29 Ekim 2014 Çarşamba

40000: İKİ HECE, BEŞ VURUŞ

Son haftalarda yaşanan olaylar barış süreci hakkında süregelen tartışmaların yoğunlaşmasına ve sertleşmesine sebep oldu. Başından beri sürece hiçbir öneri getirmeden karşı çıkan kesim, sürecin öldüğünü memnuniyetle ilan edip, büyük bir iştahla helvasını kavurmaya girişirken, iktidar adeti olduğu üzere “iç ve dış mihrakları” suçladı, milli birlik çağrısı yaptı.  Yüksek perdeden verilen demeçlerle gösterilen hedefler, ortalıkta uçuşan “darbe mekanizması” klişeleri, alelade bir söz gibi bol keseden sağa sola savrulan “ihanet” suçlamaları ve tehditlerle gerilen ortamda söylenecek en iyi niyetli sözlerin bile, kalın duvarlara çarpıp, mevcut kakofoni içinde kaybolması, daha kötüsü kırılıp dökülerek, adresine eksik, yanlış ulaşması ihtimali yüksek.  Bu yüzden acılı bir refleksle haykırmak yerine derin bir soluk alıp sağduyuyla konuşmak gerek. Öte yandan barışa karşı olanlar ve sadece çıkarları için kullanmak isteyenler bu kadar çok ve bu kadar arsızken, barış isteyenlerin, sanki bir kabahat işlemiş gibi sessiz kalmaları da doğru değil. Tam da Fuzuli’nin dizelerindeki gibi, “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”
40 seneye yakın zamanda, 40 bin hayat söndü bu topraklarda.  Kimliği ne olursa olsun, ölenlerin her biri bir ananın can paresi, bir babanın gözünün ışığıydı.  Belki kokusuna hasret bir sevdiceği, yolunu gözleyen bir evladı vardı.  Birilerinin dostu, sırdaşı, yoldaşıydı her biri. Ölenlerin her biri insan, her biri candı.  Ve haber bültenlerinde spikerlerin mekanik sesinden iki hecede söyleniveren, gazete köşelerinde beş vuruşla yazılıveren 40 bin canın her biri 40 bin ateş olup düştüğü yeri yaktı.
Son olarak geçtiğimiz Cumartesi günü Yüksekova’da üç askerin öldürülmesi doğal olarak acı ve öfkeyi tazeledi.  Daha kurşun sesinin yankısı dinmeden devletin resmi kanalları saldırının PKK tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. AKP parti-devletinin, yakın geçmişteki provokasyon sicilinden dolayı zihinlerde oluşan şüpheler, üç gün sonra PKK’den gelen yalanlamayla pekişti. Diğer taraftan, geçmişte PKK’nin inkar ettiği bazı eylemlerin, örgüt içinde bağımsız hareket eden “unsurlar” tarafından yapıldığı da biliniyor.  Sonuçta, barış süreci ve Kobane konusu hararetle tartışılırken ve Yeni Türkiye’nin bir polis devleti olduğunu tescilleyen güvenlik paketinin henüz mürekkebi kurumamışken Bingöl’de polislere yapılan suikast ve Kars’ta üç PKK mensubunun öldürülmesi gibi, Yüksekova’daki asker cinayetleri de, akıllarda pek çok soru işareti bırakarak, iki hece, beş vuruşluk kanlı istatistikler arasında yerlerini aldılar.
Tetiği çeken, bombayı atan, mayını döşeyen, köyü yakan el kimin olursa olsun, askeriyle, siviliyle, peşmergesiyle, 40 bin canın hepsinin katili, senelerdir içimizi kin ve korkuyla doldurmayı hedefleyen kirli politikalardır.  Biz Türkiye halkları, her türlü milliyetçilik söylemi üzerinden yüreklerimize akıtılan nefretle, ölülerimizi kimliklerine göre etiketleyip, “senin ölün, benim ölüm” ahmaklığında debelenirken, birileri bu çürümüş sistemin temelindeki delikleri bizim cesetlerimizle doldurmaya çalışıyor. Ve biz, karşımızdakinin insan olduğunu unuturken aslında kendi insanlığımızdan uzaklaştığımızı fark etmeyecek kadar kör olmuş gözümüz ve bizden olmayanın ölüsüne “leş” deyip sevinecek kadar kirlenmiş vicdanımızla acılarımızı yarıştırmayı sürdürüyor, durmadan ölüyor, öldürüyoruz.
Daha kaç ölü gerek uyanmamız için?  Kaç şehit daha verirsek kalkacak “10 bin şehidin yerdeki kanı?”  Ve kaç Kürt’ü öldürürsek bölünmez vatan? Kürt halkının özgürlük mücadelesini kazanması için kaç çocuk misket oynaması gereken yaşta dağa çıkıp silah kuşanmalı?  Kaç asker daha öldürülürse özgür olur anadilde ağıtlar?  Ve nasıl pis, aşağılık bir oyuna geldiğimizi görmemiz için, birlikte, eşitçe, kardeşçe yaşamak varken böyle paramparça, böyle kinle yoğrulmuş, nefretle bölünmüş olmamızın kimin, kimlerin işine yaradığını anlamamız için daha kaç binlerce ölmemiz gerek?
Halklara hizmet etmek yerine hükmeden tüm otoriter yönetimler gibi, devlet adı altında başımıza musallat olan bu çirkin ve kirli sistem de, istediği kalıplara sokamadığı kimlikleri, daha kolay ezip öğütebilmek için, birleşmemizi değil, birbirimizden uzak durmamızı istiyor. Kendi gücünü perçinlemek için barış umudunu haklara karşı koz olarak kullansa da, aslında barışa hiç sıcak bakmıyor. Barışın sürüncemede kalmasını, ne uzayan ne kısalan bir süreç olmasını tercih ediyor devlet, çünkü abasının altından göstereceği bir sopa lazım ona. Devletin mevcut halini değiştirip,tüm halkların eşit egemenliğine dayalı yeni bir sistem kurmamız kısa sürede mümkün olmasa da, hiç değilse süreç masasına tek başına oturup, barışı rehin almasına engel olabiliriz.
Barış sürecinin, bugüne kadar yapıldığı gibi, tekil şahıslara ipotekli olarak yürümemesi gerektiğini açıkça gördük. Gizli pazarlıkların değil, harcını halkın kardığı sağlam temellerin üzerine oturtulan kalıcı bir barış için, barışın gerçek tarafları olan halkların sürece müdahil olması artık şart. Mesela Çağdaş Yaşam Çağrısı’nda bahsedildiği gibi, barış için halk meclisleri oluşturulabilir.  Farklı kimliklerin birbirlerini anlamaları ve birbirlerinin hassasiyetlerine saygı duymaları önce küçük ölçekli halk meclislerinde sağlanarak, karşılıklı empatinin dalgalar halinde daha büyük kitlelere yayılması mümkün olmaz mı?  Cumhuriyet mitingleri için buluşan yüz binler, neden milyon olup yürümesin barış için?  AKP’nin barışa samimiyetle katkıda bulunmasını beklemek saflık olur elbette, ancak sivil örgütlenmelerle ve ekonomik boykot gibi şiddetsiz eylemlerle, hükümet üzerinde de sürecin şeffaflaşması için baskı kurulabilir.  Bunlar benim kafein yüklemesiyle uyanık tutmaya çalıştığım beynim, sınırlı bilgim, ve her şeye rağmen direnen umudumla su anda aklıma gelenler. Çok daha iyi ve çeşitli öneriler bulunur elbette.
Hep birlikte kabul etmemiz gereken bir gerçek var: Barış, devlet için değil, ama halklar için bir mecburiyet. Ne kadar zor olsa da, barışı sağlamak zorundayız.  Çünkü güzel kardeşim, çünkü anam babam, çünkü iki gözüm…  çünkü ölmenin, öldürmenin sonu yok. Çünkü öldürmekle ne Türk biter, ne Kürt, ama insanlık tükenir.  Ve biz, içimize kazınan “öteki” korkusunu aşıp, üzerimize sinen nefretten arınıp, insanlığımızı  tüketmeden, kardeşçe birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız.
(29/10/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder