21 Ekim 2014 Salı

KÜRT KARDEŞLER, BARIŞALIM MI?

Cumhurbaş(ba)kanı Recep Tayyip Erdoğan’ın PYD ve PKK’nın eş olduğunu ve PYD’ye silah ve mühimmat yardımı yapılmasının kabul edilemeyeceğini açıklamasının üzerinden 24 saat geçmeden, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, söz konusu yardımı yaptığını duyurdu. “Dünya Lideri”nin suratında patlayan tokadın sesi ülkeye henüz ulaşmışken, bu kez Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Peşmerge güçlerinin Türkiye üzerinden Kobane’ye geçişine izin verildiğini açıkladı. Özetle, AKP hükümetinin, hem akıllı iç ve dış politika, hem de insanlık adına haftalar önce yapması gerekeni, ABD döve döve yaptırdı.
İşin insanlık boyutu bir yana, Türkiye’nin çıkarları açısından da doğru olan, Kobane’ye ilk günden destek vermekti. Tüm dünyanın büyük tehdit olarak gördüğü terör örgütü Işid’e karşı oluşturulan koalisyonda yer alıp, yıllardır hayal ettiği bölgenin etkin gücü konumuna gelebilecekken, kendisine üç beden büyük Dünya Lideri sıfatına heves eden Erdoğan’ın Esad’ı devirme inadı, Türkiye’ye her bakımdan çok pahalıya mal oldu.
AKP hükümetinin İşid’e iyi ihtimalle göz yumduğu, gerçekçi ihtimalle silah ve tıbbi yardım sağladığı, İşid’in kaçak petrolünden bizzat hükümette yer alan isimlerin kar ettiği yolunda ciddi iddialar dünya basınında geniş yer aldı. Erdoğan’ın bu iddiaları memleket dahilinde alışık olduğu şekilde “İftira! Bizi kıskanıyorlar. Hainler!” feryatlarıyla yalanlama çabası, doğal olarak uluslararası platformda ciddiye alınmadı. Aksine, koalisyona destek vermemek için türlü bahaneler uydurup şartlar öne sürmesi, iddiaları güçlendirerek, Erdoğan’ın zaten az olan güvenilirliğini sıfırladı.
ABD’nin Türkiye’yi ekarte ederek PYD ile doğrudan görüşmeye başlaması ve Erdoğan’ın avaz avaz karşı çıktığı silah yardımını gerçekleştirmesi, AKP hükümetini 180 derece çark etmeye zorladı. Dün söylediğini bugün yalanlamayı hükümet politikası haline getiren AKP, düne kadar asla ve kat’a reddettiği koridoru bugün kendi insiyatifiyle açmış gibi yaptı. Düne kadar RTE’nin “Türkiye ile ne alakası var?” dediği Kobane’yi, Davutoğlu bugün Suruc’tan ayırmadığını söyledi. Ve dünya, “afallatan manevra” dediği bu pespayeliği şaşkınlıkla izledi.
AKP’nin akıl ve vicdan dışı politikalarının ülkeye içerde verdiği hasar, dışardakinden daha büyük. Dışişleri Bakanlığı döneminde dahiyane (!) sıfır sorun politikasıyla Ortadoğu’dan Afrika’ya, Avrupa’dan Asya’ya neredeyse her temasta bulunduğu ülkeyle çelişki yaratmayı başaran Davutoğlu kendi kendine Başbakancılık oynarken, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamından hükümete başkanlık eden Erdoğan, şahsi hırsları uğruna ülkeyi ateşe attı. Halen Erdoğan yönetimindeki AKP hükümeti, özerk bir Kürt oluşumuyla sınır komşusu olmaktan duyduğu rahatsızlığın çözümü için terör örgütü Işid’den medet umdu. “Işid Kürtleri temizlesin, biz sonra Işid’i hallederiz” mantıksızlığıyla hareket ederek, sınırlarının 1 km ötesinde, Türkiye Kürtlerinin sadece soydaşları değil, akrabaları, arkadaşları, komşuları olan Kobanelilerin katledilmesine seyirci kaldı. Erdoğan Kobane’nin düşeceğini “müjde”lerken, provokasyonla sokaklar kana bulandı. Polis eşliğinde insan avına çıkan Hizbullah çeteleriyle, sokak ortasında kalleşçe arkadan vurulan gazete emekçisiyle, toplu gözaltılarla, sokağa çıkma yasaklarıyla ülkeyi bir gecede 25 sene geriye götürdü AKP. Senelerdir artık ağlamayacakları günü bekleyen analara yeni ağıtlar yaktırıp, milyonlarca insanın her şeye rağmen tutunmaya çalıştığı barış umutlarının üzerinde tepindi.
Şimdi ABD’nin dayatmasıyla yapılan U dönüşü sonrası, AKP’nin barış süreci konusunda atacağı adımlar merakla bekleniyor. Kuvvetle muhtemel, olağan pişkinlikleriyle, “Biz kardeşiz, haydi öpüşüp barışalım” tarzı bir yaklaşımla, hiçbir şey olmamış gibi sürece kalınan yerden devam etmek isteyecekler. Barıştan vazgeçmek söz konusu değil elbet. Süreç devam etmeli. Fakat geçtiğimiz günlerde gördük ki, özellikle mevcut güvensizlik ortamında, tek adamların tekelinde, kapalı kapılar ardında yapılan gizli saklı görüşmelerle ancak bir adım ileri iki adım geri gidebilmişiz. Karşılaşılan veya suni olarak yaratılan her krizde, taraflar barışı rehin alarak birbirlerine şantaj yapmaktan geri kalmazken, şahsi çıkarlar, hatta kaprislerle sürecin tehdit edildiğine şahit olduk. Ve bunlar olurken, savaşın ve barışın gerçek tarafları, yani ağlayan analar, yani kışlada ya da dağdaki can parçasından haber bekleyen babalar, kardeşler, sevgililer, yani hayvan otlatmaya gittiğinde mayına basmadan eve gelmesi için arkasından dua edilen çocuklar, yani bu ülkede 40 yıldır süren kirli savaştan canı yanan halklar, kendileri adına yapılan pazarlıklardan habersiz, barışı beklediler. Sonuç ortada.
Einstein deliliği, aynı şeyi tekrarlayıp farklı sonuç beklemek olarak tanımlar. Zaman zaman ülkede yaşananlar yüzünden kitlesel delirmenin eşiğine gelsek de, barış konusunda akıllı davranmak zorundayız. Gerçek ve kalıcı bir barış için siyasi platformda muhalefetin, ve daha önemlisi sokakta halkların sahip çıktığı ve dahil olduğu bir sürece ihtiyaç var. Senelerdir basmakalıp önyargılarla süreci reddeden ve hiçbir alternatif üretmeyen CHP, kendi içinde radikal bir yeniden yapılanmayla, bünyesindeki giderek sağa kayan kemikleşmiş ulusalcı yapıdan kurtulup, halkların eşit ve özgürce yaşadığı bir ülke için süreçte yerini alırsa, hem parti hem de ülke için önemli bir kazanım olur. Ancak şunu belirtmekte fayda var: CHP’nin, veya herhangi bir siyasi partinin, sürece olumlu bir yaklaşımla katılımı faydalı olsa da, mutlak şart değil. Kanımca barışın en önemli bileşeni ve tek olmazsa olmazı halklardır. Zira demokrasi gibi, barış da tepeden indirilemez, ancak tabandan yükselir. Ve gerçekten her kimliğin eşit haklara sahip olarak, özgürce yaşadığı bir barış ortamı istiyorsak, ki barış için eşitlik ön koşuldur, burada asıl görev, bugüne kadar egemen kimlik olarak yaşamış olan Türk halkına düşer. Egemenlik kayıtsız şartsız tüm kimliklerin olmadıkça, adı “Yeni” de olsa, Türkiye bu eski ve kirli savaşın kıskacından kurtulamaz.
(21/10/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder