKP hükümeti. Tasarıdaki "ani hareketle cinsel saldırı" tanımlamasıyla getirilen ceza indirimi, adeta tecavüzcüye "niyetim yoktu, ama şeytan dürttü" deme fırsatı sunuyor --ki burada söz konusu şeytan, giyimi kuşamıyla, görüntüsüyle, hareketleriyle, ya da sadece varlığıyla erkeği tahrik eden kadın oluyor. Yani tecavüz kurbanı kadın suça ortak ediliyor. Hükümet kadınların kulagina "tecavüze uğramak istemiyorsan evinde otur" diye fısıldıyor.

Hitler kadınların eve kapanıp çok çocuk doğurmalarını sadece Aryan ırkın çoğalması için değil, kadınların dışlandığı bir toplumu bastırmanın daha kolay olacağını bildiği için istiyordu. Erdoğan da bunu biliyor. Ve geçen Haziran'dan beri bu gerçeği her gün hatırlıyor. Gezi direnişi, yoğun kadın katılımı olduğu için bu kadar etkin ve güçlüydü. Artık Turkiye'nin kadınları evlerinde oturmuyor. Sadece AKP karşıtları değil, zamanında AKP'ye oy vermiş olanlar da hükümetin kötü uygulamalarını gördüklerinde sokağa çıkıp, Gezi'nin sesine yankı veriyorlar. Başörtülü bacısının Kabataş fantazisini bir senedir meydan meydan dolaşıp anlatan Başbakan'ın, Rize İkizdere'de jandarmalara dövdürttüğü gerçek başörtülü bacılara, teyzelere bir bakın hele. Dayaktan bacağı mosmor kesilmiş Havva'nın "Direneceğiz" deyişindeki kararlılığa kulak verin. Kadın onlar. Bilmedikleri kadar güçlüler. Güçlerinin farkına varmaya görsünler.

Baskı ve korkuyla toplumları kontrol etmek isteyen faşist yöneticiler önce kadınları hedef alırlar. Kadınlar zayıf olduklarından değil, aksine kadının gücünden korktukları için. Korkmakta haklılar, çünkü en büyük devrimleri kadınlar yapar.

* Kaynaklar: http://en.wikipedia.org/wiki/Women_in_Nazi_Germany ve http://www.historylearningsite.co.uk/Women_Nazi_Germany.htm 

(06/06/2014 Muhalif Gazete)

2 Haziran 2014 Pazartesi

A'DAN Z'YE AKP İKTİDARININ TÜRKİYE'YE GETİRDİKLERİ

Antidemokrasi

Biatçılık

Cadı avı

Çevre katliamı

Diktatörlük

Emek sömürüsü

Faşizm

Gezi şehitleri

Hukuksuzluk

Irkçılık

İşçi ölümleri

Jöleli zevzek

Kadın cinayetleri

Liyakatsizlik

Mezhepçilik

Nefret söylemleri

Orantısız güç

Ötekileştirme

Polis şiddeti

Roboski & Reyhanlı

Sansür

Şaibeli seçimler

Tekme tokat

Uluslararası itibarsızlık

Ümmetçilik

Vicdan erozyonu

Yolsuzluk

Zulüm, Zulüm, Zulüm... 

(06/02/2014 Muhalif Gazete)