28 Temmuz 2014 Pazartesi

KENDİMLE KAVGAM

Kendi kendine konuşana deli derlerdi eskiden.  Oysa son yıllarda psikiyatristler kendi kendine konuşmanın delilik değil, aksine, sağlıklı bir ruh halinin işareti olduğunu ve beyin gücünü artırdığını söylüyorlar.  Umarım öyledir, zira ben bir süredir kendimle hararetli tartışmalar yapmaktayım.  Bu tartışmalar zaman zaman öylesine sertleşiyor ki, vurup kapıyı çıkasım geliyor, ama insan kendini bırakıp nereye gider ki?  Çaresiz bir süre surat astıktan sonra, bir orta yol bulmaya çalışıyorum kendimle.  Belki bu yazı bir barış sürecinin taslağı olur aramızda.  

Kendimle kavgamın sebebi geçen hafta Cemaat'e yapılan operasyon. Peşin peşin söyleyeyim: 15 senedir Amerika'da, üstelik Pensilvanya'ya sadece iki saat uzaklıkta yaşamama rağmen, Fethullah Gülen'i ne görmüşlüğüm var, ne de merak etmişliğim. Adı, şekli, şemali ne olursa olsun, din üzerinden etrafında insan toplayan, hele ki bu insanlar sayesinde güç ve servet edinen kişilerden oldum olası haz etmem. Dolayısıyla Gülen'e ve cemaatine karşı sempatim yok, hiçbir zaman da olmadı. Yani ne hükümet yandaşları hevesle "Cemaatçi" yaftalarını hazırlasınlar, ne de cemaatçiler buradan kendilerine destek çıkartmaya çalışsınlar.

Benim kendimle kavgam, Cemaat'e yapılan operasyona karşı nerede durduğumla ilgili. Bir yandan, operasyonun yapılış tarzına ve öne sürülen suçlamaların sadece 17 Aralık çerçevesinde olmasına, adalet adına karşı çıkmak istiyorum.  Öte yandan Cemaat'in AKP hükümeti sayesinde ele geçirdiği emniyet ve yargıda senelerdir şahit olduğumuz usulsüzlükler, sahte deliller, haksızlıklar, halkla alay eder gibi açıktan açığa yapılan insanlık ve hukuk dışı uygulamalar geliyor aklıma ve kendimle çelişiyorum.  Ben adalet derken, "kendim" omuz silkiyor. "Müstahaktır. Beter olsunlar."  Umursamazlıktan öte, basbayağı keyif alıyor bu durumdan.

Böyle olunca kızıyorum kendime.  İlkelerim var benim.  Yıllardır doğru bildiğim, savunduğum ilkeler.  En adi suçlunun, en aşağılık caninin bile adil yargılanma hakkına inandım hep.  Suçlu olduğu kesin olsa bile, bir insanı mahkum etmek için her yolun mübah sayılmasını, yeterli delil ve tanık olmadığı hallerde, suç cezasını bulsun diye sahte delillerle, yalan ifadelerle sonuca ulaşılmasını eleştirdim. Çünkü benim inancıma göre bir suçlunun cezasız kalması, bir ülkenin hukuksuz kalmasından yeğdir.  Ergenekon ve Balyoz sanıkları arasında insanlık suçu işlediklerinden zerre kadar şüphe etmediğim birçok isim olmasına rağmen, onların bile düzmece delillerle mahkum edilmelerine, soruşturma ve yargı sürecinde haklarının ihlal edilmesine karşı çıktım.  Aynı şekilde şimdi de Cemaat mensubu polislerin, gerçekte işledikleri suçlar yerine, hükümetin ve bizzat Başbakan'ın karıştıkları iddia edilen yolsuzluklara yönelik operasyon yaptıkları için cezalandırılmalarına karşı çıkmam gerek.  Öyle değil mi?  

İkna edemiyorum kendimi. Açıkçası, cemaat mensuplarının özeleştiri yapmaya hiç yanaşmadan, senelerdir iktidarın gizli ortağı olarak işledikleri tum suçları  inkar ederek takındıkları "zulüm gören kahramanlar" tavrı, benim de adaletsizliğe karşı mücadele etme isteğimi köreltiyor. Bu ükede insanlar işkence görürken, gözaltında kaybolurken, sokak ortasında öldürülürken sesleri çıkmayan Hizmet mensupları, şimdi hiç susmadan, avaz avaz feryat ediyorlar.  Adliyede tutuklu polislerin etrafını saran görevli polis çemberine "zulüm çemberi" demişler.  Ali İsmail'in etrafında çember olmuş, öldüresiye döven polislerin görüntüleri geliyor gözümün önüne.  "Vurmayın, öldüm!"  Zulüm çemberi mi dediniz?  Kendi sesim beni bastırıyor. "Bunlar için mi adalet?"  Tam bu sorunun üzerine, "kaderin cilvesi" mi desem, "zamanlama manidar" mı, Ümit Kıvanç'ın "19 Ocak'tan 19 Ocak'a" adlı kısa filmi geliyor önüme. Hrant Dink davasının ilk iki yılındaki adalet skandalını izlerken bir kez daha kanım çekiliyor. Güvercini vuranlara adalet hak mıdır?   

Yalan değil, kendime hak veresim, ağız dolusu küfürle "Beter olsunlar!" diyesim var.  Hınç dolu içim.  Cezalandırılsınlar istiyorum.  Hrant için, suçsuz insanların hayatlarından çaldıkları yıllar için, devletin gücünü kullanarak insanları "güvercin ürkekliğine" hapsettikleri için cezalandırılsınlar istiyorum.  Şimdi can düşmanı oldukları AKP hükümetiyle 11 sene boyunca beraber yürüdükleri yollar için, beraber yaptıkları zulümler, beraber inşa ettikleri bu hukuk tanımaz, diktatörlüğe çeyrek kalmış rejim için, hem de en ağır şekilde cezalandırılsınlar istiyorum. Öfkeyle, yürek kırığıyla dolu gel-gitler arasında kendimle cebelleşiyorum. Ama yok... Olmuyor. İçime sinmiyor böylesi. Cemaatçiler'in yargılanmalarını ve hesap vermelerini elbette istiyorum.  Ama Başbakan'ı kızdırdıkları için değil, birlikte işledikleri suçlar için; kendi yarattıkları çürümüş sistemde nefret ve intikam güdümlü olarak değil, çağdaş hukuk sisteminde adil olarak; eski ortakları tarafından değil, onlarla beraber yargılanmalarını istiyorum.  Çünkü Hrant için adalet, Başbakan'ın intikam tezgahından çıkmamalı.  Çünkü demokrasiye ulaşmak için, herkes düşmanının haklarını bile, kendi hakkı gibi savunmalı. Çünkü iyiler kötülükle mücadele ederken, savaştığına dönüşmemeli.  

Kendimle mücadelemde kesin barışa ulaşamasak da, uzun süreli bir ateşkes kararı alıyoruz. İç huzuru henüz uzak bir hayal. İyi kalarak kazandığımızda, çürümüş sistemi değiştirip gerçek adaleti sağladığımızda, o da olacak.  Kendi kendime mırıldanıyorum: İnşallah canım ya...

(01/08/2014 Muhalif Gazete)

21 Temmuz 2014 Pazartesi

ÖNÜM, ARKAM, SAĞIM, SOLUM ÖLÜM

"Bugün canım yazı yazmak istemiyor."  Çetin Altan'ın tarihe geçen bu beş kelimeden ibaret köşe yazısı şu anki ruh halimin tam olarak karşılığı. Yazacak konu olmadığından değil.  Konudan bol bir şey yok. Tam tersi, memlekette gündem enflasyonu var. Herhangi bir gelişmiş demokraside deprem tesiri yapacak olayları, birkaç saat içinde çiğneyip öğütüyor, henüz sindirmeden, sıradaki korkunç haberi bekliyoruz. Sadece Türkiye değil, tüm dünya bir açık hava tımarhanesine dönmüş.  Herkes dişini geçirebildiğini eziyor, gücünün yettiğini öldürüyor. Her yerde acı, her yerde kan var.  Her yerde ölüm.  Ölümlerden ölüm beğenip yazasım yok bugün.

Gazze'deki katliamı yazmak istemiyor canım.  İsrail'in meşru müdafa kılıfında meşrulaştırılmış devlet terörüyle savunmasız insanları kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden katlettiğini, Hamas'ın savunduğunu iddia ettiği insanlar telef olurken çözüme yanaşmadığını, İslam devletleri Yahudi düşmanlığını kışkırtmanın ötesinde tepki vermezken, "gelişmiş" ülkelerin İsrail'e "Kendini savun, ama daha az çocuk öldür" dediğini tekrar yazmak gelmiyor içimden. 

IŞİD (ya da İD, ya da bugünlerde hangi isimle anılıyorlarsa) denen, kestikleri kafalarla top oynayan, küçücük çocukları, kadınları çarmıha geren, el kadar kız bebekleri cinsel ilişkiden zevk almasınlar diye barbarca sünnet eden gözü dönmüş canilerin Allah adına giriştikleri katliamı mı yazayım?  Yoksa bu sapık katiller ordusuna "terörist" demekten aciz, 45 gündür rehin tutulan 49 vatandaşın adını bile anmayan hükümeti mi?  Hepsi midemi bulandırıyor.  Yazdım. Bir daha yazmak istemiyorum. Gazze'de İsrail'in yaptığı katliamı fırsat bilip Yahudiler'e ölüm fermanı çıkartan, ama burunlarının dibinde 5500 insanı katleden IŞİD 'i görmezden gelen sözde Müslüman, özde İslam fasistlerini yazsam diyorum.  Yok... Onların dini kine boğan ikiyüzlülüğünü yazmaya da elim gitmiyor.

Belki de ülkemde erkeklerin her gün üçer beşer öldürdükleri kadınları yazmalıyım yine.  Hani şu son altı ay içinde devletin korumasındayken kocaları, eski kocaları, aileleri tarafından öldürülen 21 kadını yazsam, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam okuyup haberdar olur mu bu cinayetlerden?  Veya intihar eden, öldürülen, ya da her gün tecavüzle, işkenceyle yaşamaya mahkum edilen çocuk gelinleri yazsam, el kadar kızları sapık adamların koynuna sokmanın "masumane" olmadığını anlar mı acaba?  Hiç sanmam.

Ölümün kömür karasından daha kara çöktüğü Soma'da, babalarını kaybeden yüzlerce çocuğun gözyaşı kurumadan, verilen sözlerin geri alındığını, hazırlanan torba yasayla işçilerin değil, milleti soyanların koruma altına alındığını yazdık da ne oldu?  Bir daha yazsak ne olacak?  Daha yüksek kar marjı için madencinin fıtratına ölümü yakıştıranların, tek basamaklı sayılarla ölen işçileri konu bile etmeyenlerin olmayan vicdanları mı sızlayacak?  Geçiniz.

Yazmakla bitmiyor ölümler. Roboski'de 34, Reyhanlı'da 51. Gezi'nin gencecik fidanları var. Kürtler için devletin ikinci adı olmuş ölüm. Aleviler'e çok tanıdık. Bir de ölümlerin en acısı, yaraların en kapanmazı, kayıplar var. Gözaltında, işkencede, hapishanede ortadan kaybolan, beyaz bir renoyla götürülüp bir daha haber alınamayan, devletin resmi ölümü bile çok gördüğü binlerce insanın yakınları, ülkenin dört bir yanındaki yüzlerce toplu mezarı kazarak, ölümlerin ismini bulmaya çalışıyor senelerdir. Toprağın üstünde ölüm, altında ölüm.  Önüm, arkam, sağım, solum ölüm.  Ve bugün canım ölüm yazmak istemiyor.

(21/07/2014 Muhalif Gazete)


17 Temmuz 2014 Perşembe

ÇOCUKLARI KIRMAYIN

Önümdeki resimden gözlerimi ayıramıyorum.  Küçük bir oğlan çocuğu. Kumsalda yüzükoyun yatıyor.  Kapkara, gür saçları var.  Uzamış epeyce.  Koşup oynayıp terleyince alnına yapışıyordur. Gözlerinin üzerine düştükçe minik elleriyle geriye doğru itiyordur muhtemel. O minik ellerden biri yumruk olmuş, sıkışmış göğsünün altında. Koşarken yumruklarını sıkar küçük çocuklar, sanki öyle daha hızlı koşacaklarmış gibi. Oysa ne kadar sıksalar da yumruklarını, bombalardan ve kurşundan daha hızlı koşamaz çocuklar.  Birinciden kaçsalar, ikincisi yakalar. Ve kırıverir körpe bedenlerini.  İşte öyle kırmışlar bu güzel oğlan çocuğunu. İncecik bacakları ters dönmüş, ayacıkları kum içinde. Bombalar çocukları daha mı çok sever?  En çok onları yakaladıklarına göre...

Günlerdir tüm dünya bir devletin, kendini terörizme karşı koruma bahanesiyle yüzlerce savunmasız insanı katledişini izliyor.  Birleşmiş Milletler hiçbir işe yaramayan uyarılarda bulunup İsrail'in insafa gelmesini bekliyor. Halklar, İsrailliler ve diğer ülkelerdeki Yahudiler dahil, isyan ediyor.  Devletler öldürüyor.  Devletler çocukları kırıyor.

İsrail Gazze'de sivil halkın üzerine bomba ve kurşun yağdırarak insanlık suçu işliyor.  Öte yandan Hamas'ın her gün Israil'e fırlattığı ve savunma kalkanı tarafından etkisiz hale getirilen füzelerin adreslerinin de askeri üsler olmadığı ortada. Yani becerebilse o da aynı ölçüde katliam yapacak. Elbette terörün en kötüsü meşru devlet eliyle olanı, ancak Hamas'ın başarısız katliam girişimlerini mağduriyet olarak kabul etmek saflıktan öte gaflet olur. Kalkanı geçebilseler, Hamas'ın füzeleri de en çok çocukları öldürecek. Adı Muhammed olmuş, Moşe olmuş ne fark eder?  Çocuk onlar. Minik ellerini yumruk yapıp bombadan kaçmaya çalışırken kırılıp düşerler kumların üstüne. Ve çocuklar ölürken kimin haklı olduğu, önce kimin başlattığı teferruattır. Öncelikli olan katliamın sona ermesidir.   

İsrail ve Hamas ölüm yarıştırırken uluslararası örgütler tabela tutuyor.  Ve yarışı hep nefret kazanıyor.  Kaybeden insanlık.  İslam ülkelerinde Yahudiler'e karşı cihad çağrıları, İsrail'de kendini bilmez bir parlamenterin Filistinliler'e karşı soykırım çağrısında karşılık buluyor. Türkiye'de de bu kan ve ölüm ortamını içlerindeki nefreti kusmak için fırsat bilen, faturayı Israil devleti yerine Yahudiler'e kesmeye çalışan ırkçı gruplar var. Dünyanın dört bir yanında, İsrail'de bile, İsrail'in yaptığı katliamı kınayan, protesto eden, durdurmaya çalışan yüzbinlerce Yahudi'yi hiçe sayarak, tüm bir ırkı lanetliyor, hedef gösteriyorlar. Cehaletin ve ırkçılığın ortak ürünü bu çirkin, tehlikeli zihniyet, sosyal medyadan Hitler'e övgüler düzüyor.  Bazı sözde gazeteci, özde provokatörler köşelerinde Türkiye'de yaşayan Yahudiler'e 6-7 Eylül tehditleri savuruyor.  Başbakan'ın vatandaşa "İsrail dölü" diye bağırarak tokat attığı ülkede, bu durum şaşırtıcı değil, fakat korkutucu.  

İsrail devletinin işlediği suçlar için Yahudiler'in katlini vacip görenlere soruyorum:  Türkiye'de devletin işlediği suçların hesabını kime çıkartacağız? Roboski için, Reyhanlı için, Madımak, Dersim ve kanlı 1 Mayıs için, hala gölgesi üzerimizde olan 12 Eylül için, Denizler'in idamı ve Gezi'nin kırılan fidanları için, en taze acımız Soma için, onbinlerce kayıp insan, yüzlerce toplu mezar, faili meçhuller ve yakılan köyler için, (parti-devletin daha hafif suçlarıyla devam edelim) sıfırlanamayan paralar, ayakkabı kutusunda gelen rüşvetler, yenen yetim hakları için, bunların hepsini inkar ediyorsanız, senelerce dindar vatandaşlarımızı mağdur eden başörtüsü yasağı için kimi cezalandırmak caizdir?

Bu akıl ve insanlık dışı, sonu olmayan, din adına kin güden yaklaşım herkese daha çok ölüm getirir. Oysa biz ölümden yorulduk artık. Çünkü biz binyıllardır hep bir şeyler adına öldürülüyoruz. 


Devletler öldürüyor.  Devletler çocukları kırıyor. Bu ölçüsüz, sınırsız şiddeti durduracak tek güç halkların birliği.  Sadece İsrail-Filistin değil, Türkiye'de 30 senedir yaşanan anlamsız savaş dahil olmak üzere, dünyanın her yerindeki tüm savaşlar, ancak halklar insanlık adına birleştiğinde, insana insan olduğu için sahip çıktığında, analar "öteki"nin evladına kendi dilinde ağıt yaktığında biter.  Bitmek zorunda. Çünkü çocuklar  insanlığın kırılma noktası. Ve ırkı, dili, dini, mezhebi, rengi ne olursa olsun, çocuk bedenler kırılıp düştükçe, insanlık çatırdayarak çöküyor. Duymuyor musunuz?

(17/07/2014)

14 Temmuz 2014 Pazartesi

ŞU CUMHURBAŞKANLIĞI MESELESİ

Dünya Kupası, Gazze katliamı, Işid'in rehin aldığı, hükümetin haftalardır adını anmadığı konsolosluk çalışanları, torba yasalar içinde geçirilen yolsuzluk kalkanları, süreç muamması ve artık maalesef sosyal medya dışında kaale bile alınmayan tecavüz, cinayet, taciz haberleri arasında, toz duman içinde bir ortamda Türkiye cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor. Hakkımızda hayırlısı.

Dengesiz olacağı baştan bilinen bu yarışta, bir tarafta başbakanlık makamının ona vermediği yetkiye dayanarak, kurduğu parti-devletin tüm imkanlarını yasaya ve ahlaka aykırı şekilde seçim kampanyasına seferber eden Başbakan, diğer tarafta partilerinin imkanları ve halkın desteğiyle seslerini duyurmaya, meramlarını anlatmaya çalışan Selahattin Demirtaş ve Ekmeleddin İhsanoğlu var. Erdoğan'ın her sözü, her hareketi TRT'nin cümle kanallarında 32 kısım tekmili birden, hem canlı hem banttan tekrarlarla yayınlanırken, diğer adayların adları alt yazı olarak bile geçmiyor. Başbakan'dan AloFatih terbiyesi almış anaakım medyada da durum farklı değil. Basın açıklamalarında İhsanoğlu ve Demirtaş, olması gerektiği gibi sunumlarını yapıp, medya mensuplarının, zaman zaman da halkın sorularına cevap veriyor.  Erdoğan'ın her biri ayrı bir prodüksiyon olan tanıtım şovlarında ise basın en arka sıralarda izleyici olarak yerini alıyor. Salondaki tescilli AKP taraftarları ve özel davetiyeyle çağrılmış medyatik şahsiyetler de soru sormak yerine imza alıp "selfie" cektirmek derdinde.  Sanki iki ayrı seçimin adayları.

İlk turda herkes oyunu gönlüne en yakın, ya da en az uzak olan adaya verecek. Olması kuvvetle muhtemel ikinci tur içinse, bazı kesimler, kendi adayları turu  geçemediği takdirde sandığı boykot etmeyi öneriyorlar.  Herkesin kendi kararı.  Ben kullanılmamış oyun, zaten bir avuç kalmış demokratik haklarımızdan bir tanesinden daha vaz geçmek olduğunu düşünüyorum.  Bu yüzden ikinci turda, adaylar kim olursa olsun boykot etmek yerine, isminin baş harfleri RTE olmayan adaya vereceğim oyumu.

Bu arada hala adayları daha iyi tanımaya çalışıyorum. CHP'nin aday belirleme yöntemini son derece antidemokratik bulmama rağmen, adaylığı açıklandığından beri, elimden geldiği kadar tarafsız olarak İhsanoğlu'nu izliyorum.  Aynı şekilde, 27 Haziran tarihli "Demirtaş'ı Dinliyorum Gözlerim Kapalı" yazımda belirttiğim gibi, Selahattin Demirtaş'ı da anaakım dışındaki medyada bulabildiğim yazılardan, TV programlarından takip ediyorum. Önyargılarımdan arınıp, ikisini de sadece tanımaya, anlamaya çalışıyorum. Üçüncü adayı 12 senedir maalesef yeterinden fazla tanıdık.  Fıtratını, tıynetini, şartlara göre bir o yana bir bu yana çevirdiği bütün yüzlerini, yazısını turasını, içinin karasını ezbere aldık.  Ona karşı hiçbir önyargım yok. Sadece yargı dileğim var.

Tanımaya çalışırken sorular oluşuyor kafamda adaylar için. Her biriyle sohbet fırsatım olsa soracağım sorular. Türkiye siyasetinde en yeni olduğu için, en çok Ekmeleddin İhsanoğlu'na sorularım var.  Mesela Avrupa Birliği'nin  Darfur'daki soykırımın sorumlusu olan El Beşir'i savaş suçlusu ilan etmesine neden karşı çıktığını sormak isterim. Kadın hakları konusunu da konuşmak isterim Ekmel Bey'le. Yaptığı açıklamalarda İİT Genel Sekreterliği döneminde İslam ülkelerinde kadın haklarını iyileştirme çalışmalarını referans veriyor İhsanoğlu.  Oysa Türkiye'de kadınların sorunları çok farklı.  Suudi Arabistan'da kadınların ehliyet alma veya oy kullanma hakkını elde etmesine yardımcı olmak saygı duyulacak bir çalışma olsa da, Türkiye'de kadın açısından fazla bir karşılığı yok. Özellikle son 10 senede %1400 artan kadına karşı erkek şiddeti, kadının aktif siyasetteki ve iş hayatındaki yeri gibi konularda fikirlerini ve somut önerilerini öğrenmek isterim.  "Kadının eğitimde yer alması" ile başlayan cümleler kesmiyor artık. İçi dolu bir açıklama yapmasında ısrar ederim. Bir de çözüm sürecini sorarım İhsanoğlu'na.  Kalıcı barışın sağlanması için atmayı düşündüğü adımları.  Özerk yerel yönetimler hakkındaki düşüncelerini, seçilirse sürecin olumlu bir şekilde ilerlemesi için neler yapacağını sorarım.  Bunları sorarken, kendisine saygılı ve sakin üslubunun Türkiye siyasetinde özlenen bir nefes olduğunu da söylerim elbette. Sezar'ın hakkı Sezar'a.  Laiklik ve Atatürk konusunda ilk günlerdeki "kitaplarımda yazdım, onları okuyun" cevabının yerine, kendini anlatmaya başlamasını takdir ettiğimi de eklerim.  Konuşmanın bir yerinde muhtemelen çenemi tutamayıp kampanya sloganıyla ve "herkesin babası" mesajı ile ilgili düşündüklerimi de söyleyiveririm. Hoşuna gitmese de, gülümseyerek karşılayacağını tahmin ediyorum.

Selahattin Demirtaş için sorularım ağırlıklı olarak süreçle ilgili olur elbette. Gerçi Demirtaş gerek medyanın çeşitli kesimlerinden gazetecilerle, gerek halkla yaptığı sohbetlerde bu konudaki soruları açıklıkla yanıtlıyor. Ben ona kafasındaki ideal Türkiye'nin ayrıntılarını sorarım.  Tam yetkili olsa, nasıl bir sistem kuracağını, nasıl bir devlet oluşturacağını bilmek isterim.  Silahsızlanmayı nasıl sağlayacağını da sorarım. Zira Kandil'le parti arasında çelişkili demeçler var son günlerde. Özel bir sorum da olur kendisine.  Kadın hakları konusunda gerek partisinin gerek kendisinin son derece ilerici ve somut çalışmaları olduğu halde, eşinin neden seçim kampanyasının dışında kaldığını merak ediyorum.  Bu arada Başak Demirtaş'ın sadece bu seçimin değil, gelmiş geçmiş en güzel "First Lady" adayı olduğunu da söylemeden geçemem. Kimse alınmasın. Son olarak Demirtaş'tan bir de Dersim türküsünü bağlamayla çalıp söylemesini isterim.  Kırmaz beni herhalde.

Erdoğan'la sohbet etmeyeyim mümkünse. Tarzım değil.  Eminim o da benden zerre kadar haz etmez.  Ama mecbur kalsam bir tek sorum olur Başbakan, Cumhurbaşkanı adayı, inşaat ihalalerinden maden ruhsatlarına, AVM yapımından aile planlamasına her bir halttan sorumlu kişi, baş yasak koyucu Recep Tayyip Erdoğan'a: Ne zaman doyacaksın?

(07/14/2014 Muhalif Gazete)

9 Temmuz 2014 Çarşamba

KAHROL! KAHROL! KAHROL!

Dört yeğenim var benim, her biri ayrı kıymetli, yüreğimin ayrı bir köşesi...  Kızlar ikiz. 15 olduklarına inanasım gelmiyor, ama öyle. Okuma yazma öğrendiklerinden beri günlük tutarlar.  Babaannelerinden öğrendikleri pek çok güzellikten biri.  Günlük bu; özeldir, okunmaz.  Ama bundan 4-5 sene önceydi sanırım, bir bahaneyle izin aldım, günlüklerinde onların seçtiği birer sayfayı okudum. Biri matematik sınavından düşük aldığına hayıflanmış, öbürü kardeşine kızmış, kimbilir neden.  Babalarıyla gezmeye gittiklerini, annelerinin aldığı yeni elbiseleri anlatmışlar. Hepi topu bunları yazmış Elif ve Zeynep.  Hepi topu bunları  yazmalı on yaşındaki kızlar günlüklerine.

Bir de Z.C.E.'nin günlüğü var.  Hiç benzemiyor bizim kızların günlüklerine.  Doğum kontrol hapı var onun günlüğünde.  Uyuşturucu var.  "Anneciğim senin dediğini yapacağım hani sen demiştin ya, kendine de zarar ver demiştin ya dediğini yapacağım" yazıyor on yaşındaki kızlara has yuvarlacık el yazısıyla, noktalama işaretsiz, ve ümitsiz bir cümlede.  Sonra annesine söyleyemediği öfkesini günlüğüne haykırıyor "Günlük seni hiç sevmiyorum.  Kahrol. Kahrol. Kahrol."  


Z.C.E. on yaşında.  İddiaya göre yedi yaşından itibaren, iki sene boyunca sistemli bir şekilde polisler tarafından tecavüze uğramış, üstelik annesinin aracılığıyla!  Sadece ona da değil; olay sırasında iki ve dört yaşlarında olan kardeşlerine de...  Böyle bir kötülüğün varlığını anlayamayanlar, anlamak istemeyenler için tekrarlayalım: Diyarbakır'da üç polisin, en büyüğü yedi yaşında olan üç kızkardeşe, iki sene boyunca sürekli olarak tecavüz ve işkence ettiği iddia ediliyor.

İddialar doğru mu bilmiyoruz.  Adı üstünde, iddia.  Ancak görünen o ki, üç çocuğun tüyler ürperten, iç bulandıran detaylarla anlattıkları iki sene süren tecavüz iddiası, sado-mazo porno filmlerinden alıntı Kabataş fantezisi kadar bile dikkate alınmamış devlet nezdinde.  Kabataş'ta ol(may)anları olanca çıplaklığıyla gösteren kamera kayıtlarına rağmen "beyan esastır" diye tepinenler, üç kızkardeşin beyanlarına kör, sağır, dilsiz kalmışlar.  Sebep zanlıların polis olması mı, mağdurların Diyarbakır'da olması mı?  c) Hepsi?

İddianın inandırıcılığına gelince, en kabadayısı on yaşında olan üç çocuğun uyduramayacağı kadar korkunç anlatılanlar.  Z.C.E.'nin günlüğüne yazdıkları ve yaptığı ev resimlerinin hepsinin üzerinde "Eğil İlçe Karakolu" yazması gibi göz ardı edilmemesi gereken noktalar, kör bakan gözlerin ta ardına atılmışlar.  Zira Diyarbakır Çocuk Savcısı Kenan Yıldırım, Z.C.E.'nin günlüğünü soruşturma kapsamına almamış bile.  Aynı şekilde savcılık, Z.C.E'ye Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi'nin verdiği "Birçok kez cinsel istismara maruz kaldığı ve bu olaylardan sonra içe kapanma ve isteksizlik duygularının oluştuğu belirlenmiştir" yolundaki psikiyatri kanaat raporunu da yok saymış.

Devlet  yetkilileri bu iddiaya her seviyede kayıtsız kalmış.  İçişleri Bakanı Efkan Ala, BDP Milletvekili Altan Tan tarafından verilen soru önergesine cevap vermeye tenezzül buyurmamış.  TBMM kayıtlarında önerge için "Süresi İçinde Cevaplandırılmadığından Gelen Kağıtlarda Yayımlandı" yazıyor.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı nezdinde de çocuklara yönelik herhangi bir koruma kararı ya da girişiminde bulunulmamış.  Çocuk evliliklerine "masumane" diyen, erkekler bir günde üç kadını öldürdüğünde sessiz kalan Bakan Ayşenur İslam, bu konuyu da araştırma gereği duymamış.

Tecavüz iddialarını aceleyle savuşturan devlet, bir de yaranın üstüne tuz basarak, çocukların babası M.N.E.'yi tutuklamış, hakaret ve iftira suçlarıyla yargılamış, toplam 17 ay 15 gün ertelenmiş hapis cezasına çarptırmış. Diyarbakır Valiliği bu utanç verici durumu, marifetmiş gibi bir basın açıklamasıyla halka duyurmuş.

Bu noktada, iddiaların inandırıcılığının yanı sıra, bir de gerekçe sorusu takılıyor akla. Çocukların babası M.N.E. neden aldığı tehditlere ve ertelenmiş hapis cezasına rağmen, üstelik evlatlarını afişe etmeyi göze alarak inatla iddialarını tekrarlasın? Mantığa uygun hiç bir sebep görünmüyor. Bulan varsa beri gelsin.

Gerçekleri öğrenmek ancak kapsamlı bir soruşturmayla mümkün.  O zamana kadar önümüzde inanabileceğimiz iki senaryo var: M.N.E. ya iğrenç yalanlarla çocuklarının beynini yıkayan bir akıl hastası, ya da karşılaştığı her güçlüğe rağmen, çocuklarının hakkını hukuk yoluyla aramakta direnen bir baba. Her iki durumda da, en azından çocukların beden ve ruh sağlığı açısından, iddiaların şu ana kadar olduğundan çok daha ciddi şekilde araştırılması şart.

Bunun için "devlete ve onun adaletine güvenelim" diyebilmeyi çok isterdim. Ancak maalesef devletin tecavüz davalarındaki sicili birbirinden kara sayfalarla dolu. 13 yaşındaki N.Ç.'nin "kendi rızasıyla" 26 yetişkinin tecavüzüne uğradığını söylerken utanmadı bu devlet.  Mahkemelerin "yükünü azaltmak" için kurbanıyla evlenen tecavüzcülerin davalarını düşürüp, ömür boyu tecavüze mahkum etti nice kızı, kadını.  Bekaret bozulmadığı sürece tecavüzü yok sayarak kudretinin sınırlarını kızlık zarıyla çizdi. Ve ceza indirimi ya da beraat kararı verilen her mahkemede tecavüz kurbanlarıyla beraber adaletin de tekrar tekrar ırzına geçti.

İşte bu yüzden, sadece Z.C.E. ve kardeşleri için değil, tüm tecavüz kurbanları için, hep birlikte bu işin takipçisi olmak zorundayız. Keyfimiz kaçmasın, rahatımız bozulmasın diye tecavüzün çirkin yüzünü gördüğümüzde kafamızı çevirmek yerine, gözlerimizi dikip, öfkeyle üzerine gitmeliyiz.  Ama mutlaka öfkeyle çünkü öfke tam da bu anlar için gerekli bize, mücadeleyi canlı tutmak için...  El kadar çocukların ve savunmasız kadınların, yetişkin erkeklerin acımasız şiddeti altında yaşadıkları tecavüz acısını ta içimizde hissederek öfkelenmeliyiz.  Çığlıkları beynimizde yankılanırken öfkeden içimiz kavrulmalı. Gerçek ortaya çıkana, suçlular cezalandırılana kadar, ama daha ve en önemlisi, bu ülkede tecavüzü ve cinsel tacizi yok sayan, adeta ödüllendiren yasalar değişinceye kadar sıcak tutmalıyız öfkemizi. Çocuklarımız, kadınlarımız, kızkardeşlerimiz, yeğenlerimiz için...  Hınçla yumruklarımızı sıkıp Z.C.E. gibi haykırmalıyız öfkeyle "Devlet, seni hiç sevmiyorum.  Kahrol! Kahrol! Kahrol!"  

(07/09/2014 Muhalif Gazete)

7 Temmuz 2014 Pazartesi

DONARAK ÖLÜYORUZ

Bilgisayarımın ekranında alevler içinde bir bina resmi. "Bu ne?" diye sordu yanımdaki Amerikalı. "Türkiye'de İslam faşistlerinin 35 aydını yaktıkları otel" dedim. Olayın detaylarını anlattıkça gözleri dehşet içinde açıldı. Yakanlara ne olduğunu sordu. "Zaman aşımı" derken sesimdeki donuk, tekdüze normallikten hem utandım hem korktum. Adaletsizliğe alıştığımızı fark ettim.

Bir romanda okumuştum. "Bir beden her şeye alışabilir, asılmaya bile"* diyordu kahramanlardan biri. Alışmak asılmaktan daha korkunçtur oysa. Asılmak bir kez öldürür, alışmak ise ölümü sürekli kılar. Donarak ölmek gibi alışmak. Hipoterminin ilk aşamasındaki şiddetli acıdan sonra giderek hissizleşerek, bir rahatlama haliyle ölüme teslim olmak gibi.

İşte öyle alışıyoruz, öyle donarak ölüyoruz bir padişah özentisinin soğuk gölgesi altında.

Başbakan 2006 senesinde geçinemediğinden şikayet eden çiftçiye "Artistlik yapma lan. Ananı da al git!" dediğinde inanamadık. 2013'te direnişçilere "çapulcu" demesine birbirinden zeki esprilerle, şarkılarla karşılık verdik. Sonrasında ODTU'deki orman katliamına engel olmak isteyen gençleri "terörist" ilan etmesini garipsemedik bile. Başbakanın hakaretlerine alıştık.

Alkol satışındaki yeni yasaklarla ilgili konuşurken Atatürk ve İnönü'ye "iki ayyaş" göndermesi yapınca itirazlar yükseldi, ama cümlenin asıl vahim kısmı olan "... dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor?" sözlerini tartışmadık bile. Laik cumhuriyetin başbakanının dinin emrini yasa bellemesine, belletmesine alıştık.

Polis kara kaşlı Berkin'i gaz fişeğiyle vurduğunda isyan ettik. Umudun çocuğu ölüme yenildiğinde acımızı, öfkemizi haykırdık. Bir sene sonra Adana'da15 yasındaki İbrahim'i ses bombasıyla başından vurarak öldürdüklerinde sesimiz cılız çıktı. Evladının acısı henüz taptazeyken, elinde bomba olmadığını ispat etmek için cansız, küçük ellerinin fotoğrafını çekmek zorunda bırakılan babasının adını bile unuttuk. Çocukların öldürülmesine alıştık.

17 Aralık'tan itibaren birbiri ardına ortaya çıkan tapelerde yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin, talanın, tehdidin, sansürün kayıtlarını dinlerken, giderek tepkisizleştik. Ayakkabı kutularındaki milyonlar, 700bin dolarlık kol saatleri, sıfırlanan milyarlar, Alo Fatihler kesmez oldu. Ülkeyi düzmece saldırıyla savaşa sokma planı bile yetmedi. Hep daha büyük bir turbun heybeden çıkmasını bekledik durduk. Hırsızlığa, yolsuzluğa, hukuksuzluğa alıştık.

Erkekler her üç günde iki kadını öldürür, her iki günde bir kadına tecavüz eder oldu memlekette. 13 yasındaki kızın 26 yetişkinin tecavüzüne rıza gösterdiğini söyledi yüce devletin adaleti. El kadar kızların evlendirilmesine "masumane" dedi aileden sorumlu bakan. Ve hükümet yeni yasa tasarısıyla tacizin "ani" olanına ceza indirimi istediğinde feminist kuruluşlardan gelen ses yankı bulmadı sokakta. Kadına şiddetin ödüllendirilmesine alıştık.

Soma'da içimizi dağlayan işçi katliamına isyan ettik hep birlikte. Fakat daha iki ay geçmeden üstünden, verilen sözler geri alınmasına, tas ve hamamın aynı kalmasına şaşırmadık. Cam işçilerinin grevi üfürükten sebeplerle ertelendiğinde, sesimizi çıkarmadan ince belliden çayımızı yudumlamaya devam ettik. İnsan hayatının kar marjına kurban edilmesine, emeğin sömürülmesine alıştık.

Yüze yakın vatandaşımız canice katliam yapan teröristlerin elinde haftalarca rehinken, rehineler misafir, teröristler unsur oldu hükümetin dilinde. Yazmak, konuşmak, sormak yasaklandı. Yazmadık, konuşmadık, sormadık. Danışıklı dövüşlere, teröristle işbirliğine, vatandaşın can güvenliğinin ucuz siyasi hesaplarla riske atılmasına alıştık.

Roboski'ye, Reyhanlı'ya, "biliyorsunuz Alevi"ye, "afedersiniz Ermeni"ye, kurbanların suçlanıp, katillerin kollanmasına alıştık. Düzmece delillerle uyduruk mahkemelerde suçluyla suçsuzun birlikte mahkum edilmesine, sonra yine birlikte salıverilmesine, 11 senelik suç ortaklarının çıkarlar çatışınca paralel düşman ilan edilmesine, yalana, dolana, talana, ve devlet tarafından durmaksızın dövülmeye, öldürülmeye alıştık.

Ülke takviminin her gününde birden fazla felaketin, kötülüğün yıldönümü var. Kahır dolu, hüzün dolu anma törenlerine alıştık. İlklerde acıyla haykırsak da, sonrasında kısılıyor sesimiz. Toplumsal bir hipotermi halinde, hissizleşiyoruz, tepkilerimiz yok oluyor. İşte öyle donarak ölüyoruz.

Donmamak için hareket halinde kalmak, direnmek gerek uyuşmaya. Alışmaya direnmek. "Ne değişecek ki?" demeden tepki vermek, isyan etmek gerek yanlışa ve haksızlığa. Yürüyerek, haykırarak, konuşarak, yazarak, çizerek... Nasıl direndiğinden cok direnmeyi sürdürmek önemli olan. Ve alışmamak aslolan. Alışmak teslimiyet, umudun sonu. Alışmak yalnız bugünün değil, yarının da yenilgisi. Asılmak bir kere öldürür, alışmak ölümün süreklilik hali.
* Lucy Maud Montgomery – “Anne of Green Gables”

(07/07/2014 Muhalif Gazete)

2 Temmuz 2014 Çarşamba

YARADILANI YAKTILAR YARADAN'IN ADIYLA

New York'ta LGBT onur yürüyüşü tam bir festival havasında geçer. Olağanüstü guzellikte kostümler, binbir emekle süslenmiş araçlar, dans gösterileriyle gerçek bir görsel ziyafet. Ve sloganlar... Her sene birbirinden yaratıcı, hınzır sloganlar bulunur. Pankartlar, afişler, lolipoplar hazırlanır. Mesela bu sene, son zamanlarda giderek artan sünnet karşıtı grupların hazırladığı, gözlerini faltaşı gibi açmış bir bebek resminin üzerine "Neyimi kesecekler?!?!" yazılı pankart en sağlam sünnet savunucularını bile düşündürmese de güldürdü. Bence 2014'ün en çarpıcı görüntüsü ise, yürüyüşe katılan pek çok kilise ve din kuruluşunun ortasında yürüyen bir kadının taşıdığı "Tanrı nonoştur" (God is queer) yazılı pankarttı. Üstelik bu genç kadın "ateyiz" filan değil, katılımcı kiliselerden birinin mensubuydu. Amacı hiç bir şekilde Tanrı'ya hakaret etmek veya "halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak" (Fazıl Say'a selam olsun) değildi. Eşcinselliğin bir kusur, hastalık, ya da cinsel sapkınlık değil, heteroseksüel kadın ve erkek kadar "normal" bir cinsiyet olduğunun altını çizerek, Tanrı'nın her insan gibi eşcinsellerin de yaratıcısı, esirgeyicisi ve kurtarıcısı olduğunu, hafif şiddette bir tokat tadında, şakayla karışık çarptı insanların yüzüne. Ve inanmayacaksınız belki, ama bir Allah'ın kulu da çıkıp bu "münafık" kadını diri diri yakmaya kalkışmadı. 


Çok değil, 21 sene önce, benim ülkemde, hani şu "laik, demokratik" Türkiye Cumhuriyeti'nde, bir grup (insan demeye elim, dilim varmıyor) yaratık, sırf kendileri gibi inanıp ibadet etmiyorlar diye, 35 yaradılanı yaktılar Yaradan'ın adıyla. Dönemin emniyet müdürü, valisi, komutanları, hükümet yetkilileri ve dahi cumhurun başı, saatler boyu, gözü dönmüş kalabalık tarafından otelde kuşatılan insanların yardım çığlıklarına kulak tıkadılar. Kıyasıya bir futbol maçını radyodan dinler gibi, an be an gelişmelerden haberdar oldukları halde bu katliama seyirci kaldılar. 21 sene önce bugün, benim ülkemde 35 insan, egemen erkten farklı düşündüğü, farklı inandığı, farklı konuştuğu için, Ortaçağ'ın cadı avlarına taş çıkartan bir hunharlıkla, diri diri yakıldılar. Yakanlar aklandı, aklayanlar terfi etti, terfi ettirenler aklamanın vatana millete hayırlı olmasını buyurdu. Ve İslam faşizmi bu maçı 35-0 kazandı. 
Ülkemin "laik ve demokrat" vatandaşları, dehşet, öfke ve acı içinde, bu vahşetin kaynağının kökten dincilik olduğuna kanaat getirip, bu musibetin başını ezmek için amansız bir savaş başlattılar. Bu melun hastalığı kökünden kurutmak için her yolu mübah belleyerek askeri vesayeti körüklemekte bir beis görmediler. Oysa kökten dincilik, ülkenin pençesine düştüğü elim hastalığın kendisi değil, belirtilerinden sadece biri. Hastalığı tedavi etmek için önce teşhisi doğru koymak gerek. Ülkemizde güçlü bir faşizm salgını var. Radikal İslam, mezhepçilik, elbette ırkçılık, kadına karşı siddet, homofobi, askeri ve sivil vesayet, Türk ve Kürt milliyetçiliği, Kemalizm ve Bush yönetiminin dahiyane buluşu "ılımlı İslam" hep bu hastalığın belirtileri. Yanlış teşhis sonucu hastalığın belirtilerinden birini yok etmek amacıyla diğerlerini beslemek, virüsün güçlenmesini ve mevcut tedavi yöntemlerine karşı bağışıklık geliştirmesini sağlıyor. Bu hastalıktan kurtulmanın tek yolu, vücudun her organının eşit ve doğru beslenmesi ve bolca vicdan takviyesi.

Faşist yönetimlerde, bir kimlik diğerleri üzerinde, kendi mutlak kutsallarına dayanarak egemenlik kurar. Bu mutlak kutsallar, egemen erke diğer kimlikleri ezme, yok sayma, mümkünse yok etme ehliyeti verir. Zamana, mekana ve şartlara göre değişebilen kutsalların ortak noktaları tartışılmaz olmaları ve insan hayatından değerli sayılmalarıdır. Nazi Almanyası'nın mutlak kutsalı ari ırktı, Sivas'ınki Sünni İslam. Güneydoğu'da vatan toprağının kutsallığına dayandırılan devlet terörünün karşısına, Kürt milliyetçiliğini kutsallaştıran PKK çıkar. Ve Lice'deki ucuz piyeste bayrağa tapanların "kafasına sık" çığlıkları, Madımak otelinin önündeki tekbir seslerine ne kadar da benzer. Çünkü şekli şemali, adı sanı değişse de, faşizm öğretisinde benim kutsalıma benim gibi tapmayanın katli vaciptir.

Faşizmin mutlak kutsalları insanı insandan ve insanlıktan uzaklaştırır. Elbette manevi değerlerimiz olacak ve biz bunlara sahip çıkacağız. Ancak bu değerlere değer katanın ne olduğunu akıldan ve vicdandan çıkarmamak gerek. Vatanın her karış toprağında yaşananlarla yüzleşmeden, vatanın bölünmezliğini savunmak şovenist bir ezberdir ancak. Berkin'in kafasına sıkılan gaz fişeğinin hesabını sorarken, Ugur'un vücudundan çıkan 13 kurşunu bilmezden gelir, Ali İsmail'in, Abdocan'ın, Ethem'in katilleri bulunsun derken, gözaltında işkenceyle öldürülen, kemikleri 18 sene sonra bulunan 13 yaşındaki Seyhan'ın hikayesini duymak istemezsek, o coğrafyaya vatan deme hakkını yitirmiş oluruz. Çünkü bayrakları bayrak yapan altındaki candır; ve toprak üstünde insanca yaşanıyorsa vatandır.

(07/02/2014 Muhalif Gazete)