23 Aralık 2014 Salı

NEFES ALAMIYORUM

Eric Garner, bir polis arkadan boğazını sıkarken, ardından beş polis birden yere yıkıp üzerine çullanırken, dizleriyle sırtına abanıp, yüzünü kaldırıma bastırırken giderek hırıltıya dönüşen bir sesle böyle diyordu.  “Nefes alamıyorum!”  Tam onbir kez.  Bayıldıktan sonra yedi dakika boyunca yerde yatarken kelepçeleri çıkartılmadı.  Bir saat sonra kaldırıldığı hastanede öldü.  Adli tıp, ölüm sebebini cinayet olarak belirledi. Eric Garner silahsızdı. Eric Garner siyahtı.
Geçtiğimiz Cumartesi günü, ABD’de ırkçılıktan kaynaklanan polis cinayetlerini protesto amacıyla çok büyük yürüyüşler yapıldı. New York’ta da, on binlerce insan yaklaşık yedi saat boyunca daha önce belirlenen güzergahta yürüdük, sloganlar attık.  Hep bir ağızdan Eric Garner’ın son sözlerini tekrarladık.  “Nefes alamıyorum!”  Beyaz bir polis tarafından vurularak öldürülen 18 yaşındaki Michael Brown için Ferguson’a ses verdik.  Michael Brown silahsızdı.  Michael Brown siyahtı. Üç hafta önce yaşadığı binada asansör bozuk olduğu için kız arkadaşıyla beraber merdivenlerden tırmanırken polis tarafından öldürülen Akai Gurley için adalet istedik.  Akai Gurley silahsızdı. Akai Gurley siyahtı.
Bir göstericinin elindeki pankartta yazdığı gibi “Cok fazla isim” var.  Bir kişi isimleri sayarken, hep birlikte tekrar ediyoruz.  Liste uzadıkça uzuyor.  Aklıma önce Gezi’nin giderek uzayan listesi geliyor.  Sonra Güneydoğu’da iki günde katledilen 51 kişinin hep bir ağızdan okunmayan, bilinmeyen isimleri.  İçim daralıyor.  Nefes alamıyorum!
Eski sevgilim de yürüyüşte. Tarih profesörü. Türkiye hakkında ortalama bir Amerikalı’dan çok daha bilgili. Yürürken slogan aralarında sohbet ediyoruz.  “Kürtlerle ilgili son durum nedir?” diye soruyor. Türkiye’deki Kürtlerle ABD’deki siyahların mücadelelerini yakın bulduğunu biliyorum. Kısa bir özet geçiyorum.  Kobane, 6-7 Ekim, baraj, seçimler… Anlattıkça içim kararıyor. Nefes alamıyorum!
Tarihten örneklerle, sorunun zor da olsa çözülebileceğini anlatıyor profesör.  Ama sorun tam da bu ya… Onlar için tarih olmuş noktaya biz ancak geliyoruz.  Toplu mezarlar, asit kuyuları, binlerce kayıp insan, devlet eliyle gelen ölüm, işkence, insanlık dışı muamele.  Bunlar bizim tarihimiz değil.  Bugünümüz.  Ve düşünmesi bile korkunç, ama belki de yarınımız.  Nefes alamıyorum!
Sağımızdan gür bir ses, melodik bir tonlamayla soruyor. “Katil nasıl yazılır?” Üç beş kişi sektirmeden cevap veriyoruz. “N-Y-P-D*!”  Devam ediyor bas bariton arkadaş.  “Irkçı nasıl yazılır?”  Başkaları da bize katılıyor. “N-Y-P-D!”  Bir yandan avaz avaz haykırırken, bir yandan bu sloganın Türkiye’ye nasıl uyarlanacağını düşünüyorum.  “R-T-E!”
RTE demişken… Padişah özentisi beklendiği üzere, bu olayların üzerine atlayıp, Türkiye’nin ABD’den daha demokratik bir ülke olduğunu iddia etti. “Bizim polisimiz vatandaş mı öldürdü?” diye sordu dalga geçer gibi. Oysa Gezi’nin çocukları bir yana, daha iki ay önce Güneydoğu’daki toplu katliamın kanı kurumadı ellerinde. Ama asıl konu kimin polisinin kaç vatandaşı öldürdüğü değil, olaylar ve halkın haklı isyanı karşısında yerel ve merkezi yönetimin ne yaptığı — ya da yapmadığı.  New York Belediye Başkanı, Eric Garner’ın öldürüldüğü yere “Kahraman New York polisine teşekkürler” diye pankart astırmadı. Ortada çok önemli bir sorun olduğunu kabul etti.  New York polis teşkilatındaki 35 bin polisin her birinin yeniden eğitimden geçmesini istedi.   New York Valisi, ıhlamur kokulu sabahlardan bahsederken parkları, yolları kapatmadı. Gösterilere misliyle karşılık vermekle tehdit etmedi.  Sanatçılardan profesörlere, sivil toplum örgütü liderlerine kadar pek çok kişinin çözüm önerilerini dinledi. Polisin silahsız kişilere karşı işlediği suçların soruşturulmasında, görevi gereği polisle birlikte çalışması gereken Bölge Savcısı yerine özel savcıların görevlendirilmesi için önerge verildi.   ABD Başkanı  “Emri ben verdim” demedi.  Eric Garner’ın eşini, Michael Brown’un annesini yuhalatmadı.  12 yaşında polis tarafından öldürülen  Tamir Rice’ın elinde havalı tabanca olduğu için “terörist” ilan etmedi.  Sokaklardaki gösteriler için muhalefeti suçlamadı.  “Bu sorun Amerika’nın sorunudur.  Yıkarak, zarar vererek değil, birlikte öğrenerek çözmeliyiz” dedi.  Yerel yönetimlerin polis teşkilatlarının yetki ve görevlerini gözden geçirmelerini istedi.  Mahkeme öncesi jüri sistemininin tartışılmasını destekledi.  Bizdeki durum malum.
ABD’nin de gül bahçesi olduğunu söylemiyorum elbette.  Aksine, ırkçılık konusunda çok karanlık ve kanlı bir geçmişi olduğu doğru. Bu konuda kanunlar çok sert ve kesin olsa da, özellikle ülkenin güney ve orta kısımlarında ırkçı zihniyetin hala yoğun bir şekilde varlığını sürdürdüğü de doğru. ABD’nin demokrasisinin mükemmel olmaktan çok uzak olduğu da.  Ancak, ABD’yi sadece polisin işlediği ve cezasız kalan cinayetlerde örnek gösteren sözde Cumhur’un, özde AKP’nin başkanı RTE’nin demokrasiden bahsetmesi, bugünlere gelinmesinde en büyük payı olan eski politikacılardan birinin deyişiyle, abesle iştigal. Demokrasiyi kullanarak elde ettikleri güçle, ülkedeki yarı buçuk, kör topal demokrasiyi tamamen yok ettiklerini, çakma darbe mağduriyetini dillerine dolayıp, göstere göstere sivil darbe yaptıklarını düşündükçe yüreğim sıkışıyor.  Nefes alamıyorum!
Dev binaların arasındaki koridordan sert bir rüzgarın yüzüme çarpmasıyla dalıp gittiğim düşüncelerden sıyrılıyorum.  Ayazdan yaşaran gözlerimi silip, ellerimi hohlayarak ısıtmaya çalışıyorum. Önümde yürüyen adam üç-dört yaşlarındaki kızını omzuna almış.  Az ileride altı-yedi yaşlarında siyah bir oğlan çocuğu elinde “Adalet istiyoruz” yazılı bir pankartla yürüyor.  Biraz sonra daracık pantolonu, karışık saçları, sayamadığım kadar çok hızmaları ve dövmeleriyle sarışın bir “hipster” genç geliyor yanımıza.  Elinde iPod’a bağlı kocaman bir hoparlör. Michael Jackson’ın sesi kalabalığın sesine karışıyor.  “Siyah ya da beyaz olman fark etmez.”  Profesör gülerek kafasını sallıyor.  Yanımızdaki kadın onun kadar sabırlı değil.  “Siyah ya da beyaz olman fark eder. Hayat ya da ölüm kadar fark eder.” Hoparlörlü genç omuz silkip uzaklaşıyor. Siyahlar, bu olayları genel polis şiddeti olarak göstermeye çalışanlara, ırkçılık unsurunu yok sayanlara kızgınlar.  “Siyah yaşamlar önemlidir” yerine “Tüm yaşamlar önemlidir” pankartı açanlara, siyahların, polis tarafından öldürülme ihtimalinin beyazlardan beş kat daha yüksek olduğunu hatırlatıyorlar.  Ben yine okyanus ötesine gidiyorum kafamda.  Kürtler’in polis tarafından öldürülme ihtimali, Türkler’den kaç kat daha yüksek?  Nefes alamıyorum!
Yürüyüşün sonlarına doğru ilerde bir pankart görüyorum.  “Beyaz sessizlik şiddettir.”  Kocaman bir yumruk oturuyor boğazıma. Senelerdir iç sesimle yaşadığım, bir türlü söze dökemediğim yüzleşmenin karanlığı çöküyor yüreğime.  Kendi ülkemde, kör baktığım, dilsiz kaldığım zulmün ağırlığı kesiyor soluğumu. Yıllar boyu darbe jenerasyonu olmanın ardına sığınıp, kolay yolu seçtiğimi, gösterilenden ötesini görmeye çalışmadığımı, mücadele etmek yerine devletin dersini ezber ettiğimi bilmenin utancı eziyor beni.  Faşist olmadım asla, ama öte yana baktım.  Bir başka hikayenin olabileceğini düşünmedim, düşünmek istemedim uzun zaman. Sessiz kalarak şiddete, zulme ortak olduğumu düşünmek kahır oluyor içime.
“Ne istiyoruz?” diye bağırıyor profesör.  “Adalet!” demek için ağzımı açıyorum.  Boğuk bir hırıltı çıkıyor boğazımdan.  Nefes alamıyorum! Nefes alamıyorum!  Nefes alamıyorum!

*NYPD: New York polis teşkilatının kısa adı
[Fotoğraflar: Yeşim Numan]

(17/12/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder