28 Mart 2015 Cumartesi

NE KÜRT SORUNU YA?


Gün geçmiyor ki zat-ı şahanenin iki dudağı arasından yeni inciler dökülmesin. Kadınlara sataşmasa, kadın haklarını savunan erkeklere çemkiriyor. Emriyle katledilen çocukların cansız bedenleri üzerinde tepiniyor, analarını yuhalatıyor ya da mahkemeye veriyor.  Merkez Bankası’na atarlanıyor, o atarlandıkça dolar daha da yükseliyor, sıfırlayamadığı milyarları katlanıyor. Şerefi üzerine yemin ettiği tarafsızlık ilkesini ayaklar altına alarak, cümle siyasi parti liderlerinden daha çok parti propagandası yapıyor. Çoğunluğu üzerine vazife olmayan bir sürü konuda ahkam kesiyor, ferman çıkartıyor.  Ağzından çıkanı Allah’ın kelamı sayan biatçılara güvendiğinden, yalan, yanlış tanımıyor. Kabataş’ta başörtülü bacıya yapılmayan tacizi yoktan var ederken, ülkenin ciğerinde onlarca yıldır oluk oluk kanayan yarayı yok sayıp soruyor: “Ne Kürt sorunu ya?”
“Ben 2005’te söyledim, bitti” diyor. O derece yani. Söylemiş, bitmiş. Ciddi ciddi, kameraların içinden halkın gözüne baka baka…  “Ne Kürt sorunu ya?”  Biz oğlanı üstün zekalı biliyorduk, ama demek hırsızlık gibi, bu da babadan oğula geçiyormuş. Babaya da tane tane anlatalım madem.
Şimdi efendim, örneklerle açıklamak gerekirse, Kürt sorunu, devletin Güneydoğu’da iki günde 51 kişiyi öldürmesi ve ülkenin geri kalanının buna sessiz kalmasıdır. 12 yaşındaki Nihat’ın polis tarafından vurulması ve bu gerçeğin devletin yetkili ağızlarından çirkin yalanlarla inkarıdır. Cizre’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da Hizbullah artığı Hüdapar faşistlerinin, devlet desteği ve korumasıyla sokak ortasında işledikleri cinayetlerdir Kürt sorunu. Ve İzmir’de, Kürt vatandaş Ekrem Kaceroğlu’nun linç edilmesidir.  Lice’de Medeni Yıldırım, Adana’da Kadri Bağdu olur Kürt sorununun adı. 
Roboski’de katledilen 34 can ve devlet arşivlerine “kusursuz operasyon” olarak geçen bu katliam sonrasında hükümetin TSK’ya gönderdiği tebrik mesajıdır. Ceylan’ın anacığının eteğinde topladığı parçaları, Uğur’un el kadar bedeninden çıkan 13 kurşundur.  Cumartesi Anneleri’nde ete kemiğe bürünür Kürt sorunu.  Bir de dinmeyen gözyaşına. Cesaret edebilirseniz, bir Cumartesi günü, koruma ordunuzla beraber Galatasaray Meydanı’na arz-ı endam eyleyip bizzat görebilirsiniz.
“Neyiniz eksik?” diye sual etmiş hazretleri, küfür eder gibi.  Ama dedik ya, sabırla, tane tane anlatacağız. Anadilinde eğitim hakları eksik mesela, devletlim. Mevcut okullarda kitapları, bilgisayarları ve en önemlisi, bir türlü atanmayan öğretmenleri eksik. Pek böbürlendiğiniz havaalanlarından kalkan uçaklara binecek paraları eksik, çünkü hem iş imkanları, hem de iş gücüne karşılık aldıkları ücret eksik. Mecburi askerlik için zorla gönderdiğiniz TSK’nın kışlasında, terörist olarak damgalandıkları için can güvenlikleri eksik. Gözaltında, nezarette, toplu mezarlarda, ya da asit kuyularında devlet tarafından kaybedilen yakınlarının kemikleri bile eksik. Devletin nezdinde Kürt hayatının değeri eksik.  Daha ne olsun?
Kürt sorununun olmadığının kanıtı olarak, milliyetçiler arasında çok popüler olan “Başbakan, bakan çıkardın ya, Kürt sorunu yok” teranesini koymuş önümüze muhterem şahsiyet. Sanki söz konusu başbakan ve bakanların, devletin asimilasyon çarklarında öğütülmüş, Kürt kimliklerini yok sayan, “ne mutlu Türküm” diyen Kürtler olduğunu bilmezmiş gibi. Sanki henüz birkaç ay önce, “HDP’yi meclise bile sokmamalı” diye höyküren, Güneydoğu’da HDP’nin oyları artınca, TSK’nın tüm imkanlarıyla “hangi dilden anlıyorlarsa o dilden konuşmakla” tehdit eden kendisi değilmiş gibi…
Beyefendi ülke gerçeklerini külliyen reddederek bir paralel gerçek yaratmış, onu anlatıyor. Üç havaalanı yaptırmış, Kürt sorununu çözmüş.  Bitti demiş, bitirmiş. Türk vatandaşın ne kadar sorunu varsa, Kürt vatandaşın o kadar sorunu varmış. Pek hoş, pek güzel anlatıyor. Yalnız bir hususta naçizane, kafamız karıştı. Sayın dünya lideri ve dahi kainatın hakimi devlet büyüğümüz bizi aydınlatabilirse müteşekkir oluruz. Madem Kürt sorunu yokken bir grup molotof tutkunu psikopat (ki burada bahsi geçen şahısların 2009’da belediye otobüsüne molotof kokteyli atıp 18 yaşındaki Serap’ı öldüren MİT’çi arkadaşlar olup olmadığı da merak konusudur) sorun varmış gibi gösteriyor, ve madem ülke aslında Kürtler için adeta bir gül bahçesi, o halde bunca senedir gizli saklı yürüttüğünüz, kapalı kapılar ardında tuttuğunuz, tüm ısrarlara rağmen içeriğini açıklamamak için kırk takla attığınız ve her fırsatta Kürt halkına karşı şantaj aracı olarak kullandığınız bu “süreç” neyin nesidir?
Boş lafları bir kenara bırakalım. İşin aslı şu ki, Kürt sorunu hala vardır ve olmasının en önemli sebebi, kirli provokasyonlar ve kanlı operasyonlarla, halkları sokak çatışmalarında birbirine kırdırmaya çalışan AKePe hükümetinin ırkçı politikalarıdır. Cumhurbaşkanı bu gerçekleri gayet iyi bilir, ama söylemez. Çünkü tam da kendi söylediği gibi, “Kardeşlerim, dert başka.”
Erdoğan’ın derdi, anayasayı değiştirip, adına başkanlık dediği tek-adam rejimini resmileştirmek.  Zira, ordudan devraldığı vesayetle edindiği mutlak gücü korumanın ve daha önemlisi, işlediği suçlardan Yüce Divan’da yargılanmamanın başka yolu yok.  Başkanlığa giden yolda ise, Erdoğan’ın önündeki en büyük engel HDP. Başlangıçta Kürt özgürlük hareketinin siyasi kanadı olan HDP, zamanla tüm kimliklerin eşitlik ve özgürlük taleplerine ses veren bir parti olarak ülke siyasetinin solundaki büyük boşluğu doldurmaya başladı. Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı adaylığını platform olarak kullanarak, HDP’nin ilkelerini ve hedeflerini anlatan Yeni Yaşam Çağrısı’nı dillendirmeyi başardı ve ülke çapında, hem şahsi güvenilirliğini hem de partinin oy oranını arttırdı. Bu yüzden, HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı, Erdoğan’ı rahatsız etti.  12 Eylül darbe anayasasının anti-demokratik baraj uygulamasıyla HDP’yi durduramayacağını anlayan Erdoğan, adeti olduğu üzere karşıtlık siyaseti üzerinden saldırmaya başladı. “Kürt sorunu yoktur” mesajıyla bir taşla iki kuş vuracağını sanıyor RTE. Bir yandan, Kürtler’in aslında hiçbir sorun yokken durduk yerde şiddet eylemleri yaptıklarını iddia ederek, gerginliği tırmandırmak ve milliyetçi kesimden alacağı oyları arttırmak istiyor.  Öte yandan, Kürt halkının tüm hak ve özgürlüklere zaten sahip olduğu mesajını vererek, HDP’nin kuruluş amacı olan Kürt özgürlük mücadelesinin içini boşaltmaya ve Kürt oylarını HDP’den çekmeye çalışıyor. Seçimlerdeki en büyük hedefi, ne pahasına olursa olsun, HDP’yi meclisin dışında tutmak. Ama başaramayacak.  AKePe ve RTE için artık sonun başlangıcı. Yıllardır sıcak parayla çevirdikleri ekonomide çözülmeler görünür hale geliyor.  “Çalıyor, ama çalışıyor” diyenler, çalınanın kendi ceplerinden çıktığını fark etmeye başladılar. Ülkenin katlanarak büyüyen dış borcu bir yana, sürekli şişen iç borç balonunun patlaması an meselesi.  İşsizlik, özellikle genç nüfusta, çok yoğun.  Ülkenin her köşesinde, her gün ayrı bir direnişin sesi yükseliyor sokaktan.  Doğanın korunması, emeğe saygı, cinsiyet ve ırk eşitliği, azınlık hakları, iş güvenliği, düşünce ve inanç özgürlüğü, laik eğitim ve insanca yaşamın gereği olan tüm hak ve özgürlüklerin ortak paydası olan demokratik, eşit ve adaletli bir yaşam için mücadeleye çağırıyor sokak.  Ve sokağın çağrısı, HDP tarihinin en kısa grup toplantısında sakin ve kararlı bir meydan okuma olarak yankılanıyor Demirtaş’ın gülümseyen sesinde: “Sayın Recep Tayyip Erdoğan; seni Başkan yaptırmayacağız, seni Başkan yaptırmayacağız, seni Başkan yaptırmayacağız…”
(18/03/2015 Jiyan)

17 Mart 2015 Salı

FOTOŞOPUNUZ BERBAT, VİCDANINIZ YOK


Yeni Türkiye denen bu garabette akla mukayyet olmak giderek zorlaşıyor.  Kabataş fantezisini duymayan yoktur herhalde. Değme sado-mazo erotik film senaryolarına taş çıkartacak bir iddia, üstelik devletin en yetkili ağızları tarafından haykırıldı aylar boyunca. Herhangi bir aklı selim liderin gereksiz infial yaratmamak için soruşturma tamamlanana kadar yorum yapmaktan kaçınacağı bu iddialara, dönemin Başbakanı, günün Cumhurbaşkanı, büyük bir iştahla saldırdı. Ortada hiçbir delil olmadığı halde, her fırsatta televizyondan, miting meydanlarından, meclis kürsüsünden tekrar ettiği yalanlarla başörtülü bacısına nasıl saldırıldığını ballandıra ballandıra anlattı. Muktedirin ağzından çıkan her söze Allah’ın kelamı gibi biat eden yandaş medyanın lejyonerleri de, saldırının gerçek olduğunu hem vallahi hem billahi, yeminle doğruladılar.  Evet, evet…  Görüntüleri izlemişlerdi.  Durum çok vahimdi.  Tabii ya… morlukları da görmüşlerdi.  Kadıncağız hala şoktaydı.  Şahitlerdi işte.  80-100 kadar üstleri çıplak, deri pantolonlu, bandanalı adam. Taciz. Şiddet. Yaaaa… vah vah. Ne??? Kadının üstüne n’apmışlar?!!  Vay rezil çapulcular!
Hikayedeki saçmalıklar saymakla bitmez.  Defalarca yazıldı, çizildi. Hepsini tekrar etmeye gerek yok.  Fakat benim aklıma en çok takılan, “hanım kızımızın” Elif Çakır’la röportajındabahsettiği esrarengiz yaşlı amca.  Hani şu, olaya müdahale etmeye çalıştığı için kızıyla beraber “öldüresiye” dövüldüğü iddia edilen.  Öncelikle, bu adamcağız ve kızı öldüresiye dövüldükten sonra, olay yerinden nasıl uzaklaştılar?  İkincisi, bu olay üzerine bunca gürültü, kavga, kıyamet koparken, bu cesur yürek amca ya da kızı neden ortaya çıkıp “Evet, biz oradaydık” demedi?  Yoksa onlar da mı paralel?  Ve Kabataş ekibine en önemli sorum: Herkesi kör, alemi sersem mi sanırsınız?
Aynı günlerde, yine dönemin başbakanı tarafından sürekli tekrarlanan ve caminin imamı tarafından ısrarla reddedilen “camide içki içtiler” yalanı gibi, Kabataş fantezisinin de görüntüleri olduğu iddia edildi. Camide içki görüntülerini Cuma günü ortaya çıkartacağını söylemişti RTE. 89 Cumadır bekliyoruz.  Ses var, görüntü yok. Yandaş medyanın neferlerinden İsmet Berkan, Kabataş görüntülerini izlediğini yazdı.  Bir buçuk sene sonra, sanıyorum hayatının en dürüst açıklamasında, yaptığının “hıyarlık” olduğunu itiraf etti.  Fantezinin fanatik savunucusu Elif Çakır’ın avukatı bile iddiaların yalan olduğunu açıkladı. Kabataşçılar yine vazgeçmedi. 2560 saatlik Mobese görüntüsü polis tarafından incelendi. Bırakın 80-100 taneyi, ilaç niyetine bir tane bile üstü çıplak, deri pantolonlu, bandanalı adem oğlu bulamadı polis.
Normal bir ülkede, böyle bir durumda iddia sahipleri, özür dileyecek kadar erdemli olmasalar bile, en kötü ihtimalle susup olayın unutulmasını beklerler. Oysa Yeni Türkiye’de, yavuz hırsız olmanın prim yaptığı 17 Aralık 2013’te yolsuzluk dosyaları ortaya çıktığında tecrübeyle sabitlendi.  AKP hükümeti, aynı  taktikle hareket ederek, havuz medyasına hatayı kabullenmek yerine saldırı emri verdi. Yandaş kalemler, avaz avaz “kadının beyanı esastır” diye bağırdılar.  Gerçekten taciz edilen kadınlar için hayati önem taşıyan bu cümlenin içini boşalttılar. Mobese kameralarının “kör olduğunu” söyleyip, kameraların sahibi şirketi paralellikle suçladılar. Hadi Mobeseleri paralel çarptı, kedi yedi, her neyse.  Ama bir Allah’ın kulu bu olağandışı olayı telefonuna kaydetmedi mi? Tartaklama, taciz, arbede filan olmadan, 80-100 değil, 10 tane üstü çıplak, deri pantolonlu, bandanalı adam sokakta dümdüz yürüseler bile, en az 100 kişi görüntü alıp anında sosyal medyada paylaşır.  Tek bir kare fotoğraf, bir dakikalık video bile yok. O gün, o saatte Kabataş’ta bulunan yüzlerce insanın hepsi de paralel miydi? El insaf! Bu kadarla da kalmadı Kabataş tayfası.  Olayın hiçbir görüntüsünün olmayışını açıklamak için geçtiğimiz ay katledilen Özgecan’ı kullanacak kadar alçaldılar.  “Onun da görüntüleri yok” derken ar damarları sızlamadı bile. Rezil bir yalanı savunmak için, ıssız bir yol kenarında bir minibüsün içinde vahşice öldürülen genç bir kadını kullanmaktan çekinmeyenler, kompozisyon yarışması gibi aynı başlıkla yayınlanan 13 köşe yazısında, vicdandan bahsettiler utanmadan.
Ve zırvalıkta  son perde: Dün yandaş medyada  çıkan akla zarar bir “haber”de saldırının görüntülerinin ortaya çıktığı iddia edildi.  Ancak ne hikmetse, haberde söz konusu görüntüler yok.  Onun yerine, son derece beceriksiz bir şekilde fotoşopla, üzerine siyah insan silüetlerinin yerleştirildiği bir Kabataş fotoğrafı kullanılmış.  Haberin kanıtı olarak mı, temsili resim mi, belli değil.  Her şekilde kepazelik.
Durum bu kadar ciddi olmasa, ülkenin geçmişi devlet ağzından söylenen yalanların başlattığı  katliamlarla dolu olmasa, belki hep birlikte gülebilirdik bu pespayeliğe.  Genç bir kadının, buluşmaya geç kalan kocasına kapris yapmak için uydurduğu yalanın kontrolden çıkmasını anlayışlı bir tebessümle geçiştirebilir, ya da belki fantezinin uçukluğuyla alay ederdik. Oysa genç kadının ağzında gülünç ve aptal bir yalan olan Kabataş, Cumhurbaşkanı’nın nefretle gerilmiş dudakları arasında bir savaş çığlığına dönüşüyor. Ve biz gülemiyoruz artık. Çünkü Maraş yumruk olup oturuyor boğazımıza. 6-7 Eylül’ün kana bulanmış yıkıntılarının tozu dumanı yaşartıyor gözlerimizi.  Madımak’ın yanık kokusu genzimizi yakarken gülemiyoruz. Kabataş basit bir yalan değil. Kabataş bir linç çağrısı. Evde zor tutulduğu iddia edilen %50’yi sokağa dökmek için söylenen, gerçek olmadığı ispat edildikten sonra bile, bizzat Cumhurbaşkanı  tarafından tekrarlanan bir yalan. Kabataş,  hırstan gözü dönmüş bir iktidarın kendi çıkarları için ülkeyi kana bulamaktan çekinmeyeceğinin açık kanıtı. Kabataş bu ülkenin halklarına karşı işlenmiş ağır bir suç.
Son yıllarda şahit olduğumuz yolsuzluk, hırsızlık, kanunsuzluklarla, Yeni Türkiye’de suça karşı giderek hissizleşiyoruz. Her yeni skandalla bir öncekini unutur gibiyiz sanki. Oysa sokağın sağduyulu öfkesini diri tutmak için toplumsal hafızamızı güçlendirmemiz gerek. Roboski’yi, Reyhanlı’yı, Sivas’ı, Gezi’yi, Lice’yi, Cizre’yi unutmayacağımız gibi, Kabataş’ı da unutamayız.  Bu ülkede insanları sokakta birbirlerine kırdırmak için devletin en tepesinden yapılan provokasyonların hesabı sorulana kadar, her birini hatırlamak, hatırlatmak zorundayız.
Sevgili (!) iktidar sahipleri ve yandaşları: Mevcut düzende, adalet emrinizde, hukuk ayaklarınızın altında olduğundan, işlediğiniz suçların bedelini ödemeyeceğinizi sanıyorsunuz.  Yanılıyorsunuz.  Devranın döneceği gün yakın.  Ve o gün geldiğinde, diğer suçlarınızdan olduğu gibi, Kabataş yalanından da yargılanacaksınız.  Reisiniz sonun yaklaştığını bildiği için korkuyor.  Korktukça saldırganlaşıyor. Artık insanlar kesmiyor onu, yükselen dolarla bile kavga ediyor. Nefretle büyüyen iktidarınız yıkılacak ve siz yargılanacaksınız.  Fakat endişe etmeyin. Bazı mağduriyet tellallarının iddia ettiği gibi sizi asmak filan değil niyetimiz. Bağımsız yargı önünde, hukuka uygun şekilde yargılanacaksınız. Çünkü biz herkesin, sizin bile, adil yargılanacağınız bir düzenin, eşit, demokratik, özgür bir yeni yaşamın hayaliyle çıktık bu yola.  Oraya varmadan durmayacağız.
 Not: Yandaş medyanın Kabataş görüntüleri konulu fotoşop rezaleti üzerine yapılan caps’leriburada  ve burada bulabilirsiniz. 
(11/03/2015 Jiyan)

11 Mart 2015 Çarşamba

T.C.AVÜZ

Birkaç ay önce annemle babamın evine hırsız girmiş. Akşam eve gelip ortalığı talan edilmiş bir şekilde bulunca, perişan olmuşlar. Çalınanlardan çok, bir yabancının evlerine zorla girmiş olması, torunlarının yazdıkları notlardan iç çamaşırlarına, aile fotoğraflarından nerede olduğunu bile unuttukları evlilik cüzdanlarına kadar tüm özel eşyalarına izinsiz dokunmuş olması ağrıtmış yüreciklerini. Psikologlar, evleri soyulan birçok insanda, maddi kayıplardan değil, mahremlerinin ihlal edilmesinden ve bunun yarattığı çaresizlik hissinden dolayı travma sonrası stres bozukluğu veya depresyon belirtileri görüldüğünü söylüyorlar.  Tıpkı tecavüz kurbanları gibi.
İnsanın en mahremi, en kendine ait varlığıdır bedeni. Ve o mahremin hoyratça ihlal ve işgali, izinsiz dokunuşlarla tenin gasp edilmesi, bir de bunu durduramamanın, engel olamamanın çaresizliği, tecavüzün şiddetinden çok daha fazla acıtır canını.  Kesikler, morluklar, yaralar, kırıklar iyileştikten çok sonra bile, o çaresizlik kanamaya devam eder için için.
tecavüz
isim (teca:vüz)  
  1. isim Saldırı
“Çekler bir Alman tecavüzü karşısında mutlaka silaha sarılacaklardır.” - Y. K. Karaosmanoğlu
  1. Namusuna saldırma, sarkıntılık
  2. Başkasının hakkına el uzatma
  3. Aşma, ötesine geçme

TDK sözlüğünde  tecavüzün dört farklı tanımı var. Yeni Türkiye’nin parti-devleti, bu tanımlardan uygun olan birini/birkaçını kullanarak, istisnasız hepimize, düzenli olarak tecavüz ediyor, ya da ettiriyor. AKePe gururla sunar: T.C.avüz. Bir Yeni Türkiye klasiği.
İki numaralı tanımdaki cinsel içerikli tecavüzün kurbanlarının hemen hepsi kadın, çocuk veya LGBT birey.  Tecavüz, gelişmiş toplumlarda insanlık suçu olarak tanımlanmasına ve
lanetlenmesine ragmen, Yeni Türkiye’de aklın sınırlarını zorlayan uygulamalarla adeta teşvik ediliyor. Devlet tecavüz edilenin ne giydiğini, ne içtiğini, nasıl güldüğünü sorgularken, tecavüzcünün taktığı 10 liralık kravatı, uzattığı sakalını, ve hatta “işi bitirememesini” bile hafifletici sebep olarak görüp, bol keseden ceza indirimleri dağıtıyor.
Kocaların zaten eşleri üzerinde hak olarak gördükleri tecavüz, çarpık sistem ve çağ dışı uygulamalarla, sokaktaki erkek için de normalleştiriliyor. İffet ve namus kriterlerinde devlet standartlarının dışında kalan, iktidarın belirlediği yaşam alanına sıkışmayı reddeden kadınlar devletin en yetkili ve en çirkin ağızlarından hedef gösteriliyor.  26 erkeğin tecavüz ettiği 13 yaşındaki çocuğun, oturabilmesi için altı kez ameliyat edilen parçalanmış anüsünde “tecavüze rıza”sı olduğunun kanıtını gören devlet, N.Ç’nin  27. tecavüzcüsü oluyor.  LGBT bireylere karşı işlenen tecavüz suçları ise, çoğu zaman dava aşamasına gelmiyorlar bile. Araştırılmaya değer bulunmadıklarından örtbas ediliyorlar.
Cinsel içerikli tecavüzler yetmiyor devletin kadın bedenine olan iştahını kesmeye. Her açıdan hükmetmek, nasıl giyineceğine, hangi işlerde çalışacağına, ne zaman evleneceğine, kaç çocuk doğuracağına da karar vermek istiyor. Kürtajı tamamen yasaklamaya henüz gücü yetmese de, birçok kısıtlama getiriyor. Yasalaştıramadığı yasakları, kurumları aracılığıyla gayrı resmi olarak uygulamaya koyuyor. Devletin hastanesinde, annesinin katili olan eski sevgilisi tarafından kolundan yaralanan iki aylık hamile bekar bir kadının yasal hakkı olan kürtaj isteği reddediliyor. Kolunun kesilmesi pahasına, kadın istemediği bebeği doğurmaya zorlanıyor.  Olay basına yansıyınca, devlet “baba”, ali cenap  pozlarında devreye girip, kürtaja “izin” veriyor.  Böylece hem ele güne karşı vicdan gösterisi  yapıyor, hem de kadın bedeni üzerinde son sözün devlete ait olduğunu çarpıyor suratımıza.
Cezaevlerinin demir parmaklıkları ardında, gözlerden ırak olmanın rahatlığı içinde, orada bulunmaları bile insanlık suçu olan çocukların yara bere içindeki küçücük bedenlerine,
yaşlarından büyük acılarla kırılmış ruhlarına tecavüz ediyor devlet. Yakalandığında, bu iğrençliği gözler önüne seren gazeteciyi, “devletin mahremiyetini deşifre etmek”le suçlayacak kadar pişkin.  Ve tecavüzcüleri aklayıp, pisliklerini örtbas etmek için, tecavüz kurbanı çocukları ömür boyu hapis istemiyle yargılayacak kadar zalim.
Üç numaralı tanım üzerinden, haklarına el uzattığı emekçilere tecavüz ediyor devlet.  Bir yandan kamuya ait madenlerini yandaş taşeronlara yok pahasına peşkeş çekerken, bir yandan tarımı bitirip köylüyü, çiftçiyi bu taşeron şirketlerde köle gibi çalışmaya mecbur ediyor. Rüşvet ve rant karşılığı ihale alan şirketlerde işçiler katledilirken, devlet “fıtrat” diyor.  İşçinin insanca yaşama, emeğinin karşılığını alma hakkına tecavüz ediyor. Sahte imzalı Bakanlar Kurulu kararıyla grev erteleyerek, haksız işten çıkarmaları protesto eden sendika yöneticilerini gözaltına alarak işçinin sendikalaşma, grev, toplu sözleşme haklarına top yekün tecavüz ediyor.
Dört numaralı tanımla, sınırlarını aşarak, yetkilerinin ötesine geçerek tecavüze iş dünyasında devam ediyor devlet.  Hükümete muhalif şirketleri batırmak için tüm imkanlarını seferber ediyor. Eski suç ortağı olan cemaatin bankasına etik olmadığı kesin, yasallığı tartışmalı yöntemlerle el koyuyor.  AKePe’nin oylarının düştüğünü gösteren anketi yapan araştırma şirketine bile saldırmaya tenezzül ediyor. Öyle arsız, öyle azgın.
En kapsamlı tecavüz bir numarada. Kadın, erkek, çocuk demeden, kendinden olmayan herkese saldırıyor devlet. Orantısız güç kullanan polisin kurşunuyla, vesayeti üzerinden devralıp özel muhafız ordusuna çevirdiği askerin topu tüfeğiyle, “gerektiğinde polistir, askerdir” diyerek kışkırttığı esnafın bıçağı, palası, sopası, tekmesiyle, çocuklarımızın, arkadaşlarımızın, sevgililerimizin, kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın yaşam hakkına tecavüz ediyor.  Can almaya, kan dökmeye doyamıyor. Roboski’de, Cizre’de, Güven Park’ta, Lice’de, Eskişehir’de bir karanlık sokakta…  Solcuya, Kemalist’e, komüniste, kızlı-erkekli yaşayan öğrenciye, eşitlik ve özgürlük talep eden Kürt’e, devşiremediği Ermeni’ye, Yahudi’ye, “çek elini bedenimden!” diyen feministe, saraya soytarı olmayan sanatçıya, Hipokrat yeminine sadık kalan doktora, yandaş olmayan gazeteciye, ateiste, LGBT bireye, dönüşmeyen Alevi’ye, insanca yaşamak isteyen  biat etmeyen herkese, çArşı’ya yahu, çArşı’ya!!  Nefret, saldırı, T.C.avüz.
Parti-devletin tepesindeki RTE, her alanda, her kesim üzerinde mutlak egemenlik elde etmeye çalışırken, içten içe sonun yaklaştığının farkında. Amacına ulaşıp tek adam rejimini resmileştirmek için yapabileceklerinin sınırı yok, çünkü o koltuktan indiğinde yargılanacağını biliyor. Korkunun keskin, çürümüş kokusu, bin odalı sarayın rokete, bombaya dayanıklı duvarlarını aşıp, tüm ülkeye yayılıyor. Korktukça daha saldırgan, daha çirkef oluyor. Daha çok öldürebilmek, daha geniş kapsamlı tecavüzler gerçekleştirmek için “iç güvenlik” adı altında, faşizmin el kitabını yasalaştırmak istiyor.  Şimdilik başarıyor gibi görünse de, boşuna. Taşlar yerinden oynadı bir kere.  Artık sokak var.  Şiirli, türkülü, zılgıtlı direniyor sokak. Zaman zaman sessizleşse de susmuyor. Devletin kustuğu nefrete inat, sokak aşk dolu, umut dolu. Orantısız zekası, devrimci gülüşüyle, haklı öfkesiyle, bitmeyen isyanıyla, kana bulanan kartopunu çığ edip önüne katmış, geliyor sokak.  Durdurabilene aşk olsun!
(26/02/2015 Jiyan)

TÜRKİŞ ERKEK ÇOK GÜZEL. YİNE GELECEK BEN.


Yaşı tutanlar hatırlar. 80’lerde darbe sonrası apolitize edilmiş toplumun beynini asparagasla uyuşturan bulvar gazeteleri dökülmüştü ortalığa. Az giyimli kadın resimlerinin yanına, uydurma yazıları koyar, haber diye basarlardı. Özellikle Türk erkeklerinin ülkeyi ziyaret eden yabancı kadınlar arasında ne kadar popüler olduklarına dair “haberler” pek revaçtaydı. Kimbilir hangi dergiden arak, yatakta sere serpe yatan bir sarışın fotoğrafı: “Helga Türk erkeklerine bayıldı!” Rus revü grubunun sahnede çekilmiş bir pozu: “Türk erkeklerinin gücünü duyup geldik.” Plajda üstsüz güneşlenen bir turist: “Norveçli İngrid ‘Güneşiniz ve erkekleriniz beni yaktı’ dedi.” Ülkeye gelen her kadın turistin yana yakıla sevişecek Türk erkeği aradığına yemin billah eden bu haberlerin, o dönemde özellikle turistik bölgelerde yabancı kadınlara taciz ve tecavüz vakalarının artmasında tam olarak ne kadar etkili olduğunu bilmiyorum. Ancak, erkeklerimizde bir özgüven patlaması yarattığı muhakkak.
Son günlerde, Türk erkeklerinin dünyadaki popülaritesi (bu kez gerçekten) arttı. Özgecan Aslan’ın canice katledilmesiyle biraz daha görünürlük kazanan kadın katliamına karşı pek çok protesto eylemi yapıldı, yapılmakta. Çoğunluğunu kadınların ve kadın örgütlerinin organize ettiği bu protestolar arasında, hem Türkiye’de, hem uluslararası medyada en çok ses getirenlerden biri erkeklerin mini etek yürüyüşüydü.
#OzgecanIcinMiniEtekGiy hashtagiyle sosyal medyada duyurulan gösteride, erkekler
devletin çarpık politikalarıyla giderek artan ve normalleştirilen kadına karşı şiddeti protesto etmek için, etek giyip yürüdüler. Yerli ve yabancı basın, bu eyleme geniş yer verdi. Sosyal medyada yüzbinlerce insan destek oldu. Ünlü oyuncu Emma Watson Türk erkeklerine övgü mesajı bile gönderdi. Açık konuşalım, sempatik bir eylemdi. Bir sürü çarpık bacaklı erkek, kimi soğuktan titrediğini çaktırmamaya çalışıyor, kimi uyanıklık edip (ya da bir kadından tüyo alıp) tayt giymiş. Kısa giyen eteğini çekiştiriyor, uzun giyenin ayaklarına dolaşıyor… Sanki sadece etek giymek bile, yüzlerce yıldır ataerkin onlara sağladığı üstünlüğü, egemen olmanın verdiği o kudreti biraz örselemiş.  Daha bir kırılgan, daha bir incinebilir görünüyorlar. Ve biz kadınlar, tam erkek egemen sistemin nesillerdir süregelen baskısına isyan etmiş, en sevdiğimiz erkeklere bile gözlerimizi kısıp dişlerimizi sıkarak kötü kötü bakarken, hani neredeyse erkek cinsiyetinin cem-i cümlesini ayağımızın altına alasımız varken, onları bu şekilde görünce bir gevşeyiverdik. İçimiz ısındı, bakışlarımız yumuşadı. “Canım yaaa” havasına girdik. Neyse ki çabuk toparlandık. Yok, sevgili erkekler. O kadar kolay kurtaramazsınız paçanızı. Tamam, güzel bir eylem. Sağ olun, var olun. Ama öyle bir gün etek giymekle olmuyor bu işler. Bir konuşalım hele.
Önce bir parantez: Erkeklerin kadın hakları konusunda eylem yapmaları veya yapılan eylemlere katılmaları çokça tartışılan bir konu. Ben de en yakın arkadaşımla (ki kendisi sağlam feminist ve anarşiktir) geçen haftaki yazımdan beri bunu konuşuyorum. Ben, şiddeti uygulayanlar erkekler olduğundan, sorunun bir kadını sorunu değil, erkek sorunu olduğunu, bu yüzden de kadına şiddete karşı aktif mücadelenin her erkeğin sorumluluğu, hatta görevi olduğunu, mücadeleye katılmayan tüm erkeklerin süregelen kadın katliamında suç ortağı olduklarını savunuyorum. Arkadaşım ise mücadelenin ezilen kimliğe ait olduğunu, bu yüzden ezilen kimliğin kendi benliğini bulabilmesi için erkeklerin bu mücadelede ancak arka saflarda yer alabileceklerini, hatta pek çok eylemde katılımcı olarak bile bulunmamaları gerektiğini düşünüyor — ki bu düşüncesinde yalnız değil. Pek çok kadın örgütü bu yönde bildiriler yayınladılar, bazı eylemlerde alana gelen erkeklerin katılmalarına engel oldular. Haklı oldukları noktalar var. Elbette kadın hakları için verilen mücadelede lokomotif gücün kadınlar olması gerek. Ancak, bu mücadelede erkeklerin yer almasına karşı çıkıyorsak, siyahların hak savaşında beyazların, ya da daha yerel bir örnek verecek olursak, Kürt halkının özgürlük mücadelesinde Kürt olmayanların varlığına da karşı çıkmamız gerek. İstenen farklı kimlikleri ayrıştırmak değil, beraber ve eşit şekilde yaşamalarını sağlamaksa eğer, kanımca birlikte mücadele etmek sadece faydalı değil, gereklidir de. Ezilenin mücadele etmesi, insanlık onurunun gereğidir. Oysa ezen kimliğe mensup olanlar için, asırlardır sahip oldukları, hatta bazılarınca fıtrat gereği olduğu iddia edilen imtiyazlardan ve egemen güçten vazgeçmek içgüdüsel reflekse aykırıdır. Kendi erkine son vermek için mücadele etmek çok zor, bir o kadar da erdemlidir. Ve biz erdemli erkekleri seviyoruz.
“Sevgili” erkekler: Hemcinsleriniz arasında genellikle bir aşağılama olarak kullanılan etek giyme eylemini, üstelik kış ayazında gerçekleştirip, kadına karşı şiddete dikkat çekmeniz… yetmez, ama evet. Daha öğreneceğiniz çok şey, yapacağınız çok iş var. Hepsini anlatmaya bir yazı yetmez. Birkaçına değineyim.
Öncelikle, hep alışık olduğunuz üzere, her konuda bilirkişi olup konuşmak, ahkam kesmek yerine, dinlemelisiniz. Evet, kadın hakları ve özgürlükleri için aktif olarak mücadele etmelisiniz, fakat bunu yapabilmek için, önce kadınların ne istediklerini bilmeniz gerek. Zira, biz kadınlar sandığınız gibi sadece taciz ve tecavüzle değil, her gün ayırımcılığın ve şiddetin 50 tonuyla savaşarak var olmaya çalışıyoruz. Ve yaygın kanının aksine, belirli bir zümrenin, eğitim düzeyinin, ya da inanç kesiminin tekelinde değil cinsiyetçilik. Biz kadınlar sadece cahillerle ve yobazlarla değil, kadın meslekdaşlarını aşağılayıp önlerini kesen üç-beş üniversite bitirmiş profesörlerle, davaya hizmet bahanesiyle kadınları taciz eden en sosyalist, pek demokrat devrimcilerle, sosyal ortamlarda centilmenlikten kırılan, ama evde eşlerini döven metroseksüellerle de mücadele ediyoruz. Aklınıza gelmeyecek, hatta duyduğunuzda belki size normal gelecek, “Ne var canım bunda?” diyeceğiniz öyle çok detay var ki soluğumuzu kesen, yaşam alanımızı daraltan… Anlayabilmek için çok susmanız, iyi dinlemeniz gerek.
Şiddetin sadece eylem değil, söylem olarak da var olduğunu anlamanız gerek. Mesela sevgilinin doğumgünü pastasının üzerine “Ya benimsin ya toprağın” yazmanın şirin bir jest değil, ağır bir şiddet söylemi olduğunu, bunu “Böyle aşk herkese nasip olmaz” diye haber yapmanın ise şiddeti normalleştirmek, hatta romantikleştirmek olduğunu öğrenmelisiniz. Hem sevgililerimiz, hem de ülkenin (tamamı erkek olan) yazı işleri müdürleri olarak, bu tür söylemlere karşı durmalısınız.
Dilin cinsiyetçilikten arındırılması çok önemli. Doğruluğu tanımlamak için “adam gibi”, hakaret etmek için “karı gibi” demeyin. Yerinde küfür candır, ağız dolusu lezzettir hatta. Ama ana-avrat içerikli, cinsiyetçi küfürleri sözlüklerinizden çıkartın.”Amk” dilde ne kadar güzel yuvarlansa da, küfürün nesnesini kadınlaştırdığını hatırlayıp, yutkunun. Birlikte olduğunuz, olamadığınız, ayrıldığınız, reddedildiğiniz, arkadaş olduğunuz hiçbir kadın hakkında cinsel içerikli geyik yapmayın. Yapılan geyiklere gülmeyin.
Ataerkin kadınlar üzerine vurduğu kilitleri perçinlemek için uydurduğu, bacak arasına, meme çatalına, kızlık zarına sıkıştırdığı namus yalanının arkasına saklanmayı bırakın. Özgecan’ın otopsi raporunda tecavüze uğramadığı belirlendiği için “Namusunu kurtarmış” dediğinizde, aslında tecavüz edilen kadınların namuslarının kirlendiğini söylediğinizin farkına varın. Tecavüz edilip “namusu kirlendiği” için öldürülen Güldünya’yı, Hasret’i ve daha nicelerini hatırlayın. Bir de namusu temizlensin diye tecavüzcüsüyle evlendirilip her gün aynı cehennemi yaşamak zorunda bırakılan binlerce kadını.
“Melek gibi” masum olan Özgecan’ın katledilmesine isyan ederken, pavyonda çalışan Nuran Dutlu’nun aynı canilikle öldürülmesine sessiz kalmayın. Aksi takdirde, kadının giydiği taytı ya da sürdüğü kırmızı ruju ağır tahrik unsuru olarak görüp katillere ceza indirimi veren; 26 erkek tarafından tecavüze uğrayan 13 yaşında çocuğun rızası olduğuna hükmeden; Pozantı cezaevinde, devlet gözetimi altında olması gereken çocuklara tecavüz edenleri serbest bırakıp, tecavüze uğrayan çocukları müebbet istemiyle yargılayan sistemin parçası olursunuz.
STK’lar, kadın dernekleri, siyasi partiler ve bağımsız gruplar aracılığıyla yasaların iyileştirilmesi, gerekli düzenlemelerin yapılması ve benzeri çalışmalarda yanımızda olun. İlla ön planda, spot ışıkları altında olmanız, en çok yeri kaplamanız gerekmiyor. Ha… Yer kaplamak demişken, toplu taşıma araçlarında otururken de bacaklarınızı toplayıverin bi zahmet.
“Bütün bunları zaten yapıyorum” diyorsanız, tebrikler! Beşinci günün şafağında Doğu’ya bakın. Henüz işiniz bitmedi. Ailenizde, mahallenizde, okulda, iş yerinde, pampalarınızın arasında ayırımcı dil kullanan, şiddet uygulayan, kadınları objeleştirenler varsa, onları uyarmak da sizin göreviniz. “Yok artık!” demeyin. Bunca zaman sefasını sürdüğünüz erkek egemen sistemin değişmesi kolay mı sandınız? Haydi iş başına “beyler”! Siz üzerinize düşeni yapın, biz#turkishmenarethebest‘i #TT yaparız. Söz!

(24/02/2015 Jiyan)