29 Ekim 2014 Çarşamba

40000: İKİ HECE, BEŞ VURUŞ

Son haftalarda yaşanan olaylar barış süreci hakkında süregelen tartışmaların yoğunlaşmasına ve sertleşmesine sebep oldu. Başından beri sürece hiçbir öneri getirmeden karşı çıkan kesim, sürecin öldüğünü memnuniyetle ilan edip, büyük bir iştahla helvasını kavurmaya girişirken, iktidar adeti olduğu üzere “iç ve dış mihrakları” suçladı, milli birlik çağrısı yaptı.  Yüksek perdeden verilen demeçlerle gösterilen hedefler, ortalıkta uçuşan “darbe mekanizması” klişeleri, alelade bir söz gibi bol keseden sağa sola savrulan “ihanet” suçlamaları ve tehditlerle gerilen ortamda söylenecek en iyi niyetli sözlerin bile, kalın duvarlara çarpıp, mevcut kakofoni içinde kaybolması, daha kötüsü kırılıp dökülerek, adresine eksik, yanlış ulaşması ihtimali yüksek.  Bu yüzden acılı bir refleksle haykırmak yerine derin bir soluk alıp sağduyuyla konuşmak gerek. Öte yandan barışa karşı olanlar ve sadece çıkarları için kullanmak isteyenler bu kadar çok ve bu kadar arsızken, barış isteyenlerin, sanki bir kabahat işlemiş gibi sessiz kalmaları da doğru değil. Tam da Fuzuli’nin dizelerindeki gibi, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
40 seneye yakın zamanda, 40 bin hayat söndü bu topraklarda.  Kimliği ne olursa olsun, ölenlerin her biri bir ananın can paresi, bir babanın gözünün ışığıydı.  Belki kokusuna hasret bir sevdiceği, yolunu gözleyen bir evladı vardı.  Birilerinin dostu, sırdaşı, yoldaşıydı her biri. Ölenlerin her biri insan, her biri candı.  Ve haber bültenlerinde spikerlerin mekanik sesinden iki hecede söyleniveren, gazete köşelerinde beş vuruşla yazılıveren 40 bin canın her biri 40 bin ateş olup düştüğü yeri yaktı.
Son olarak geçtiğimiz Cumartesi günü Yüksekova’da üç askerin öldürülmesi doğal olarak acı ve öfkeyi tazeledi.  Daha kurşun sesinin yankısı dinmeden devletin resmi kanalları saldırının PKK tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. AKP parti-devletinin, yakın geçmişteki provokasyon sicilinden dolayı zihinlerde oluşan şüpheler, üç gün sonra PKK’den gelen yalanlamayla pekişti. Diğer taraftan, geçmişte PKK’nin inkar ettiği bazı eylemlerin, örgüt içinde bağımsız hareket eden “unsurlar” tarafından yapıldığı da biliniyor.  Sonuçta, barış süreci ve Kobane konusu hararetle tartışılırken ve Yeni Türkiye’nin bir polis devleti olduğunu tescilleyen güvenlik paketinin henüz mürekkebi kurumamışken Bingöl’de polislere yapılan suikast ve Kars’ta üç PKK mensubunun öldürülmesi gibi, Yüksekova’daki asker cinayetleri de, akıllarda pek çok soru işareti bırakarak, iki hece, beş vuruşluk kanlı istatistikler arasında yerlerini aldılar.
Tetiği çeken, bombayı atan, mayını döşeyen, köyü yakan el kimin olursa olsun, askeriyle, siviliyle, peşmergesiyle, 40 bin canın hepsinin katili, senelerdir içimizi kin ve korkuyla doldurmayı hedefleyen kirli politikalardır.  Biz Türkiye halkları, her türlü milliyetçilik söylemi üzerinden yüreklerimize akıtılan nefretle, ölülerimizi kimliklerine göre etiketleyip, “senin ölün, benim ölüm” ahmaklığında debelenirken, birileri bu çürümüş sistemin temelindeki delikleri bizim cesetlerimizle doldurmaya çalışıyor. Ve biz, karşımızdakinin insan olduğunu unuturken aslında kendi insanlığımızdan uzaklaştığımızı fark etmeyecek kadar kör olmuş gözümüz ve bizden olmayanın ölüsüne “leş” deyip sevinecek kadar kirlenmiş vicdanımızla acılarımızı yarıştırmayı sürdürüyor, durmadan ölüyor, öldürüyoruz.
Daha kaç ölü gerek uyanmamız için?  Kaç şehit daha verirsek kalkacak “10 bin şehidin yerdeki kanı?”  Ve kaç Kürt’ü öldürürsek bölünmez vatan? Kürt halkının özgürlük mücadelesini kazanması için kaç çocuk misket oynaması gereken yaşta dağa çıkıp silah kuşanmalı?  Kaç asker daha öldürülürse özgür olur anadilde ağıtlar?  Ve nasıl pis, aşağılık bir oyuna geldiğimizi görmemiz için, birlikte, eşitçe, kardeşçe yaşamak varken böyle paramparça, böyle kinle yoğrulmuş, nefretle bölünmüş olmamızın kimin, kimlerin işine yaradığını anlamamız için daha kaç binlerce ölmemiz gerek?
Halklara hizmet etmek yerine hükmeden tüm otoriter yönetimler gibi, devlet adı altında başımıza musallat olan bu çirkin ve kirli sistem de, istediği kalıplara sokamadığı kimlikleri, daha kolay ezip öğütebilmek için, birleşmemizi değil, birbirimizden uzak durmamızı istiyor. Kendi gücünü perçinlemek için barış umudunu haklara karşı koz olarak kullansa da, aslında barışa hiç sıcak bakmıyor. Barışın sürüncemede kalmasını, ne uzayan ne kısalan bir süreç olmasını tercih ediyor devlet, çünkü abasının altından göstereceği bir sopa lazım ona. Devletin mevcut halini değiştirip,tüm halkların eşit egemenliğine dayalı yeni bir sistem kurmamız kısa sürede mümkün olmasa da, hiç değilse süreç masasına tek başına oturup, barışı rehin almasına engel olabiliriz.
Barış sürecinin, bugüne kadar yapıldığı gibi, tekil şahıslara ipotekli olarak yürümemesi gerektiğini açıkça gördük. Gizli pazarlıkların değil, harcını halkın kardığı sağlam temellerin üzerine oturtulan kalıcı bir barış için, barışın gerçek tarafları olan halkların sürece müdahil olması artık şart. Mesela Çağdaş Yaşam Çağrısı’nda bahsedildiği gibi, barış için halk meclisleri oluşturulabilir.  Farklı kimliklerin birbirlerini anlamaları ve birbirlerinin hassasiyetlerine saygı duymaları önce küçük ölçekli halk meclislerinde sağlanarak, karşılıklı empatinin dalgalar halinde daha büyük kitlelere yayılması mümkün olmaz mı?  Cumhuriyet mitingleri için buluşan yüz binler, neden milyon olup yürümesin barış için?  AKP’nin barışa samimiyetle katkıda bulunmasını beklemek saflık olur elbette, ancak sivil örgütlenmelerle ve ekonomik boykot gibi şiddetsiz eylemlerle, hükümet üzerinde de sürecin şeffaflaşması için baskı kurulabilir.  Bunlar benim kafein yüklemesiyle uyanık tutmaya çalıştığım beynim, sınırlı bilgim, ve her şeye rağmen direnen umudumla su anda aklıma gelenler. Çok daha iyi ve çeşitli öneriler bulunur elbette.
Hep birlikte kabul etmemiz gereken bir gerçek var: Barış, devlet için değil, ama halklar için bir mecburiyet. Ne kadar zor olsa da, barışı sağlamak zorundayız.  Çünkü güzel kardeşim, çünkü anam babam, çünkü iki gözüm…  çünkü ölmenin, öldürmenin sonu yok. Çünkü öldürmekle ne Türk biter, ne Kürt, ama insanlık tükenir.  Ve biz, içimize kazınan “öteki” korkusunu aşıp, üzerimize sinen nefretten arınıp, insanlığımızı  tüketmeden, kardeşçe birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız.
(29/10/2014 Jiyan)

21 Ekim 2014 Salı

KÜRT KARDEŞLER, BARIŞALIM MI?

Cumhurbaş(ba)kanı Recep Tayyip Erdoğan’ın PYD ve PKK’nın eş olduğunu ve PYD’ye silah ve mühimmat yardımı yapılmasının kabul edilemeyeceğini açıklamasının üzerinden 24 saat geçmeden, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, söz konusu yardımı yaptığını duyurdu. “Dünya Lideri”nin suratında patlayan tokadın sesi ülkeye henüz ulaşmışken, bu kez Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobane’ye geçişine izin verildiğini açıkladı. Özetle, AKP hükümetinin, hem akıllı iç ve dış politika, hem de insanlık adına haftalar önce yapması gerekeni, ABD döve döve yaptırdı.
İşin insanlık boyutu bir yana, Türkiye’nin çıkarları açısından da doğru olan, Kobane’ye ilk günden destek vermekti. Tüm dünyanın büyük tehdit olarak gördüğü terör örgütü Işid’e karşı oluşturulan koalisyonda yer alıp, yıllardır hayal ettiği bölgenin etkin gücü konumuna gelebilecekken, kendisine üç beden büyük Dünya Lideri sıfatına heves eden Erdoğan’ın Esad’ı devirme inadı, Türkiye’ye her bakımdan çok pahalıya mal oldu.
AKP hükümetinin İşid’e iyi ihtimalle göz yumduğu, gerçekçi ihtimalle silah ve tıbbi yardım sağladığı, İşid’in kaçak petrolünden bizzat hükümette yer alan isimlerin kar ettiği yolunda ciddi iddialar dünya basınında geniş yer aldı. Erdoğan’ın bu iddiaları memleket dahilinde alışık olduğu şekilde “İftira! Bizi kıskanıyorlar. Hainler!” feryatlarıyla yalanlama çabası, doğal olarak uluslararası platformda ciddiye alınmadı. Aksine, koalisyona destek vermemek için türlü bahaneler uydurup şartlar öne sürmesi, iddiaları güçlendirerek, Erdoğan’ın zaten az olan güvenilirliğini sıfırladı.
ABD’nin Türkiye’yi ekarte ederek PYD ile doğrudan görüşmeye başlaması ve Erdoğan’ın avaz avaz karşı çıktığı silah yardımını gerçekleştirmesi, AKP hükümetini 180 derece çark etmeye zorladı. Dün söylediğini bugün yalanlamayı hükümet politikası haline getiren AKP, düne kadar asla ve kat’a reddettiği koridoru bugün kendi insiyatifiyle açmış gibi yaptı. Düne kadar RTE’nin “Türkiye ile ne alakası var?” dediği Kobane’yi, Davutoğlu bugün Suruc’tan ayırmadığını söyledi. Ve dünya, “afallatan manevra” dediği bu pespayeliği şaşkınlıkla izledi.
AKP’nin akıl ve vicdan dışı politikalarının ülkeye içerde verdiği hasar, dışardakinden daha büyük. Dışişleri Bakanlığı döneminde dahiyane (!) sıfır sorun politikasıyla Ortadoğu’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya neredeyse her temasta bulunduğu ülkeyle çelişki yaratmayı başaran Davutoğlu kendi kendine Başbakancılık oynarken, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamından hükümete başkanlık eden Erdoğan, şahsi hırsları uğruna ülkeyi ateşe attı. Halen Erdoğan yönetimindeki AKP hükümeti, özerk bir Kürt oluşumuyla sınır komşusu olmaktan duyduğu rahatsızlığın çözümü için terör örgütü Işid’den medet umdu. “Işid Kürtleri temizlesin, biz sonra Işid’i hallederiz” mantıksızlığıyla hareket ederek, sınırlarının 1 km ötesinde, Türkiye Kürtlerinin sadece soydaşları değil, akrabaları, arkadaşları, komşuları olan Kobanelilerin katledilmesine seyirci kaldı. Erdoğan Kobane’nin düşeceğini “müjde”lerken, provokasyonla sokaklar kana bulandı. Polis eşliğinde insan avına çıkan Hizbullah çeteleriyle, sokak ortasında kalleşçe arkadan vurulan gazete emekçisiyle, toplu gözaltılarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ülkeyi bir gecede 25 sene geriye götürdü AKP. Senelerdir artık ağlamayacakları günü bekleyen analara yeni ağıtlar yaktırıp, milyonlarca insanın her şeye rağmen tutunmaya çalıştığı barış umutlarının üzerinde tepindi.
Şimdi ABD’nin dayatmasıyla yapılan U dönüşü sonrası, AKP’nin barış süreci konusunda atacağı adımlar merakla bekleniyor. Kuvvetle muhtemel, olağan pişkinlikleriyle, “Biz kardeşiz, haydi öpüşüp barışalım” tarzı bir yaklaşımla, hiçbir şey olmamış gibi sürece kalınan yerden devam etmek isteyecekler. Barıştan vazgeçmek söz konusu değil elbet. Süreç devam etmeli. Fakat geçtiğimiz günlerde gördük ki, özellikle mevcut güvensizlik ortamında, tek adamların tekelinde, kapalı kapılar ardında yapılan gizli saklı görüşmelerle ancak bir adım ileri iki adım geri gidebilmişiz. Karşılaşılan veya suni olarak yaratılan her krizde, taraflar barışı rehin alarak birbirlerine şantaj yapmaktan geri kalmazken, şahsi çıkarlar, hatta kaprislerle sürecin tehdit edildiğine şahit olduk. Ve bunlar olurken, savaşın ve barışın gerçek tarafları, yani ağlayan analar, yani kışlada ya da dağdaki can parçasından haber bekleyen babalar, kardeşler, sevgililer, yani hayvan otlatmaya gittiğinde mayına basmadan eve gelmesi için arkasından dua edilen çocuklar, yani bu ülkede 40 yıldır süren kirli savaştan canı yanan halklar, kendileri adına yapılan pazarlıklardan habersiz, barışı beklediler. Sonuç ortada.
Einstein deliliği, aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuç beklemek olarak tanımlar. Zaman zaman ülkede yaşananlar yüzünden kitlesel delirmenin eşiğine gelsek de, barış konusunda akıllı davranmak zorundayız. Gerçek ve kalıcı bir barış için siyasi platformda muhalefetin, ve daha önemlisi sokakta halkların sahip çıktığı ve dahil olduğu bir sürece ihtiyaç var. Senelerdir basmakalıp önyargılarla süreci reddeden ve hiçbir alternatif üretmeyen CHP, kendi içinde radikal bir yeniden yapılanmayla, bünyesindeki giderek sağa kayan kemikleşmiş ulusalcı yapıdan kurtulup, halkların eşit ve özgürce yaşadığı bir ülke için süreçte yerini alırsa, hem parti hem de ülke için önemli bir kazanım olur. Ancak şunu belirtmekte fayda var: CHP’nin, veya herhangi bir siyasi partinin, sürece olumlu bir yaklaşımla katılımı faydalı olsa da, mutlak şart değil. Kanımca barışın en önemli bileşeni ve tek olmazsa olmazı halklardır. Zira demokrasi gibi, barış da tepeden indirilemez, ancak tabandan yükselir. Ve gerçekten her kimliğin eşit haklara sahip olarak, özgürce yaşadığı bir barış ortamı istiyorsak, ki barış için eşitlik ön koşuldur, burada asıl görev, bugüne kadar egemen kimlik olarak yaşamış olan Türk halkına düşer. Egemenlik kayıtsız şartsız tüm kimliklerin olmadıkça, adı “Yeni” de olsa, Türkiye bu eski ve kirli savaşın kıskacından kurtulamaz.
(21/10/2014 Jiyan)

17 Ekim 2014 Cuma

ELLERİ KIRILSIN!

Devlet istatistiklerinde kadın cinayetleri edilgendir: Eylül ayında 27 kadın öldürüldü. 
Oysa Bianet'in erkek şiddeti çeteleleri etken cümlelerle tutulur.  Katil de bellidir, maktul de: Eylül ayında erkekler 27 kadın öldürdü. 
Erkek katilleri edilgen cümlelerin gizli öznelerinin ardına saklayıp kadınları öldürülmekle yalnız bırakan devlet, geçtiğimiz gün sorunun çözümünü, yine edilgen bir cümlenin gizli öznesine havale etti: Elleri kırılsın,

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın kadına karşı şiddet konusunda uygun gördüğü çözüm buydu: Elleri kırılsın.  Bakan Islam, katil erkeklerin ellerini kimin kıracağı konusuna açıklık getirmediyse de, öldürülen kadınları suça ortak etmekten geri kalmadı. “İnsan kabahat işleyebilir suç da işleyebilir ama hiçbir suçun cezası ölüm değildir."  Tabii ya... Dayak var mesela, cennetten çıkma.  Ne bileyim, ev hapsi olabilir.  Kalıcı iz bırakmamak kaydıyla işkence de bir seçenek. Hatta 43 yerinden tornavidayla delik deşik etmek bile, olay sosyal medyaya intikal etmedikçe, hoş görülebilir. Ne gerek var öldürüp de başımızı ağrıtmaya?  Elleri kırılsın!

Kadına şiddete kör Bakan Ayşenur İslam'ın soruna çözüm olarak mahallenin tonton teyzesi edasıyla ettiği "çözüm bedduası" ve verdiği içler acısı demeç, tam da AKP'nin Yeni Türkiyesi'ne yakışır bir sosyal politika.  Kadınların özgürlüğü, toplumların sosyal ve kültürel gelişmesinin temel taşlarından biri, belki de en önemlisi.  Bu yüzden kadını sosyal hayattan tecrit edip, mutfakla yatak odasından oluşan bir yaşam alanına hapsetmek  Katolik Kilisesi'nden Taliban rejimine, tüm otoriter yönetimlerin öncelikli amaçlarından biri olmuştur.  Hitler kadınların hayatlarının ibadet, çocuk doğurmak ve yemek yapmaktan ibaret olması gerektiğini düşünürdü.  Erken evlenenlere, çok çocuk doğuranlara imtiyazlar sağlayan diktatör, kadınların makyaj yapmalarına, gösterişli giyinmelerine karşı olduğunu açıkça belirtmiş, tekstil endüstrisini bile bu doğrultuda üretim yapmaya teşvik etmişti.  RTE ise, aynı yaklaşım üzerine kurulu kadın politikalarıyla daha radikal sonuçlar hedeflemekle beraber, bu politikaları "demokratikleşme" adı altında uygulamaya koyuyor.  9 yasındaki kızların başörtüsü "özgürlükleri" savunulurken, devletin en yetkili ağızlarının muhafazakar görüşe aykırı giyinen ve davranan kadınları açıkça iffetsizlikle suçlaması, kanunda yapılan "iyileştirmeler" sonucunda mahkemelerin kadına karşı şiddet, taciz ve tecavüz davalarında tayt giymekten kırmızı ruja kadar, iktidarın onaylamadığı yaşam tarzını temsil eden her şeyi hafifletici sebep olarak görmesi AKP iktidarının 12 senedir kadınlara karşı yürüttüğü istikrarlı politikanın parçaları.  Verilmek istenen mesaj çok açık: Hükümetin tasvip ettiği şekilde yaşamayan kadınlar, başlarına gelecek olanlardan kendileri sorumludur.

Mahalle baskısı ve algı yönetimiyle toplumun her kesimine iletilen bu mesajın en çarpıcı etkileri şüphesiz ki görsel ve yazılı medyada görülmekte.  Geçtiğimiz aylarda mesajı almış ve içine sindirmiş bir kadın sunucu, canlı yayında, boşanmak isteyen eşinin bedenine 43 kez tornavida saplamış bir caniyi canlı yayına çıkarmakla kalmadı, öldürmeye teşebbüs ettiği eşine "delice aşık" olduğuna kefil olup, 15 senelik işkence, sayısız ölüm tehdidi ve 43 tornavida darbesinden sonra mucize eseri hayatta kalan kadını, celladıyla barıştırmaya çalıştı.  Birkaç hafta sonra bir başka kadın sunucu, iki eşini öldürüp üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan "güleryüzlü" katili alkışlattıktan sonra, kendisini eleştirenlere (bir kadın milletvekili dahil), tam da ustasının ağzıyla, tehditler savurdu.  Son olarak, geçtiğimiz gün, bir kadın yazar, gazetedeki köşesinden, 17 yaşındaki sevgilisinin kafasını testereyle kesen ve hapishanedeyken intihar eden katilin yasını tutarken, katile haksızlık yapıldığını yazdı. 

Perihan Mağden'in Cem Garipoğlu güzellemesi kadın katillerinin minnetle okuyup, çerçeveletip duvarlarına asacakları türden bir yazı.  Mağden, Cem'in Münevver'e "delice aşık" olduğunun altını çizmiş kalın kalın. Tıpkı aşkını 43 tornavida darbesiyle ispatlayan Yakup Kara gibi.  Ve çok pişmanmış Cem.  Kendini öldürecek kadar.  Çünkü Cem'in vicdanı varmış, kalbi varmış.  Ailesinin parasını ve imtiyazlarını kullanarak polisten kaçtığı 197 gün boyunca Cem'in vicdanının ve kalbinin nerede olduğunu bilmiyoruz.  Fakat Cem mahkemede pişmanlığını beyan etmiş.  Tıpkı öldürdüğü iki eşini suçlayan, ama yine de "pişmanım" diyen Sefer Çalınak gibi.  Ve Perihan Mağden ikna olmuş; Cem'in bir cana kıydığı için değil, bunun sonucunda 24 sene hapis yatacağı için pişman olduğuna ihtimal bile vermemiş.  Bir yandan katili aklamak için canla başla çırpınan Mağden, inceden inceye Münevver'in de sütten çıkmış ak kaşık olmadığına ikna etmeye çalışmış okuyucuyu. Nankörlükten aldatmaya, hafif meşreplikten tahrike birçok örneklemeyle, tam da Bakan İslam'ın dediği gibi, kabahatli, suçlu kadın profilini çizmiş.  Uzman psikiyatristlerin verdiği sağlam raporunu hiçe sayarak Cem'in ruh sağlığının bozuk olduğuna kesin kanaat getirdiği gibi, hiçbir dayanağı olmayan, tamamen yanlış bilgilerle, ABD'de olsaydı Cem'in "(en fazla) beş yıl üç ay falan akıl hastanesinde yatıp, 'tedavisi tamamlandı' kararıyla, şartlı olarak tahliye" edileceğini de yine kesin bir dille iddia etmiş.  Oysa zahmet edip Google'da beş dakikalık bir araştırma yapsa, ABD'de her eyaletin kanunlarının farklı olduğunu, bazı eyaletlerde (Teksas, Florida) ileri derecede zeka geriliği veya ruhsal bozukluğu olduğu ispatlanmış suçluların bile idam cezasına çarptırıldığını öğrenebilirdi. Belli ki gerçeklerle vakit kaybetmek istememiş Perihan Mağden.  Genç bir kadınının katlini meşrulaştırma misyonuna nasıl kaptırmışsa kendini, önce Münevver'in ailesini intikama doymamakla suçlamış, hızını alamayıp Eski Ahit'ten dem vurmuş.  Fakat ne hikmetse, 10 Emir'den birinin "Öldürmeyeceksin" olduğundan hiç bahsetmemiş.  Belki marjinallik uğruna, belki gerçekten pusulayı fena halde şaşırmış bir vicdan muhasebesiyle yazmış da yazmış Perihan Mağden.

Perihan Mağden, Songül Karlı, Seda Sayan gibi kadınlar, televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde ucuz betimlemelerle kurbanları değersizleştirip suçladıkça, katilleri pek sevecen ve mutlaka çok pişman gizli kurbanlar olarak tanımladıkça kadına olan şiddeti meşrulaştırdıklarını ya fark etmiyorlar, ya umursamıyorlar.  Her iki şekilde, din, gelenek ve görenek unsurlarıyla perçinlenen kadın karşıtı hükümet politikalarının gönüllü sözcülüğünü üstlenerek önce şiddete karşı verilen mücadeleye, ama en çok ve en önemlisi, kendi kadınlıklarına ihanet ediyor, kadın kimliklerini kendi elleriyle yok ediyorlar.  Erkek egemen kültürün yılmaz neferleri kesilirken, dışları değilse de içleri erkeğe, hem de erkeğin en kötü, en çirkin haline dönüşüyor.  "Babası kızına sahip çıksaydı öldürülmezdi" diyen erkek emniyet müdürü, "Kızı bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya" diyen erkek başbakan oluyorlar.  


Ve edilgen cümlelerle katil erkekleri gözlerden ırak köşelere saklayıp, kadınları öldürülmenin öznesi kılan devletin aciz bakanı, son 10 yılda %1400 artan kadına şiddet sorununu gizli bir güce havale ediyor: Elleri kırılsın!  

(18/10/2014 Jiyan)

13 Ekim 2014 Pazartesi

ULUSAL SAMİMİYET


Yeni Türkiye'nin Cumhurbaş(ba)kanı, hayatının en gururlu dönemini yaşıyor olmalı. 12 senedir özenle ektiği kin ve nefret tohumları artık meyvelerini vermeye başladı. Varto'da, Batman'da, Diyarbakır'da Esenyurt'ta, Adana'da, ülkenin dört bir yanında yaşanan sokak çatışmaları, RTE için adeta hasat vaktinin müjdecisi. Halklar istenen kıvama gelmek üzere.  Devletin askerini, polisini fazlaca yormadan, artık sokakta birbirlerini kırmaya başladılar. Tüm yalanlarına ve ısrarlı kışkırtmalarına rağmen Gezi'den bir Müslüman-Laik çatışması çıkartamayan muktedir, bu kez Kobane fırsatını kaçırmadı ve Kürt-Türk kavgasını sokağa taşımayı başardı. RTE'nin bu başarısında (!) sınır tanımaz iktidar hırsının yanında, AKP tabanının, muhalefetteki truva atı MHP'nin, ve gerek Türklerin gerekse Kürtlerin içindeki aşırı milliyetçilerin payı da var elbette.  Ancak padişah özentisinin Yeni Türkiye formülünün gizli  malzemesi, bir yandan AKP'nin İslam faşizmiyle canla başla mücadele ederken, bir yandan parti-devletin ucuz provokasyonlarına sektirmeden atlayarak RTE'nin ekmeğine yağ süren ulusalcılardı. 

Demokrasinin ancak elinde Türk bayrağı ve Atatürk posteri, dilinde Andımız ve İstiklal Marşı olanların hakkı olduğuna inanan ulusalcı kesim, Türkiye tarihinin en kapsamlı ve sağlam demokrasi hareketi olan Gezi'yi de tekeline almaya çalışarak, Kürt hareketinin bu direnişin bir parçası olmadığını ısrarla savundu.  Oysa Gezi'nin gücü tüm ezilmiş kimlikleri birleştirmesiydi.  Bambaşka davaların insanları özgürlük ortak paydasında buluşup elele direnirken, penguen medyasının gerçek yüzünü görüp, belki de ilk kez yıllardır kendilerine anlatılanların gerçekliğini sorguluyor, ezberler bozuluyordu.  Barışın kapalı kapılar ardındaki gizli pazarlıklarla değil, gerçek anlamda halkların arasında filizlenmesi için bir şanstı bu. Yaraları birlikte sarmak, yıllardır politikacıların ağzında çirkin bir yalana dönüşmüş olan halkların kardeşliğini yeniden gerçek kılmak için bir fırsattı.  Ne var ki ulusalcılar, kafalarındaki kalıpların dışına çıkamadılar. Direnişin en etkin olduğu dönemde, Güneydoğu'daki ayaklanmaları ötelediler, Gezi'den ayrı tuttular.  Batı'da plastik mermiler kullanan devlet faşizmine ettikleri isyan, Lice'de gerçek mermilerle halkın üzerine ateş açıldığında "ama" ile başlayan zavallı cümlelerin ardında kaldı.  "Ama"larla muktedirin zulmüne verdikleri  pasif desteğin, kendi canlarını da yakan faşist rejimi besleyip güçlendirdiğini görmediler, görmek istemediler.  Bir yandan yıllardır devletin zulmüne karşı yalnız bırakılmanın verdiği güvensizlik, bir yandan da tamamen AKP'nin tekelinde kalan barış sürecini tehlikeye atma endişesiyle Gezi hareketine başlangıçta çekinceyle yaklaşan Kürt halkı ise, tam direnişe ısınmak üzereyken, bu tavır karşısında geri adım attı. Demirtaş'ın "Gezi'deki darbe unsurları" sözleri de ulusalcıların ellerine koz, dillerine pelesenk oldu.  Sonradan yapılan açıklamalar durumu düzeltmeye yetmedi. Sonuçta Kürt hareketi Gezi'yi, Gezi de Kürt hareketini sahiplenemedi ve Türkiye için tarihi bir fırsat kaçtı.  

Yerel seçimlerden sonra durulan aktif sokak hareketinin ardından, Demirtaş'ın cumhurbaşkanlığı adaylığı dolayısıyla yaptığı Yeni Yaşam Çağrısı, Kürt kelimesine karşı refleks olarak "vatan bölünmez" çığlıklarıyla bayrağa sarılan ulusalcıları ters köşeye yatırdı, bütün klişelerini yerle bir etti. 

"Bölücüler!" dediler.  Demirtaş, Kürt hareketinin siyasi kanadının en üst noktasından, üstelik ülkenin her köşesinden duyulacak kadar yüksek sesle "Bölünmek istemiyoruz" diye seslendi.  "Ülkeyi bölmek için cumhurbaşkanlığı pek uygun bir makam değil." 

"Şehit kanı" dediler, "tek millet, tek devlet" dediler.  "Acıları yarıştırmayalım, ortaklaştıralım" dedi.  Her iki tarafın da geçmişin hatalarıyla yüzleşip güzel bir geleceği birlikte kurmasını önerdi.  Tüm kimliklerin eşit olarak, barış ve özgürlük içinde bir arada yaşamasını sağlayacak somut çözümler sundu.

Diyecek sözleri kalmadığında, "samimiyetsiz" dediler. Şu samimiyet meselesini etraflıca konuşmakta fayda var.  Tarafsız bir şekilde ölçülmesi ve ispatı imkansız, soyut bir kavram samimiyet.  Kırk senedir ötelenmekten kırgın, kırkbin kez öldürülmekten yorgun bir halkın barış isteğinde samimi olduğunu göstermesi için ne yapması gerekir?  Bir de madalyonun diğer yüzü var.  Kürt halkını samimiyetsizlikle itham edenler, kendi samimiyetlerini göstermek için ne yaptılar?

Kürtler birer ikişer değil, onar yirmişer katledilir, toplu mezarlara gömülür, asit kuyularına atılırken, köyleri yakılırken, çocuğu, kadını erkeği her türlü zulüm  ve işkenceye maruz kalırken kör ve sağır olanlar, Kürtler'in Gezi'ye verdikleri desteği ne kadar samimiyetle sorgulayabilirler?  Bir yandan hükümetin İslami terör örgütü Işid'e verdiği desteği protesto ederken, öte yandan bu terör örgütünün sınırımızın 1 km ötesinde binlerce Kürt'ü katletmesine çanak tutan vicdan ve akıl yoksunu hükümet politikasını desteklemek midir samimiyet?  Yoksa Kürt halkına karşı yapılan her türlü ayrımcılığı "PKK terör örgütü" bağlamında açıklamaya çalışırken, PKK'yı yaratan ve varlığını sürdürmesini sağlayan devlet politikalarını görmezden gelmek mi?  Polisin katlettiği 14 yaşındaki Berkin'in, silahsız direnişçi Ethem'in terörist ilan edilmesine lanet edip, Güneydoğu'da polis ve işbirlikçi siviller tarafından öldürülen 40 vatandaşımızı hiç tereddütsüz terörist olarak yaftalarken samimiyetten nasıl bahsedilir?  Ya da Gezi'de polise molotof atan gösterici kılığındaki provokatörleri gördükten, "gerekirse Suriye'ye dört adam gönderip sekiz füze atarak" ülkeyi savaşa sürükleme planlarını dinledikten sonra, bayrak indirme, büst yakma, yağmalama olaylarının provokasyon olma ihtimalini bile göz önüne almazken?  

Geçin bunları bir yol.  Samimi olacağız madem, önce samimiyetle şu soruya cevap versin herkes:  Hiçbir halkın bir diğerinden üstün olmadığı; eşitliğin ve özgürlüğün bir kimlik tarafından bir diğerine bahşedilen bir lütuf değil, demokrasinin şartı, her bireyin doğal hakkı olduğu; kimsenin var olmak için kimliğinden, kültüründen, geçmişinden vazgeçmeye zorlanmadığı bir ülkede, barış ve kardeşlik içinde yaşamak için, geçmişi unutarak değil, geçmişten öğrenerek yeni bir başlangıç yapmaya hazır mısınız?  Evet diyenler ezberlerini ve önyargılarını kapının dışında, sağ tarafta bırakıp içeri buyursunlar.  Hayır diyenler de başkalarını suçlamak yerine kendi samimiyetsizlikleriyle yüzleşsinler.  

(13/10/2014 Jiyan)

7 Ekim 2014 Salı

KOBANE, ÇAKALLAR VE SIRTLANLAR

Üç haftadır dünyanın gözü kulağı Türkiye-Suriye sınırının 1 km ötesindeki bir şehre kilitlendi.  Bölgede terör estiren, binlerce insanı katleden caniler çetesi DAEŞ'e (nam-ı diğer İŞİD veya İD) karşı kadın-erkek, genç-yaşlı mücadele veren kendi küçük, direnişi dev bir şehir: Kobane. 

Kobane tam 23 gündür, gece-gündüz direniyor. Bütün savaş kuramlarını alt üst ederek, sayı ve cephane olarak kendinden çok üstün bir güce karşı amansız bir mücadele veriyor. Kobane direnirken, Türkiye izliyor.  Kobane direnirken çakalların, sırtlanların yüzlerindeki insanlık maskeleri düşüyor. 

DAEŞ'in üç ay boyunca rehin tuttuğu rehinelerin salıverilmesiyle, uluslararası koalisyona katılmamak için gerekçesi kalmayan AKP hükümeti, türlü yuvarlak sözlerle koalisyona destek vereceğini beyan etmek zorunda kaldı. Sözde bu amaçla meclise ucu açık bir tezkere sunarak, Suriye'ye olası bir askeri müdahalenin yolu açılınca, AKP hükümeti ve Cumhurbaş(ba)kanı Erdoğan, koalisyona destek sözlerinin etrafında dans etmeye başladılar ve üç şart öne sürdüler: Suriye'de güvenlikli alanlar kurulacak, uçuşa yasak bölgeler oluşturulacak, Suriye'deki ılımlı muhalefete (hani şu geçtiğimiz hafta okul bombalayarak 42'si çocuk 45 kişiyi öldüren "ılımlı" muhalefet) silah desteği yapılacak.  Tamamı Suriye'ye yönelik bu şartlar öne sürülerek, acil yardıma ihtiyacı olan Kobane'ye müdahale etmemek için adeta ipe un serildi. Başbakanımsı Davutoğlu, CNN ekranlarında bu insanlık dışı hamleyi "entegre strateji" olarak tanımlarken yüzü kızarmadı.

Görülen o ki, bir yandan "Kobaneliler kardeşlerimizdir" derken, bir yandan kötü akılları ve sığ vicdanlarıyla yaptıkları küçük hesaplarla, "bir taşla iki kuş" vurma hevesine kapılanlar, DAEŞ'in Kobane'yi ele geçirmesine ve buradaki yüzbinlerce Kürt vatandaşı katletmesine göz yumarak, önce Türkiye sınırındaki Kürt devleti "tehdidi"nden kurtulmayı, ardından da DAEŞ bahanesiyle Suriye'ye müdahale ederek, Esad'ı devirmeyi umuyorlar. 

AKP hükümetinin ve yandaşlarının çakallıkları mide bulandırıcı olsa da şaşırtıcı değil. Kendinden olmayana tahammülü olmayan iktidarın, eline geçen ilk fırsatta Kürt halkına ve eşitlik mücadelesine darbe vurması bekleniyordu.  Onlar yüreklerinin karalığını, Gezi'de gösterdiler. Kötülükleri, sokak arasında dövülerek öldürülen 19 yasındaki bir gence üzülmediklerini gururla söyleyecek kadar dipsiz. AKP iktidarı süresince güçlenen radikal İslamcı kesimin DAEŞ sempatizanlığı da sürpriz değil. Din adına can almayı hak görenleri anlayamasak da tanıyoruz ve maalesef giderek artan varlıklarından haberdarız.

Asıl dehşet verici olan, yıllardır ezbere aldıkları "Türkiye'de Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır" söylemiyle et-tırnak klişelerini bol keseden dağıtırken, içlerinden "en iyi Kürt ölü Kürt" nakaratıyla tempo tutarak, bu vahşeti keyifle izleyen laik, demokrat görünümlü gizli faşistler.  Kobane'de insanlar yaşam mücadelesi verirken, ellerini oğuşturarak "yesinler birbirlerini" diyen sırtlanlar.  Sırf Kürt oldukları için onbinlerce insanın öldürülmesinde bir beis görmeyen, hatta vatana millete hayırlı olacağını düşünen sözde vatanseverler.  Demokrasiyi dillerine pelesenk ettikleri halde, kendilerinden olmayanın yaşam hakkına saygı duymayarak, aslında mücadele ettikleri AKP ve RTE zihniyetinin bire bir kopyası olduklarını bile görmekten aciz aymazlar sürüsü.  Asıl vahim olan, zulüme karşı koymadan önce mazlumun kimliğini sorgulayan çifte standartçılar, düşmanının düşmanının dostu olmadığını göremeyecek kadar kör olan çakma solcular.


Diyorlar ki devlet duygusal ve insancıl davranmaz, çıkarlarını korumakla mükelleftir ve bir Kürt devletinin sınır komşumuz olması Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarına aykırıdır. Bilmezler mi bu topraklar yıllardır o çıkarlar adına kana bulanmakta?  Toplu mezarlar, asit kuyuları, işkenceler, idamlar, infazlar, faili "meşru" cinayetler hep devletin çıkarları adına değil miydi?  Kürt halkı o çıkarlar adına yıllarca şiddet ve baskıya maruz kaldı.  Ve devletin çıkarları adına uygulanan politikaların yarattığı PKK ile bitmeyen savaşı, 40 bin can aldı.  Bugün aynı devlet, çıkarlarını korumak ve ayıbını örtmek için Kürt halkının Türkiye'de, Kürt kimliğinden vaz geçmeden, eşit olarak yaşama talebini bölücülük olarak tanımlıyor. Tıpkı Gezi'yi terör eylemi olarak tanımladığı gibi. Ve "bağzı" kesimler, Gezi'nin penguen medyasını cok çabuk unutarak, yine devletin çıkarları doğrultusunda propaganda yapan aynı medyadan duydukları yalanlara inanmayı sürdürüyor. Oysa Türkiye halklarının çıkarlarına karşı esas tehdit, Kobane'nin düşmesi ve sadece Irak ve Suriye'yi değil, bütün İslam dünyasını  ele geçirmeyi hedefleyen DAEŞ'in sınırlarımıza yerleşmesi.  Dünyanın öbür ucundaki devletler tarafından bile büyük bir tehlike olarak görülen DAEŞ'e bu noktadan sonra destek vermek şöyle dursun, göz yummak bile her açıdan felaketle sonuçlanır. 

Bir parantez açalım: Kobane düşerse Kürt mücadelesinin biteceğini sananlar da boşuna heveslenmesin. Kobane düşse bile, Kobane halkının son derece kısıtlı silah ve mühimmatla, çok daha güçlü olan DAEŞ'e karşı direnişi bir sembol olarak, Kürt halkının mücadelesini körükleyecek.  Kobane direnir ve DAEŞ'i bir şekilde geri püskürtürse, ve bunu Türkiye'nin yardımı olmadan yaparsa, Kürt mücadelesi büyük itibar kazanacak, Türkiye'nin zaten perişan halde olan itibarı ise tamamen yerle yeksan olacak.  Her durumda, DAEŞ'in Kobane'ye saldırısına kayıtsız kalmak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, ama çok daha önemlisi, Türkiye halklarının çıkarlarına büyük zarar verecek.  Türkiye'nin yapması gereken, Şark kurnazlığını bırakıp, iş işten geçmeden doğru tarafta yer almak ve DAEŞ çetesine karşı Kobane'ye destek olmaktır.

(10/07/2014 Jiyan)

2 Ekim 2014 Perşembe

YAZAMADIKLARIM

Bir süredir yazı yazamıyorum. Zaman ya da konu sıkıntısı değil sorun. Zaten hep geceleri yazdığım için zaman bulmak zor değil. Konu desen, Türkiye o açıdan çok zengin. Ortalama bir ülkenin üç aylık gündemini, biz her gün öğleden önce tüketmiş oluyoruz. Yazamıyorum, çünkü aklın ve vicdanın sınırları tamamen yıkılmışken, ölüm ve şiddet günlük yaşamın bir parçası gibi kanıksanmışken klavyenin tuşlarından ekrana dökülen kelimeler yavan ve anlamsız geliyor artık.

Ne yazayım? Geçtiğimiz Pazar günü, küçük bir kız çocuğunun henüz sevdayı tatmamış yüreciğinin devletin attığı havan topuyla parçalanmasının beşinci yıldönümü olduğunu mu? Denedim. Anacığının "Ceylanke parçe parçe!" diye haykırarak evladının ortalığa saçılan iç organlarını eteğinde topladığını yazmaya çalıştım. Sonra Kobane'deki binlerce insanı, sırf Kürt oldukları için İşid'e yem etmeyi "strateji" olarak görenleri, katledilen canları ırklarına, dinlerine, mezheplerine göre kayıp ya da kazanç hanesine yazanları düşününce utandım. Bakamadım resimdeki kocaman kara gözlere. Yazamadım Ceylan'ı. 

Bir ara orta öğretimde başörtüsünün serbest bırakılmasını yazmayı düşündüm. Başbakanımsı Davutoğlu'nun gençlerin kararlarına saygı duymak ve özgürlük konusundaki veciz sözlerini yorumlayayım dedim. Bir sene önce, dönemin başbakanının miting meydanlarında vapurdan inen genç kızların etek boylarının dedikodusunu yaptığı ve henüz birkaç ay önce dövmeleri yüzünden bir genç futbolcuyu kameralar önünde azarladığı, Akepe Genel Başkan Yardımcısı'nın televizyondaki sunucunun dekoltesini "kabul edilemez" olarak nitelendirdiği ve akabinde sunucunun işten çıkartıldığı bir ülkede, 9 yasındaki kız çocuklarının başlarının örtülmesini "özgürlük" olarak tanımlamanın saçmalığını anlatacak sözcükleri bulamadım. (Burada bir parantez açmak gerekiyordu: Özgürlük ve demokrasiyi sadece kendine dönük olarak uygulamak Akepe iktidarının icadı değil. Onlar, kendilerinden önce gelen vesayetçi iktidarlardan aldıkları feyz ile yola çıkıp, bu konuda tam anlamıyla 'usta' oldular. Zaten bugün, Akepe'nin neresinden tutsan elinde kalan iç ve dış politikalarına rağmen hala iktidarda olmasının sebebi, bizim toplum olarak hala demokrasiyi "kendi haklarını korurken, ötekini bastırmak, mümkünse yok etmek" olarak yorumlamamız. Daha önce yazmamış olsaydım, bu konuyu yazardım. "Kendine Müslüman, Kendine Demokrat”)

Davutoğlu'nun özgürlük incilerinin üzerine bir de Cumhurbaş(ba)kanı'nın zorunlu din dersi zırvalaması geldi ki, evlerden uzak. Her türlü mantık kuralını darmadağın ederek, pozitif bilim eğitimiyle, son derece kişisel ve göreceli bir kavram olan dinin empoze edilmesini karşılaştıran RTE, kendini aştı bu sefer. Durmadı. Coştukça coştu uzun. Din derslerinin kaldırılmasının terör ve uyuşturucu bağımlılığının artmasına sebep olacağını söylediğinde, aklıma tekbir sesleri arasında kelle kesen "öfkeli insan topluluğu" ve onların kaçak petrol satışına aracılık edip kasalarını dolduran soysuzlar geldi.  Afganistan'da İslam adına, hasta çocuğunu doktora götürmek için tek başına evden çıkan kadını vuran ve kurdukları şeriat rejimini finanse etmek için opyum ticareti yapan Taliban'ı hatırladım. Gülmekle ağlamak arasında gittim geldim bir süre. Akıl sağlığımı koruyabilmek için, RTE'nin kör cehaletle düz delilik arasında sıkışıp kalmış zırvalıkları üzerine yazmaktan vazgeçtim.

Sonra tezkere olayı geldi gündeme. Silah ve sağlık yardımı yaptıkları İD'e karşı daha düne kadar koalisyona girmeye bile yanaşmayan Akepe, RTE'nin Amerika Birleşik Devletleri'ne yaptığı ziyaret sonrasında, ülkeyi topyekün savaşa sokma hevesiyle, ucu açık bir tezkereyi meclise sundu. Tam yazılacak konu. Sınırlarımızın dibinde terör estiren, İstanbul'un göbeğinde üslenmesine, Türkiye'den cihat için gönüllü toplamasına izin verilen İD'ye karşı mücadelede yer almak elbette doğru bir karar.  Ancak görülen o ki, koalisyonla birlikte hareket etmenin ötesinde, Türkiye'nin silahlı kuvvetleri, RTE'nin şahsi ajandası için kullanılacak. Hala bölgede en etkin güç olmayı ve çok özendiği "Dünya Lideri" sıfatına ulaşmayı hayal eden Erdoğan, bu amaca giden her yolu mübah görüyor. Süleyman Şah türbesiyle ilgili gizli planların tartışıldığı tapelerde ortaya çıkan manzara gerçek olmak üzere. Bugün mecliste, 550 milletvekili, kendilerinin ve çocuklarının gitmeyeceği bir savaş için verilen tezkereyi oylayacaklar. Kabul edilirse, milletvekili veya zengin olmayan ana-babaların evlatları, birileri daha güçlensin diye ölüme gönderilecek ve vatan için şehit oldukları söylenecek. "Devlet ne zaman cinayet işlemeye hazırlansa, kendine 'vatan' der."  Midem bulandı. Bunu da yazamadım.


Konu çok, ama yazasım yok. İşin aslı, umudum yok. Bir seylerin değişeceğine dair inancımı kaybediyorum. Yolsuzluk şaibeleriyle kirlenmiş, içerde ve dışarda tüm politikalarının sefilliği ayyuka çıkmış bir hükümetin hala tek başına iktidar olması elbette moral bozucu. Fakat asıl umudumu kıran, iktidarın çirkinliği, kötülüğü değil; muhalefetin içinde bulunduğu içler acısı durum.

MHPyi muhalefetten saymıyorum, çünkü Bahçeli, adeta Akepe'nin muhalefetteki Truva atı. Muhalefetin bir tarafında sürekli değişimden bahsedip bir türlü değişemeyen CHP var. Kemikleşmiş ulusalcı kadronun etkisinden kurtulamayan, demokratikleşmeden bahsederken kadın kotasını delegenin istemediği erkek aday için kullanmakta beis görmeyen, başka partilerden oy çalma hevesiyle yolunu şaşırıp iyiden iyiye sağa kayan CHP. Parti sağa meyillendikçe, tabanın bir kısmı küsüp gidiyor, kalanı da partinin dümen suyunda, giderek daha milliyetçi bir çizgiyi benimsiyor. CHP'nin geldiği nokta o kadar kendinden uzak ki, partinin tüm politikaları ve söylemleri aynı kalıp sadece adı değişse, şu anda kendini CHP'li olarak tanımlayan seçmenlerin ve milletvekillerinin yarısı bile o çatı altında kalmaz - ki bence olması gereken de budur. Zira insan sadece kime karşı değil, kiminle birlikte mücadele ettiğini de bilmeli. Akepe'nin diktatörlüğe çeyrek kalmış iktidarının karşıtı, kendi kimliğini kollayıp diğer kimlikleri ötekileştirecek başka bir muktedir olmamalı. Bu mücadeleyi ancak tek tip kimliği dayatan sistemi baştan aşağı değiştirmeyi hedefleyen, halklara babalık değil, hizmet eden bir devlet kurmayı amaçlayan insanlarla kazanabiliriz. Muhalefetin diğer tarafındaki HDP/BDP, daha net konuşmak gerekirse Demirtaş, birkaç ay önce tam da bu söylemle çıktı karşımıza. Fakat ne hikmetse, seçim sırasında arkasına aldığı rüzgarı kullanmak şöyle dursun, seçim sonrasında HDP/BDP'nin yelkenini açmaya bile niyeti yok gibi görünüyor. Yıllardır uzaktan yakından solu andıran bir hareket için çaresizlik içinde CHP'den medet uman evsiz solcular, Demirtaş'ın söylemlerinde bir ışık görüp umutlanmışken, Yeni Yaşam Çağrısı en beklenmedik kesimlerde yankı bulmuşken, seçim sonrasında Demirtaş'ın ve partinin birdenbire hız kesip, neredeyse tamamen ortadan kaybolması büyük hayal kırıklığı yarattı. Şahsi görüşüm, Demirtaş'ın ön plana çıkmasının ve partinin bu kadar kucaklayıcı bir söylem içine girmesinin, örgüt içindeki Kürt milliyetçileri tarafından hoş karşılanmadığı. Bu da başka bir yazı konusu. Sonuç olarak, muhalefetin kendine hayrı yok ki bize umut olsun. 

Hal böyleyken, pes etmek geliyor içimden. Vaz geçmek, kafamı kuma gömüp yokmuş gibi yapmak istiyorum. RTE yokmuş, çocuklar öldürülmüyormuş, savaş çığlıkları atılmıyormuş, ülkede bir toplu delilik hali hasıl olmamış, vicdan karaborsaya düşmemiş gibi. Zaten 5000 km uzaktayım. Gazeteleri okumayıveririm. Takip etmem memleket haberlerini. Siz sağ, ben selamet. Derken bir mesaj düşüyor telefonuma. Yeğenlerim resim göndermişler. Gülüşleri aydınlık. Gözleri ışık. Bir de Ceylan'ın gözleri var. Hayretle bakar gibi, kocaman gözleri. "Ceylanke parçe parçe!" Yazmak gerek. Yazıyorum.

10/02/2014