29 Aralık 2014 Pazartesi

AMA'SIZ DEMOKRASİ, SIRASIZ DUZEN

Yeni Türkiye’de ortalık toz duman. Göz gözü görmüyor, her kafadan çıkan sesler birbirine karışıyor. Memleketin kadrolu darbe mağduru AKP hükümeti, ağzına sakız ettiği aynı nakaratla iktidara yan bakanı darbecilikle suçluyor. Öte yanda, yakın geçmişin zalimi Cemaat, bugün AKP faşizminden nasibini alarak mazlum oluyor. Düne kadar iktidarın gayri resmi ortağı olarak özgürlükleri hiçe sayarken, demokrasiyi ayaklar altına alıp adaletin ırzına geçerken, senelerce şahsi ve siyasi hesaplaşmaları için kullandığı kumpas silahı kendisine karşı çevrilince bir anda özgürlük ve demokrasinin yılmaz savunucusu kesiliyor. 28 Şubat’tan Mavi Marmara’ya kadar her çelişkide tavrını otoriteden yana koymuş olan Gülen’in cemaati, otoritenin hedefi olunca, ezberler bozuluyor.
Bu karmaşa içinde Cumhurbaşkanı’nın sesi gür, mesajı net: Bitaraf olan bertaraf olur. Görevini “tarafsızlıkla” yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden Cumhurbaşkanı’nın, taraf olmayanı ortadan kaldırmakla tehdit etmesindeki tezat bir yana, taraf olmak gerektiği doğrudur. Zira her fırsatta darbe mağdurluğu üzerinden siyaset yapan AKP’nin göstere göstere sivil darbe yapmasına tarafsız kalmak, otoriter gücü pekiştirir. AKP’nin eski suç ortağı cemaatle olan kıyasıya kavgasını, patlamış mısır eşliğinde keyifle izlemeyi ve “yesinler birbirlerini” demeyi tercih edenlerin yaptığı tam da budur. Ergenekon ve Balyoz davalarında işkencecilerin, faşist katillerin cezalandırılması umuduyla, Cemaat-AKP ortaklığının düşmanlarını ortadan kaldırmak için kullandıkları yasa dışı yöntemlere göz yumanların yaptığı hatayı, bugün cemaatin cezalandırılmasını isteyen kumpas mağdurları tekrarlıyor. “Oh olsun”cular adalet yerine intikam peşine düştüklerinden, sonuca ulaşırken gidilecek yolun yasal olup olmadığının önemi yok onlar için. Düşünce ve basın özgürlüğünü ihlal eden suçlamalardan, asılsız iddiaları kanıtlamak için üretilen sahte delillerden, özel olarak seçilmiş savcıların, hakimlerin yürüttüğü mahkemelerden rahatsız değiller. Yeter ki “zafer” kazanılsın, “düşman” cezalandırılsın.
Bir de kullanışlı aptal olarak tanımlanmayı göze alarak herkes için adalet isteyenler, cemaati değil, basın özgürlüğünü ve hukukun üstünlüğünü savunmak için, Ahmet Şık’ın dediği gibi “Faşizme karşı çıkmak erdem” olduğu için yapılanlara karşı çıkanlar var. “Ama’sız demokratlar” kumpasın, yolsuzluğun, hırsızlığın, insanlık suçlarının, cinayetlerin, darbelerin hesabını hukuka uygun yollarla sorup, istisnasız bütün zanlıların gerçek delillerle, tarafsız mahkemelerde yargılanmalarını istiyorlar. Yasadışı yöntemlerin kime karşı ve ne amaçla olursa olsun kullanılmasına karşı mücadele ediyorlar. Onları, haksızlığa ve adaletsizliğe, sırf bir gün kendi başlarına da gelmesin diye karşı çıkanlarla karıştırmamak gerek.
Geçtiğimiz gün hükümete Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı* yapan 85 aydın arasındaki bazı isimlerin yakın geçmişlerine bakınca, bu çağırıyı demokrasi ve özgürlük kaygısıyla değil, “sıra bana gelecek” kaygısıyla yaptıklarını düşünmeden edemiyorum. Hani meydanlarda sıkça tekrarlanan bir slogan var: Susma! Sustukça sıra sana gelecek! Kulağa hoş gelen bu sözlerin ardındaki anlamın sığlığını taşıyor bu kaygı. Sıra sana gelmeyecekse susmak mübah mıdır? Öyleyse, bugün sıranın kendilerine gelmeyeceğinden emin, yapılan zulme sessiz kalan AKP yandaşlarının yaptığı hak mıdır?
Oysa sıra bize gelecek diye değil, sıra düzenini bozmak için, intikam yerine adalet istemek için, sıranın asla bize gelmeyeceğini bilsek de faşizmle savasmak için, susmak vicdana ağır, insanlığa zul geldiği için susmamak gerek. Yani bir sabah Ermeni olarak uyanmayacağını bilerek Hrant için adalet istemek, “sapına kadar erkek” de olsan Çağla için, Roşin için ve cinsel eğilimleri sebebiyle öldürülen, şiddet gören, ayırımcılığa maruz kalan tüm LGBT bireyler için direnmek gerek. Yani asla erkek şiddetinin kurbanı olmayacağını bilsen de, Hasret’in, Kader’in, Fatma’nın yanında olmak, hiçbir gerekçenin kadına karşı şiddeti hafifletmesine izin vermemek gerek. Yani sen ya da çocukların hiç madene inmeyecek, inşaatta, tersanede çalışmayacak da olsanız, senede 1000’den fazla işçinin katledilmesine isyan etmek gerek. Yani Kürt olmasan, hatta hayatın boyunca hiçbir Kürtle yanyana gelmeyecek de olsan, Roboski’nin hesabını sormak, Kobane’nin insanlık savaşını desteklemek, anadilde eğitimin temel hak olduğunu savunmak gerek. Ve Cemaat’ten iliklerine kadar nefret de etsen, bu kanunsuz cadı avına karşı çıkmak, Cemaat’in (ve zamanı geldiğinde AKP’nin) mensuplarının  düşünce ve ideoloji suçundan değil, işledikleri gerçek ve somut suçlardan yargılanmaları için mücadele vermek gerek.
İki zalimin savaşını kenardan izleyip “oh olsun” demek cok daha kolay ve adeta refleks kadar doğal, içgüdüsel bir tepki.  Fakat o çok özendiğimiz demokrasi için refleksten daha fazlası gerekiyor. Bu bir öğrenme süreci. Bilincimizi, taleplerimizi, düşünce yapımızı geliştirmemiz, bu süreç içinde hem iktidarla, hem de kendi içgüdüsel reflekslerimizle mücade etmemiz gerekiyor. Toplumda yavaş da olsa yaygınlaşmaya başlayan bu bilinç giderek gelişecek. Ve biz sonunda “öteki” için koşulsuz, şartsız, istisnasız, ama’sız adalet ve eşitlik istemeyi öğrenecek, demokrasiyi içselleştireceğiz. İşte o zaman muktedirle muhalif arasında el değiştiren zulüm döngüsünü kırıp, sıranın kimseye gelmeyeceği bir düzende, farklı ama eşit olarak beraber yaşayacağız.
* Demokrasi ve Hukuka Dönüş Çağrısı: Bu kampanyanın isminin değiştirilmelisini öneriyorum. Bir yere dönmek için daha önce orada bulunmak gerek. Bu sebeple AKP’ye demokrasi ve hukuka “dönüş” çağrısı yapmak, semantik açıdan yanlıştır.
(24/12/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder