7 Temmuz 2014 Pazartesi

DONARAK ÖLÜYORUZ

Bilgisayarımın ekranında alevler içinde bir bina resmi. "Bu ne?" diye sordu yanımdaki Amerikalı. "Türkiye'de İslam faşistlerinin 35 aydını yaktıkları otel" dedim. Olayın detaylarını anlattıkça gözleri dehşet içinde açıldı. Yakanlara ne olduğunu sordu. "Zaman aşımı" derken sesimdeki donuk, tekdüze normallikten hem utandım hem korktum. Adaletsizliğe alıştığımızı fark ettim.

Bir romanda okumuştum. "Bir beden her şeye alışabilir, asılmaya bile"* diyordu kahramanlardan biri. Alışmak asılmaktan daha korkunçtur oysa. Asılmak bir kez öldürür, alışmak ise ölümü sürekli kılar. Donarak ölmek gibi alışmak. Hipoterminin ilk aşamasındaki şiddetli acıdan sonra giderek hissizleşerek, bir rahatlama haliyle ölüme teslim olmak gibi.

İşte öyle alışıyoruz, öyle donarak ölüyoruz bir padişah özentisinin soğuk gölgesi altında.

Başbakan 2006 senesinde geçinemediğinden şikayet eden çiftçiye "Artistlik yapma lan. Ananı da al git!" dediğinde inanamadık. 2013'te direnişçilere "çapulcu" demesine birbirinden zeki esprilerle, şarkılarla karşılık verdik. Sonrasında ODTU'deki orman katliamına engel olmak isteyen gençleri "terörist" ilan etmesini garipsemedik bile. Başbakanın hakaretlerine alıştık.

Alkol satışındaki yeni yasaklarla ilgili konuşurken Atatürk ve İnönü'ye "iki ayyaş" göndermesi yapınca itirazlar yükseldi, ama cümlenin asıl vahim kısmı olan "... dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor?" sözlerini tartışmadık bile. Laik cumhuriyetin başbakanının dinin emrini yasa bellemesine, belletmesine alıştık.

Polis kara kaşlı Berkin'i gaz fişeğiyle vurduğunda isyan ettik. Umudun çocuğu ölüme yenildiğinde acımızı, öfkemizi haykırdık. Bir sene sonra Adana'da15 yasındaki İbrahim'i ses bombasıyla başından vurarak öldürdüklerinde sesimiz cılız çıktı. Evladının acısı henüz taptazeyken, elinde bomba olmadığını ispat etmek için cansız, küçük ellerinin fotoğrafını çekmek zorunda bırakılan babasının adını bile unuttuk. Çocukların öldürülmesine alıştık.

17 Aralık'tan itibaren birbiri ardına ortaya çıkan tapelerde yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin, talanın, tehdidin, sansürün kayıtlarını dinlerken, giderek tepkisizleştik. Ayakkabı kutularındaki milyonlar, 700bin dolarlık kol saatleri, sıfırlanan milyarlar, Alo Fatihler kesmez oldu. Ülkeyi düzmece saldırıyla savaşa sokma planı bile yetmedi. Hep daha büyük bir turbun heybeden çıkmasını bekledik durduk. Hırsızlığa, yolsuzluğa, hukuksuzluğa alıştık.

Erkekler her üç günde iki kadını öldürür, her iki günde bir kadına tecavüz eder oldu memlekette. 13 yasındaki kızın 26 yetişkinin tecavüzüne rıza gösterdiğini söyledi yüce devletin adaleti. El kadar kızların evlendirilmesine "masumane" dedi aileden sorumlu bakan. Ve hükümet yeni yasa tasarısıyla tacizin "ani" olanına ceza indirimi istediğinde feminist kuruluşlardan gelen ses yankı bulmadı sokakta. Kadına şiddetin ödüllendirilmesine alıştık.

Soma'da içimizi dağlayan işçi katliamına isyan ettik hep birlikte. Fakat daha iki ay geçmeden üstünden, verilen sözler geri alınmasına, tas ve hamamın aynı kalmasına şaşırmadık. Cam işçilerinin grevi üfürükten sebeplerle ertelendiğinde, sesimizi çıkarmadan ince belliden çayımızı yudumlamaya devam ettik. İnsan hayatının kar marjına kurban edilmesine, emeğin sömürülmesine alıştık.

Yüze yakın vatandaşımız canice katliam yapan teröristlerin elinde haftalarca rehinken, rehineler misafir, teröristler unsur oldu hükümetin dilinde. Yazmak, konuşmak, sormak yasaklandı. Yazmadık, konuşmadık, sormadık. Danışıklı dövüşlere, teröristle işbirliğine, vatandaşın can güvenliğinin ucuz siyasi hesaplarla riske atılmasına alıştık.

Roboski'ye, Reyhanlı'ya, "biliyorsunuz Alevi"ye, "afedersiniz Ermeni"ye, kurbanların suçlanıp, katillerin kollanmasına alıştık. Düzmece delillerle uyduruk mahkemelerde suçluyla suçsuzun birlikte mahkum edilmesine, sonra yine birlikte salıverilmesine, 11 senelik suç ortaklarının çıkarlar çatışınca paralel düşman ilan edilmesine, yalana, dolana, talana, ve devlet tarafından durmaksızın dövülmeye, öldürülmeye alıştık.

Ülke takviminin her gününde birden fazla felaketin, kötülüğün yıldönümü var. Kahır dolu, hüzün dolu anma törenlerine alıştık. İlklerde acıyla haykırsak da, sonrasında kısılıyor sesimiz. Toplumsal bir hipotermi halinde, hissizleşiyoruz, tepkilerimiz yok oluyor. İşte öyle donarak ölüyoruz.

Donmamak için hareket halinde kalmak, direnmek gerek uyuşmaya. Alışmaya direnmek. "Ne değişecek ki?" demeden tepki vermek, isyan etmek gerek yanlışa ve haksızlığa. Yürüyerek, haykırarak, konuşarak, yazarak, çizerek... Nasıl direndiğinden cok direnmeyi sürdürmek önemli olan. Ve alışmamak aslolan. Alışmak teslimiyet, umudun sonu. Alışmak yalnız bugünün değil, yarının da yenilgisi. Asılmak bir kere öldürür, alışmak ölümün süreklilik hali.
* Lucy Maud Montgomery – “Anne of Green Gables”

(07/07/2014 Muhalif Gazete)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder