28 Temmuz 2014 Pazartesi

KENDİMLE KAVGAM

Kendi kendine konuşana deli derlerdi eskiden.  Oysa son yıllarda psikiyatristler kendi kendine konuşmanın delilik değil, aksine, sağlıklı bir ruh halinin işareti olduğunu ve beyin gücünü artırdığını söylüyorlar.  Umarım öyledir, zira ben bir süredir kendimle hararetli tartışmalar yapmaktayım.  Bu tartışmalar zaman zaman öylesine sertleşiyor ki, vurup kapıyı çıkasım geliyor, ama insan kendini bırakıp nereye gider ki?  Çaresiz bir süre surat astıktan sonra, bir orta yol bulmaya çalışıyorum kendimle.  Belki bu yazı bir barış sürecinin taslağı olur aramızda.  

Kendimle kavgamın sebebi geçen hafta Cemaat'e yapılan operasyon. Peşin peşin söyleyeyim: 15 senedir Amerika'da, üstelik Pensilvanya'ya sadece iki saat uzaklıkta yaşamama rağmen, Fethullah Gülen'i ne görmüşlüğüm var, ne de merak etmişliğim. Adı, şekli, şemali ne olursa olsun, din üzerinden etrafında insan toplayan, hele ki bu insanlar sayesinde güç ve servet edinen kişilerden oldum olası haz etmem. Dolayısıyla Gülen'e ve cemaatine karşı sempatim yok, hiçbir zaman da olmadı. Yani ne hükümet yandaşları hevesle "Cemaatçi" yaftalarını hazırlasınlar, ne de cemaatçiler buradan kendilerine destek çıkartmaya çalışsınlar.

Benim kendimle kavgam, Cemaat'e yapılan operasyona karşı nerede durduğumla ilgili. Bir yandan, operasyonun yapılış tarzına ve öne sürülen suçlamaların sadece 17 Aralık çerçevesinde olmasına, adalet adına karşı çıkmak istiyorum.  Öte yandan Cemaat'in AKP hükümeti sayesinde ele geçirdiği emniyet ve yargıda senelerdir şahit olduğumuz usulsüzlükler, sahte deliller, haksızlıklar, halkla alay eder gibi açıktan açığa yapılan insanlık ve hukuk dışı uygulamalar geliyor aklıma ve kendimle çelişiyorum.  Ben adalet derken, "kendim" omuz silkiyor. "Müstahaktır. Beter olsunlar."  Umursamazlıktan öte, basbayağı keyif alıyor bu durumdan.

Böyle olunca kızıyorum kendime.  İlkelerim var benim.  Yıllardır doğru bildiğim, savunduğum ilkeler.  En adi suçlunun, en aşağılık caninin bile adil yargılanma hakkına inandım hep.  Suçlu olduğu kesin olsa bile, bir insanı mahkum etmek için her yolun mübah sayılmasını, yeterli delil ve tanık olmadığı hallerde, suç cezasını bulsun diye sahte delillerle, yalan ifadelerle sonuca ulaşılmasını eleştirdim. Çünkü benim inancıma göre bir suçlunun cezasız kalması, bir ülkenin hukuksuz kalmasından yeğdir.  Ergenekon ve Balyoz sanıkları arasında insanlık suçu işlediklerinden zerre kadar şüphe etmediğim birçok isim olmasına rağmen, onların bile düzmece delillerle mahkum edilmelerine, soruşturma ve yargı sürecinde haklarının ihlal edilmesine karşı çıktım.  Aynı şekilde şimdi de Cemaat mensubu polislerin, gerçekte işledikleri suçlar yerine, hükümetin ve bizzat Başbakan'ın karıştıkları iddia edilen yolsuzluklara yönelik operasyon yaptıkları için cezalandırılmalarına karşı çıkmam gerek.  Öyle değil mi?  

İkna edemiyorum kendimi. Açıkçası, cemaat mensuplarının özeleştiri yapmaya hiç yanaşmadan, senelerdir iktidarın gizli ortağı olarak işledikleri tum suçları  inkar ederek takındıkları "zulüm gören kahramanlar" tavrı, benim de adaletsizliğe karşı mücadele etme isteğimi köreltiyor. Bu ükede insanlar işkence görürken, gözaltında kaybolurken, sokak ortasında öldürülürken sesleri çıkmayan Hizmet mensupları, şimdi hiç susmadan, avaz avaz feryat ediyorlar.  Adliyede tutuklu polislerin etrafını saran görevli polis çemberine "zulüm çemberi" demişler.  Ali İsmail'in etrafında çember olmuş, öldüresiye döven polislerin görüntüleri geliyor gözümün önüne.  "Vurmayın, öldüm!"  Zulüm çemberi mi dediniz?  Kendi sesim beni bastırıyor. "Bunlar için mi adalet?"  Tam bu sorunun üzerine, "kaderin cilvesi" mi desem, "zamanlama manidar" mı, Ümit Kıvanç'ın "19 Ocak'tan 19 Ocak'a" adlı kısa filmi geliyor önüme. Hrant Dink davasının ilk iki yılındaki adalet skandalını izlerken bir kez daha kanım çekiliyor. Güvercini vuranlara adalet hak mıdır?   

Yalan değil, kendime hak veresim, ağız dolusu küfürle "Beter olsunlar!" diyesim var.  Hınç dolu içim.  Cezalandırılsınlar istiyorum.  Hrant için, suçsuz insanların hayatlarından çaldıkları yıllar için, devletin gücünü kullanarak insanları "güvercin ürkekliğine" hapsettikleri için cezalandırılsınlar istiyorum.  Şimdi can düşmanı oldukları AKP hükümetiyle 11 sene boyunca beraber yürüdükleri yollar için, beraber yaptıkları zulümler, beraber inşa ettikleri bu hukuk tanımaz, diktatörlüğe çeyrek kalmış rejim için, hem de en ağır şekilde cezalandırılsınlar istiyorum. Öfkeyle, yürek kırığıyla dolu gel-gitler arasında kendimle cebelleşiyorum. Ama yok... Olmuyor. İçime sinmiyor böylesi. Cemaatçiler'in yargılanmalarını ve hesap vermelerini elbette istiyorum.  Ama Başbakan'ı kızdırdıkları için değil, birlikte işledikleri suçlar için; kendi yarattıkları çürümüş sistemde nefret ve intikam güdümlü olarak değil, çağdaş hukuk sisteminde adil olarak; eski ortakları tarafından değil, onlarla beraber yargılanmalarını istiyorum.  Çünkü Hrant için adalet, Başbakan'ın intikam tezgahından çıkmamalı.  Çünkü demokrasiye ulaşmak için, herkes düşmanının haklarını bile, kendi hakkı gibi savunmalı. Çünkü iyiler kötülükle mücadele ederken, savaştığına dönüşmemeli.  

Kendimle mücadelemde kesin barışa ulaşamasak da, uzun süreli bir ateşkes kararı alıyoruz. İç huzuru henüz uzak bir hayal. İyi kalarak kazandığımızda, çürümüş sistemi değiştirip gerçek adaleti sağladığımızda, o da olacak.  Kendi kendime mırıldanıyorum: İnşallah canım ya...

(01/08/2014 Muhalif Gazete)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder