Devlet istatistiklerinde kadın cinayetleri edilgendir: Eylül
ayında 27 kadın öldürüldü.
Oysa Bianet'in erkek şiddeti çeteleleri etken cümlelerle
tutulur. Katil de bellidir, maktul de:
Eylül ayında erkekler 27 kadın öldürdü.
Erkek katilleri edilgen cümlelerin gizli öznelerinin ardına
saklayıp kadınları öldürülmekle yalnız bırakan devlet, geçtiğimiz gün sorunun
çözümünü, yine edilgen bir cümlenin gizli öznesine havale etti: Elleri
kırılsın,
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'ın kadına
karşı şiddet konusunda uygun gördüğü çözüm buydu: Elleri kırılsın. Bakan Islam, katil erkeklerin ellerini kimin
kıracağı konusuna açıklık getirmediyse de, öldürülen kadınları suça ortak
etmekten geri kalmadı. “İnsan kabahat işleyebilir suç da işleyebilir ama hiçbir
suçun cezası ölüm değildir." Tabii
ya... Dayak var mesela, cennetten çıkma.
Ne bileyim, ev hapsi olabilir.
Kalıcı iz bırakmamak kaydıyla işkence de bir seçenek. Hatta 43 yerinden
tornavidayla delik deşik etmek bile, olay sosyal medyaya intikal etmedikçe, hoş
görülebilir. Ne gerek var öldürüp de başımızı ağrıtmaya? Elleri kırılsın!
Kadına şiddete kör Bakan Ayşenur İslam'ın soruna çözüm
olarak mahallenin tonton teyzesi edasıyla ettiği "çözüm bedduası" ve
verdiği içler acısı demeç, tam da AKP'nin Yeni Türkiyesi'ne yakışır bir sosyal
politika. Kadınların özgürlüğü,
toplumların sosyal ve kültürel gelişmesinin temel taşlarından biri, belki de en
önemlisi. Bu yüzden kadını sosyal
hayattan tecrit edip, mutfakla yatak odasından oluşan bir yaşam alanına
hapsetmek Katolik Kilisesi'nden Taliban
rejimine, tüm otoriter yönetimlerin öncelikli amaçlarından biri olmuştur. Hitler kadınların hayatlarının ibadet, çocuk
doğurmak ve yemek yapmaktan ibaret olması gerektiğini düşünürdü. Erken evlenenlere, çok çocuk doğuranlara
imtiyazlar sağlayan diktatör, kadınların makyaj yapmalarına, gösterişli
giyinmelerine karşı olduğunu açıkça belirtmiş, tekstil endüstrisini bile bu
doğrultuda üretim yapmaya teşvik etmişti.
RTE ise, aynı yaklaşım üzerine kurulu kadın politikalarıyla daha radikal
sonuçlar hedeflemekle beraber, bu politikaları "demokratikleşme" adı
altında uygulamaya koyuyor. 9 yasındaki
kızların başörtüsü "özgürlükleri" savunulurken, devletin en yetkili
ağızlarının muhafazakar görüşe aykırı giyinen ve davranan kadınları açıkça
iffetsizlikle suçlaması, kanunda yapılan "iyileştirmeler" sonucunda
mahkemelerin kadına karşı şiddet, taciz ve tecavüz davalarında tayt giymekten
kırmızı ruja kadar, iktidarın onaylamadığı yaşam tarzını temsil eden her şeyi
hafifletici sebep olarak görmesi AKP iktidarının 12 senedir kadınlara karşı
yürüttüğü istikrarlı politikanın parçaları.
Verilmek istenen mesaj çok açık: Hükümetin tasvip ettiği şekilde
yaşamayan kadınlar, başlarına gelecek olanlardan kendileri sorumludur.
Mahalle baskısı ve algı yönetimiyle toplumun her kesimine
iletilen bu mesajın en çarpıcı etkileri şüphesiz ki görsel ve yazılı medyada
görülmekte. Geçtiğimiz aylarda mesajı
almış ve içine sindirmiş bir kadın sunucu, canlı yayında, boşanmak isteyen eşinin
bedenine 43 kez tornavida saplamış bir caniyi canlı yayına çıkarmakla kalmadı,
öldürmeye teşebbüs ettiği eşine "delice aşık" olduğuna kefil olup, 15
senelik işkence, sayısız ölüm tehdidi ve 43 tornavida darbesinden sonra mucize
eseri hayatta kalan kadını, celladıyla barıştırmaya çalıştı. Birkaç hafta sonra bir başka kadın sunucu,
iki eşini öldürüp üçüncüyü bulmak için evlilik programına katılan
"güleryüzlü" katili alkışlattıktan sonra, kendisini eleştirenlere
(bir kadın milletvekili dahil), tam da ustasının ağzıyla, tehditler
savurdu. Son olarak, geçtiğimiz gün, bir
kadın yazar, gazetedeki köşesinden, 17 yaşındaki sevgilisinin kafasını
testereyle kesen ve hapishanedeyken intihar eden katilin yasını tutarken,
katile haksızlık yapıldığını yazdı.
Perihan Mağden'in Cem Garipoğlu güzellemesi kadın
katillerinin minnetle okuyup, çerçeveletip duvarlarına asacakları türden bir
yazı. Mağden, Cem'in Münevver'e
"delice aşık" olduğunun altını çizmiş kalın kalın. Tıpkı aşkını 43
tornavida darbesiyle ispatlayan Yakup Kara gibi. Ve çok pişmanmış Cem. Kendini öldürecek kadar. Çünkü Cem'in vicdanı varmış, kalbi varmış. Ailesinin parasını ve imtiyazlarını
kullanarak polisten kaçtığı 197 gün boyunca Cem'in vicdanının ve kalbinin
nerede olduğunu bilmiyoruz. Fakat Cem
mahkemede pişmanlığını beyan etmiş.
Tıpkı öldürdüğü iki eşini suçlayan, ama yine de "pişmanım"
diyen Sefer Çalınak gibi. Ve Perihan
Mağden ikna olmuş; Cem'in bir cana kıydığı için değil, bunun sonucunda 24 sene
hapis yatacağı için pişman olduğuna ihtimal bile vermemiş. Bir yandan katili aklamak için canla başla
çırpınan Mağden, inceden inceye Münevver'in de sütten çıkmış ak kaşık
olmadığına ikna etmeye çalışmış okuyucuyu. Nankörlükten aldatmaya, hafif
meşreplikten tahrike birçok örneklemeyle, tam da Bakan İslam'ın dediği gibi,
kabahatli, suçlu kadın profilini çizmiş.
Uzman psikiyatristlerin verdiği sağlam raporunu hiçe sayarak Cem'in ruh
sağlığının bozuk olduğuna kesin kanaat getirdiği gibi, hiçbir dayanağı olmayan,
tamamen yanlış bilgilerle, ABD'de olsaydı Cem'in "(en fazla) beş yıl üç ay
falan akıl hastanesinde yatıp, 'tedavisi tamamlandı' kararıyla, şartlı olarak
tahliye" edileceğini de yine kesin bir dille iddia etmiş. Oysa zahmet edip Google'da beş dakikalık bir
araştırma yapsa, ABD'de her eyaletin kanunlarının farklı olduğunu, bazı
eyaletlerde (Teksas, Florida) ileri derecede zeka geriliği veya ruhsal
bozukluğu olduğu ispatlanmış suçluların bile idam cezasına çarptırıldığını
öğrenebilirdi. Belli ki gerçeklerle vakit kaybetmek istememiş Perihan Mağden. Genç bir kadınının katlini meşrulaştırma
misyonuna nasıl kaptırmışsa kendini, önce Münevver'in ailesini intikama
doymamakla suçlamış, hızını alamayıp Eski Ahit'ten dem vurmuş. Fakat ne hikmetse, 10 Emir'den birinin
"Öldürmeyeceksin" olduğundan hiç bahsetmemiş. Belki marjinallik uğruna, belki gerçekten
pusulayı fena halde şaşırmış bir vicdan muhasebesiyle yazmış da yazmış Perihan
Mağden.
Perihan Mağden, Songül Karlı, Seda Sayan gibi kadınlar,
televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde ucuz betimlemelerle kurbanları
değersizleştirip suçladıkça, katilleri pek sevecen ve mutlaka çok pişman gizli
kurbanlar olarak tanımladıkça kadına olan şiddeti meşrulaştırdıklarını ya fark
etmiyorlar, ya umursamıyorlar. Her iki
şekilde, din, gelenek ve görenek unsurlarıyla perçinlenen kadın karşıtı hükümet
politikalarının gönüllü sözcülüğünü üstlenerek önce şiddete karşı verilen
mücadeleye, ama en çok ve en önemlisi, kendi kadınlıklarına ihanet ediyor, kadın
kimliklerini kendi elleriyle yok ediyorlar.
Erkek egemen kültürün yılmaz neferleri kesilirken, dışları değilse de
içleri erkeğe, hem de erkeğin en kötü, en çirkin haline dönüşüyor. "Babası kızına sahip çıksaydı
öldürülmezdi" diyen erkek emniyet müdürü, "Kızı bırakırsan ya
davulcuya, ya zurnacıya" diyen erkek başbakan oluyorlar.
Ve edilgen cümlelerle katil erkekleri gözlerden ırak
köşelere saklayıp, kadınları öldürülmenin öznesi kılan devletin aciz bakanı,
son 10 yılda %1400 artan kadına şiddet sorununu gizli bir güce havale ediyor:
Elleri kırılsın!
(18/10/2014 Jiyan)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder