29 Mayıs 2014 Perşembe

KÖR OLASIN DEMİYORUM...

Bir ağacı sevmekle başladı her şey.  Ağaçları.  Beton yığınına dönüştürülen dünyanın en güzel şehrinde, küçük bir parkın içindeki ağaçları sevdi bir avuç insan.  80, bilemedin 100 kişi, gece yarısı dozerlerle ağaçları sökmeye gelen ekiplere engel olmak için parkta kamp kurdular.  İstedikleri sadece Istanbul'da nefes alınacak pek az yerden biri olan Gezi Parkı'nı korumak, doğa katliamına, rant için halka ait yaşam alanlarının yağmalanmasına engel olmaktı.  15 milyonluk şehirde bir avuç insan.  Ağaçları sevdiler. 

Bu kadar basitti aslında. Mesele gerçekten bir kaç ağaçtı. Ta ki devletin polisi, Başbakan'ın emriyle ağaçları seven insanlara insanlık dışı bir vahşetle saldırana kadar.  İşte o zaman değişti; insan oldu, insanlık oldu mesele.  İnsanı, insanlığı sevmekle başladı her şey. 

İşte tam da bu yüzden anlamadı Başbakan Gezi'yi.  Çünkü o ne ağaçları seviyor, ne insanları. Başbakan sadece kendini seviyor, bir de kendinden olanı. Yaradan'dan ötürü yaradılanı değil, gücünden ötürü kendine tapanı seviyor. Başkasına sevgi, hoşgörü şöyle dursun, tahammülü bile yok. Bu yüzden direnişin bilançosunu  MOBESEler, otobüsler, kamu binaları ve doların fiyatıyla ölçüyor. Dokuz bine yakın yaralı, yüze yakın kafa travması, on bir göz ve on can kaybının değeri yok onun için. Dilinden Allah, din, iman düşmeyen Başbakan, kendi emriyle katledilen canlara rahmet okumak bir yana, ölülerin ardından iftira atarak hem acıyı hem öfkeyi katmerliyor.  On can gitti, canı yanmıyor. On bir göz çıktı, gözü görmüyor.

Gezi'nin dış mihrakların, hayal ürünü lobilerin değil, bizzat kendi faşist politikalarının eseri olduğunu görmüyor Başbakan.  Baskı ve sansürle pespayeleştirdiği penguen medyasına, Cemaatle ortaklaşa kurduğu kumpaslara, adalet katliamına, gemiciklere, Roboski'ye, Reyhanlı'ya, kadın cinayetlerine, LGBT bireylere yapılan çirkin muameleye, ayyuka çıkan yolsuzluğa, meşrulaştırılan hırsızlığa, haksızlığın, zulmün alayına isyan olduğunu görmüyor.
Gezi'nin üç beş çapulcunun bir kaç ağaç için kopardığı yaygara olmadığını biliyor aslında, ama Cumhuriyet tarihindeki tüm eylemlerden farklı olduğunu görmüyor.  Türkiye'de halkın ilk kez hiç bir ideolojiye saplanmadan, hiç bir siyasi görüşün arkasına takılmadan, insanca yaşam, adalet ve özgürlük ortak paydalarında buluşarak çok gecikmiş ve çok gerçek bir demokrasi mücadelesi verdiğini görmüyor.  Polis şiddetini arttırarak ve tabanını kışkırtarak direnişi ideolojik çatışmaya dönüştürmeye çalışıyor, çünkü olası bir kaos ve olağanüstü hal durumundan daha güçlü çıkacağını sanıyor.  Bu yüzden durmadan, dinlenmeden, ve hiç dinlemeden hep bağırıyor Başbakan.  Daha çok bağırırsa kazanacağını sanıyor. Daha çok döverse, daha çok öldürürse direnişin ya pes edeceğini, ya da şiddete baş vuracağını umuyor. Oysa bu işin sonu başından belli... Görmüyor.  Bir ağacı sevmekle başladı her şey.  İnsanı, insanlığı sevmekle başladı.  Gezi şiddet ve nefretten değil, sevgiden, iyilikten doğdu.  İyi kalarak kazanacak.  Savaştığına dönüşmeden.  Görmüyor Başbakan. 


Gezi'nin birinci yaşını kutlarken, bir dilek tutuyorum Başbakan için: Kör olasın demiyorum, kör olma da gör bizi. 

(29/05/2014 Muhalif Gazete) 

25 Mayıs 2014 Pazar

EŞİTLİĞİ SİZDEN ÖĞRENECEK DEĞİLİZ

Sevgili Yahudi Lobisi,

Başbakan'ın Soma'daki halk protestosundan kaçarak sığındığı markette bir vatandaşı tokatlarken haykırdığı "Niye kaçıyorsun lan, İsrail dölü?" sözlerine alınmış, gücenmişsiniz. Günlerdir uluslararası basında Erdoğan'ın antisemitist olduğuna dair haber ve yorumlar okuyoruz.  Sizi temin ederim bu doğru değil.  Bizim başbakan asla ve kat'a böyle bir ayırımcılık yapmaz.  Zira RTE, kendinden olmayan, kendine biat etmeyen herkesten eşit ölçüde nefret eder.  

Şu sıralar Almanlar'dan nefret ediyor mesela. Geçtiğimiz ay Türkiye'ye gelen Alman Cumhurbaşkanı Joachim Gauck "Turkiye'deki gelişmelerden endişeliyim" diyecek oldu, Başbakan ve medyası linç ediyordu adamı. Zaten onlara sorarsanız Gezi'nin arkasındaki pek çok lobinin arasında, Istanbul'a üçüncü havaalanı yapılmasını engellemek isteyen Lufthansa da varmış. Bitmedi. Türkiye'nin önlenemez yükselişini kıskandığı için Alman gizli servisi Tayyip'e komplo kurmuş. Şaka değil.  Yandaş medya böyle başlık attı geçen hafta. 

Başbakan'ın kadınlara karşı nefret söylemleri artık günlük siyasetin bir parçası oldu . "Makyaj yapan kadının kaportası bozuktur" gibi özlü sözlerinin yanında, "kadın mıdır, kız mıdır bilemem" gibi akla zarar tespitleri var.  Ama yiğidi öldür, hakkını yeme.  Erdoğan pek çok konuda yanar döner konuşsa da, kadınlara olan nefretinde son derece açık sözlü ve istikrarlı: "Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum." 

Başbakan'ın nefreti had hudut, çoluk çocuk tanımaz.  Herkese yetecek kadar büyük. 14 yaşında, polisin attığı gaz fişeğiyle başından vurulan, kocaman yüreğiyle 290 gün komada direndikten sonra, küçücük bedeni iflas eden Berkin Elvan'ın acılı annesini miting meydanlarında yuhlatacak kadar... Berkin'in cebinde önce demir bilyeler, sonra patlayıcı olduğu yalanını söyleyerek terörist ilan edecek, her fırsatta el kadar çocuğun 16 kiloluk cesedinin üzerinde tepinerek siyaset yapacak kadar büyük bir nefret bu.

Erdoğan'ın nefretini en iyi bilenler şüphesiz ki Aleviler. Geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan mezhep faşistliğini açık devlet politikası haline getiren RTE'nin, Kemal Kılıçdaroğlu'ndan bahsederken "biliyorsunuz Alevi" demesi basit bir dil sürçmesi değil, bilinçli algı yönetiminin küçük ama önemli bir örneği. Polisin Alevi mahallelerinde gösterilere çok daha sert müdahale ettiği bilinen bir gerçek. Gezi direnişinde ölenlerin neredeyse hepsinin Alevi olması tesadüf değil. Geçtiğimiz hafta  cenazeye baş sağlığı dilemek için Cemevi'nde bulunan Uğur Kurt'un katledilmesini "polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum" sözleriyle yorumlayarak, polise her türlü şiddet için yeşil ışık yaktı Erdoğan. Amaç toplumsal bir patlama olan direnişi Alevi hareketiymiş gibi göstererek, Alevilere karşı giderek artan baskı rejimine kılıf uydurmak.

Diyeceğim o ki, bizim Başbakan nefretini kusarken son derece adaletlidir. Hiç kimseyi atlamaz, kayırmaz. Acısını haykıran Soma halkı, Twitter-mwitter, youtube gibi kökünü kazımaya and içtiği sosyal medya, bu baş belalarını yasaklama kararını bozan Anayasa Mahkemesi, Danıştay konuşmasında hükümeti eleştirmeye cüret eden TBB Başkanı Feyzioğlu, aleyhinde yazan yerli ve yabancı basın, "afedersiniz" Ermeniler, işine gelmediğinde Kürtler, ne olduğu meçhul lobiler, işçiler, ah o Geziciler, çapulcular, marjinaller, eşcinseller, elbette ve en çok paralel olan, paralele benzeyenler bu sınırsız nefretten payını alır.  45 milyonu nefretle kucaklar RTE. Yetmez, yurt dışına açılır. Yerine göre İsrail'den, Almanya'dan, İngiltere'den, avaz avaz Suriye'den, kısık sesle ABD'den nefret eder. Durmaz, duramaz, çünkü nefret onun fıtratında var. 


Vel hasıl-ı kelam, sevgili Yahudi lobisi, RTE'ye antisemitist demek doğru değil , çünkü o sadece semitizme değil, kendinden olmayan herkese ve her şeye "anti."  Recep Tayyip Erdoğan anti-insan, anti-vicdan.  

(25/05/2014)

19 Mayıs 2014 Pazartesi

BİLİYORSUN

Son yüzyılın en büyük "maden kazası" demeye elim, dilim varmıyor, işçi katliamı yaşandı ülkemizde. Acılı ailelere sabır diliyorum.

Sadece Soma'daki değil, tüm ülkedeki madenci kardeşler: Siz sakın affetmeyin bizi. Emeğinizin sömürülmesine sessiz kaldığımız, kazadan kazaya hatırladığımız, her ölümden sonra hesap soracağız deyip sormadığımız için; maden güvenliğinde dünyanın en kötüsü olduğumuzu bilmediğimiz, bilsek de bir şey yapmadığımız için; biz ülkemizin ayıbından utanmazken, sizi çizmenizdeki çamurdan utandırdığımız için affetmeyin bizi. Hakkınızı alana, sorumlulardan hesap sorana kadar sakın ola affetmeyin bizi.

Sayın demeye elim, dilim varmıyor, Başbakan:
Soma'da gazetecilere adetin olduğu üzere ince ayar verdikten sonra yoğun (!) araştırmalar sonucu muhtemelen Vikipedi'den indirdiğin bilgiler paylaştın. 18. ve 19. yüzyıldan örnekler vererek, maden kazalarının "olağan şeyler" olduğunu söyledin. Vicdan beklemiyoruz artık senden. Fıtratında yok, öğrendik.  Ama bu sözlerinle iş güvenliğinde 19. yüzyıl şartlarında olduğumuzu teyid ettiğini fark etmedin mi?  Hadi sen fark etmedin, danışmanlarından biri "Aman Usta, bu örnekler yaraya tuz basar. Yapma!" demedi mi? 

Bu işin fıtratında ölüm olduğunu hatırlattın. Sağ olasın. Yalnız, şu senin Vikipedi'de başka bilgiler de var. Ben de onları paylaşayım madem: 

Son yıllarda Türkiye kömür endüstrisinde iş güvenliği açısından dünyanın en kötü ülkesiymiş. Hem de açık ara farkla. Çin'de bile 1 milyon ton kömür üretiminde 1,27 işçi ölümü gerçekleşirken, bu rakam Turkiye'de 7,22 imiş.  Şu her fırsatta örnek verdiğin ABD'de ise 0,02.  Yani Turkiye'de madenciliğin fıtratında, ABD'dekinin 360 katı kadar ölüm varmış.  Bu nasıl fıtrat "usta"?  Bir deyiversene bize. Vikipedi'deki kazaları paylaştın da, bunları neden söylemedin?  AKP döneminde 14 bin işçinin iş kazalarında öldüğünü neden anlatmadın? Başöğretmen edasıyla "literatürde iş kazası diye bir şey var" derken, aynı literatürde iş güvenliği diye bir şey de olduğunu, Türkiye'nin Uluslararası Çalışma Örgütü'nün Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi'ni imzalamadığını neden atladın?  Vikipedi'de hepsi var oysa. Bunlar da mı montaj-dublaj? Bu arada, sen zahmet etme, ben araştırdım.  Vikipedi'nin sahibi "İsrail dölü" değilmiş.

CHP'nin verdiği Soma önergesinin tutanağında "Soma ile ilgili tek kelime yok" dedin.  Sen bizi hepten salak sandın galiba. Tutanak kazadan bir kaç saat sonra internete düşmüştü bile.  Ah, kapatamadın ya şu interneti tamamen... Bunlar hep o twitter belasından. Neyse, diyeceğim o ki, önerge baştan aşağı Soma.  Ya sana paralel tutanak verdiler, ya da sen bize yine yalan söyledin "usta."

Hepsi bir yana da, sen ve yanındaki hadsizler takımı acılı halka tekme tokat giriştiniz ya...  Mecazi anlamda değil, maalesef. Ağıza alınmayacak küfürlerle, nefret söylemleriyle hem de.  Vallahi ne diyeyim?  Tam "dünya liderine" yakışır hareket. Son yıllarda zaten yerle yeksan olan uluslararası itibarimiz, artık iflah olmaz sayende.

Aslında anlıyorum seni. Korku ve paranoya kemiriyor içini, çünkü kaçınılmaz sonu görüyorsun. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarını savuşturmuş görünsen de, bu işin henüz bitmediğini biliyorsun.  Her gün daha da çirkinleşiyor, saldırganlaşıyorsun.  Ve en kötüsü, kontrolü kaybediyorsun.  Kontrolsüz güç en büyük zayıflıktır. Bu zayıflığınla kendi kazdığın çukurun içinde debelendikçe daha derine batıyorsun.  Etrafında doğru söyleyen kim varsa dokuz köy öteye kovaladın, ama çevrendeki dalkavukların her yaptığına övgü düzen sözleri de artık yetmiyor seni sakinleştirmeye. Biliyorsun. Hatalarını, günahlarını, bunların hesabını vereceğini biliyorsun. 30 Mart'ta kazanmış olsan da, aslında oy kaybettiğini, seçim hilesi olmazsa Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybedebileceğini, ve iktidardan düşünce yargılanacağını biliyorsun.  Her an şüphe içinde yaşıyorsun.  Her yerde paralel arıyor, herkeste paralel görüyorsun.  Diktatörlük senin için sadece bir tercih değil artık. Mecburiyet. Çünkü demokrasiye birazcık benzeyen herhangi bir rejimde varolamayacağını biliyorsun.  Danıştay'da sergilediğin utanç verici öfke nöbeti, ruh halini ortaya koydu. Soma'daki rezalet ise sonun yaklaştığını açıkça gösteriyor.


"Başbakana yuh çekersen tokadı yersin" dedin ya... O iş öyle değil, sen çok iyi biliyorsun.  Vatandaşı ezersen, er ya da geç tokadı yersin. Yiyeceksin, biliyorsun.

(19/05/2014 Posta 212) 

13 Mayıs 2014 Salı

DİLİN KEMİĞİ

Türkiye'de 2014’un ilk dört ayında 69 kadın öldürüldü.

Bu cümlede eksik olan iki şey var.
Birincisi insanlık.  Zira her iki günde bir kadının öldürüldüğü bir ortamda insanlıktan söz etmek abes olur.
İkincisi cümlenin öznesi.  Yani öldürenler: Erkekler. 
Erkekler gizli özne. Şiddetin öznesini gizleyip, yüklemi nesneye yüklerken şiddetle mücadele ettiğimizi sanıyoruz. 

Kadına karşı şiddetten bahsederken edilgen cümleler kurmamız, erkek özneleri ayrımcılığın karanlığında gizlememiz tesadüf değil. Dil ve toplum karşılıklı etkileşim halinde.  Dil toplumun yapısına ayna tutuyor adeta. Türkçe’deki akrabalık terimlerinin akla zarar detaycılığı, Türk toplumundaki aile ilişkilerinin çetrefilli hiyerarşisinin sonucu. Dürüst, korkusuz kişiye, “delikanlı” kelimesi uygun görülürken, döneklik edene “karı gibi” denmesi, toplumda erkek ve kadına biçilen değerin bire bir dile yansıması.  “Dayak yemek” diye bir deyim var güzel Türkçemizde.  Şiddet görmeyi bilinçli, istemli, hem de iştahla yapılan bir eylem olarak dillendirmişiz.  Toplum nasıl yaşarsa, dili öyle söyler. Biz de maço bir toplum olarak, "sapına kadar erkek" bir dil konuşuyoruz. Kadınları öznesiz öldüren, şiddeti edilgen kılan bir dil.

Şiddetle mücadele için önce sorunu doğru tanımlamalıyız.  Kadına karşı şiddet erkek kaynaklı bir sorun. Bu nedenle, çözüm ararken öldürülen, tecavüz edilen, dövülen kadınlardan çok, öldüren, tecavüz eden, döven erkekleri tartışmalıyız.  Şiddetten bahsederken, erkek özneli, etken yüklemli cümleler kurmalıyız ki, suç sahibini bulsun:

Erkekler 2014'un ilk dört ayında 69 kadını öldürdüler.

Kadınların eğitimde, iş hayatında, siyasette, ve yaşamın her alanında erkeklerle eşit koşullara ve fırsatlara sahip olması şart. Yalnız şiddeti engellemek için değil, doğrusu bu olduğu için. Ancak bu iyileştirmeleri tek başına şiddetin çözümü olarak sunmak, adeta “kadınlar değişirse şiddet olmaz” mesajını veriyor. Şiddetin tek sebebi kadınların eğitimsizliğiymiş gibi. Şiddet tamamen kadına odaklıymış, erkeklerle hiç alakası yokmuş gibi. Tam da erkeklerin istediği gibi. "Beni bir şeylerden aklar gibi..."  Oysa kadınların sosyal ve ekonomik olarak güçlenmeleri mutlak gerekli olsa da, erkek zihniyeti ve davranışı değişmeden şiddet sorununun çözülmesi mümkün degil.
Mahallede çocuklar sapanla her gün evlerin camlarını kırıyorsa, çözüm daha kalın camlar yaptırmak, veya camları panjurlarla kapatmak değil, çocukların cam kırmasını engellemektir.  Bunun için elbette uzun vadede çocuklara cam kırmanın yanlış olduğunu öğretmeli, kırdıkları camın bedelini ödemelerini sağlamalıyız. Ancak bunları yapabilmek için, önce “Dört ayda 69 cam kırıldı” değil, “Çocuklar dört ayda 69 cam kırdı” diyebilmeliyiz. 

Dilimizi değiştirmek, şiddetin öznesini, nesnesini doğru konumlandırmak önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de, bu küçük hareketin etkisi büyüyerek yayılır toplumda. Çünkü nasıl dil toplumun yapısını yansıtıyorsa, dilde yapılan değişiklikler de toplumda bir karşı yansıma bulur.  Yeni sözcükler veya eskilere yüklenen alt anlamlar, toplumda algı ve davranış değişiklikleri yaratır. Gezi’de “ibne” ve “orospu” kelimelerini küfür olarak kullanmama kararı, eşcinsellere ve seks sektöründe çalışanlara karşı topluluğun genel tavrını etkilemedi mi? 

Şiddet uygulamayan erkekler bu söylemden rahatsız olabilirler. Olsunlar da. Rahatsız olsunlar ki, "kadın sorunu" diye çözümü kadınlara bırakıp, köşelerine çekilmesinler. Rahatsız olsunlar ki, şiddet, taciz ve ayrımcılığa, kadınlara yönelik aşağılayıcı şakalara, yorumlara sessiz kalarak suça ortak olduklarının farkına varsınlar. Şiddet uygulayan, cinsiyetçi ayrımcılık yapan erkekler için, bir erkekten gelecek eleştiri, yüz kadının tepkisinden daha etkili olur. Bu yüzden "masum" erkekler rahatsız olsunlar ki, kadın düşmanı hemcinslerine karşı, erkek bilincini ve davranışını değiştirmek için kadınların yanında, aktif olarak yer alsınlar.  Şiddete karşı etkin bir mücadele için, öznesi belli, etken bir dil ilk adım. Öyleyse, ripit aftır mi:

Erkekler 2013’te 214 kadın ve 10 çocuğu öldürdü.
Erkekler 2013'te 167 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti/tecavüz girişiminde bulundu.
Erkekler 2013'te 161 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu.*

*Kaynak: http://www.ka-der.org.tr/



Not: İstatistiklerinde ve raporlarında şiddetin öznesini gizlemeyen Ka.Der’e sevgi, saygı, şükran…

(13/05/2014 Posta 212)

6 Mayıs 2014 Salı

CAN ALMADAN CAYDIRMAK

Cinayetin iyisi olmaz elbette.  Ama öldürülen çocuk olunca daha bir derinden dağlanıyor insanın ciğeri. Kötülüğü tanımayan, masum, savunmasız bebelerin, gözü dönmüş canilerin elinde acı çektiğini bilmek kahrediyor insanı.  Acı dinmiyor.  Yürek soğumuyor. 

Son günlerde ard arda gelen vahşi çocuk cinayeti haberleri, halk arasında haklı bir infial yarattı.  Gizem'in annesinin acı feryadı, Mert'e yakılan ağıtlara karıştı: "Assınlar, ibret olsun!" 
Acılı ana-babaların, yüreklerindeki yangını intikamla küllemek istemeleri doğal.  Yaşamdan koparılan körpecik canın bedeli ödenir mi? Hatice Ana'nın çığlığı çığ oldu, büyüdü. Sadece aileler değil, yakınları, tanıdıkları, haberi basından  ve sosyal medyadan öğrenenler de tekrarladılar: "Assınlar, ibret olsun!"  İnsanız.  Acımızı denklemek isteriz. Göze göz, dişe diş. Cana can.

Vicdani bir refleksle haykırılan bu çığlığa Başbakan da ses verdi: "İdamlık olaylar bunlar." Acı, öfke ve korkuyla insanların bu tür tepkiler vermesi normal, ancak hükümet nezdinde tepki verirken olaya sadece duygusal açıdan bakmak ciddi sorunlara yol açar. Bu yüzden Başbakan'ın açıklaması en hafif tarifle "talihsiz bir demeç." Her ne kadar kendi kanaati olduğunu söylese de, Başbakan'ın şahsi kanaatini açıklamadan önce sonuçlarını iyi tahlil etmesi gerekir. Kaldı ki, Erdoğan'ın kanaatlerinin aslında temenni, ve hatta kurduğu tek adam sisteminin zaaflarından dolayı, çoğu zaman buyruk anlamına geldiği biliniyor. RTE'nin bu topa bu kadar iştahla girmesinin politik çıkar hesabı içermeyen, salt vicdani bir tepki olduğunu düşünmek naiflik olur kanımca. Kaypak siyasi ortamda dostun, düşmanın bir anda değişebileceğini tecrübeyle öğrenen Erdoğan, mevcut ve potansiyel düşmanlarına karşı kozlarını güçlendirmek için durumdan vazife çıkartıyor olabilir mi? Bunu önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz. Ancak, bu arada çocuk cinayetlerinin yarattığı infialle idam cezası talep edenlerin, öfkelerini sağ duyularının gerisine çekip, çok iyi düşünmeleri gerek. 

İdam cezasını savunanların en sık kullandıkları argüman caydırıcı olması. Oysa bilimsel araştırmaların çoğu ağırlaştırılmış hapis ve müebbet cezalarının idam cezasından daha caydırıcı olduğunu gösteriyor.  ABD'nin çoğu eyaletinde idam cezası olmasına rağmen, bu ülkedeki cinayet oranı, idam cezası olmayan Avrupa ülkelerinden fazla. ABD'de idam cezalarının %80'i Güney eyaletlerinde uygulandığı halde, bu eyaletlerdeki cinayet oranları ülkenin geri kalanından daha yüksek.*  Kriminoloji uzmanları, cinayetlerin genellikle anlık ofkeyle, içki/uyuşturucu etkisi altında, veya hasta ruhlu kişiler tarafından işlendiğini, ve söz konusu durumlarda idam cezasını düşünerek suç işlemekten vaz geçilmesinin neredeyse imkansız olduğunu söylüyorlar. Bu veriler "sallandıracaksın üç tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı?" tezini çürütüyor.

Devletlerin savaş, gizli operasyon, polis şiddeti ve benzeri politikalarla ellerini kana buladıklarını biliyoruz. Bunlarla mücadele ederken, devlete bir de adaletin tecellisi adına cinayet işleme yetkisi vermek büyük bir gaflet olur. Deniz'den, Erdal'dan hiç mi bir şey öğrenmedik? İdam cezasının sadece nitelikli suçlar için geri getirilmesi de çözüm değil.  Can alanın canını almak kan davasının devlet eliyle uygulanması degil mi? Modern hukuk böyle bir ilkelliğe izin verebilir mi? 

"Asmayalım da besleyelim mi?" Doğru cevap: C) Hiç biri. İdam cezasi yerine, çocuklara karşı işlenen tüm suçların cezalarını ağırlaştırarak daha caydırıcı olmalarını sağlayalım. 13 yasında çocuğun 24 kişi tarafından tecavüz edilmeye rızası olduğunu söyleyerek ceza indirimi veren zihniyeti yok edelim. Çocuk tecavüz ve cinayetlerine karşı caydırıcı olmak istiyorsak, sadece sokaktaki sapıklardan, katillerden değil, Pozantı cezaevindeki çocukların tecavüzcülerinden ve onlara göz yumanlardan, Uğur'un, Ceylan'ın, Berkin'in katillerinden ve onlara emir verenlerden de hesap soralım. Kim olduğuna, kimlerden olduğuna bakmadan bütün çocuklarımıza sahip çıkalım. Suçluları "beslemek" istemiyorsak, sadece açık ve yarı açık değil, kapalı cezaevlerinde de mahkumların işgücünü kullanarak kendi masraflarını karşılayacakları ve mahkumiyet dönemini üreterek geçirecekleri bir sistem oluşturalım.  Ve bütün bunları yaparken, insanlıktan çıkmış yaratıkların karşısında bile insanlığımızı korumak zorunda olduğumuzu unutmayalım.  Çünkü kötülükle savaşırken alınabilecek en ağır mağlubiyet, savaştığına dönüşmektir.
 


*Kaynak: Death Penalty Information Center www.deathpenaltyinfo.org

(06/05/2014 Posta 212)