21 Ağustos 2014 Perşembe

ÜÇ AY SONRA - II

İkinci Bölüm: “Allah Almanca, İngilizce Bilmiyor mu?”
Dar bir patikanın sonundaki evi sora sora buluyoruz. Bize yol gösteren komşu, avludaki uzun boylu, kır bıyıklı adamla, ufak tefek, aydınlık yüzlü kadını gösterip "Aha bunlar iki oğullarını gömdüler" diyor. Ölümün bu kadar çıplak dillendirilmesiye irkiliyorum. Oysa benden başka herkese doğal geliyor bu sözler.  Seçilmiş sözcüklerin yarayı daha az kanattığı bir şehir efsanesi belki de. "Kayıp, ölü, gömdüler" ne dersek diyelim. Senem ve Hasan Yıldırım için gerçek değişmiyor: Oğulları Sami ve İlkay yok artık.        
Yıldırım ailesinin kayıpları bu kadar değil.  Avludaki erkeklerden biri Hasan Yıldırım'ın yeğeni Muzaffer Yıldırım, en küçük kardeşi Doğan Yıldırım'ı kaybetmiş faciada.  Acılara inat güler yüzlü bir adam.  Gülünce gözleri kayboluyor. O da madende emniyetçiymiş. Faciadan sonra bırakmış. 

Madenciliğin riskini inkar etmiyor Müzaffer Yıldırım.  "Dünyanın en riskli işi.  Kaza olur.  Grizu olur, metan olur.  Onları önlemen imkansız.  Ama bu çok basit, önlenebilecek bir olay:  Karbonmonoksit."  Ayrıntılarıyla anlatıyor kazanın nasıl olduğunu.  Defalarca okuduğumuz, dinlediğimiz açıklamaların en yalın, en anlaşılır halde özeti söyledikleri. Anlatırken arada bir duraklayıp gözünün önündeki manzarayı silmek ister gibi başını sallıyor Muzaffer Bey.  Ve sohbetimiz boyunca defalarca aynı şeyi tekrarlıyor: "Yani basit bir olay. Çok basit yani."  
 
Muzaffer Bey'in isyanı kazaya değil, ihmale. "Ben emniyette çalıştığım için, yenen bokları, cok afedersin, çok iyi biliyorum. Çok basit bir kaza. Kar payını artırmak için emniyetsizliğin sonucu.  Kar payı deyince şu da var.  Bu tür şirketlerin kömür satamama olayı da yok.  Yer altından pisle, banda köy, tonajdan geçiyor.  Pisliği bile devlet alıyor. Taş, toprak, ne çıkarsa o tonajdan geçiyor. Satamamak diye bir durum yok.  Amaç ne burada biliyor musun? İşçiden çalmak, çalmak, çalmak... Sonuç: 301."

"301 mi peki?" Muhtar gibi, Muzaffer Bey de hiç tereddütsüz "Değil" diyor.  "AFAD denen safsata"nın sadece kendi çıkarttığı cenazeleri saydığını, oysa AFAD gelmeden saatlerce önce cenaze çıkarmaya başlandığını söylüyor. Cenazeler nakliye bandından çıkartılırken, bandın sonundaki tonaj kulübesinden geçiyormuş.  İlk gün akşam 3'ten sabah 9'a kadar 30 ton ceset geçmiş tonajdan. "Düşün," diyor Muzaffer Yıldırım.  "Bu insanların her biri 100 kilo olsa, zaten 300 insan 30 ton yapar.  Kantardan canlı insan geçmedi. 30 ton cenaze. Daha bu ilk 18 saatte. Sen hesap et kaç kişidir.  Basit bir kaza. Çok basit bir kaza."  

Tek tesellisi kazanın vardiyanın devir teslimine denk gelmemesi. " İçerde devir teslim alıyor ya birbirinden.  Iki vardiyanın çıkış ve giriş saati.  Yarım saat veya bir saat sonra olsaydı, 1000 kişiyi geçerdi.  Yani çok basit bir ölüm.  Çok basit yani."

Elmadereliler'in ümitsizlikleri de acıları kadar gerçek ve derin.  "Ne değişecek?  Aha unutuldu gitti bile."  Yanımızda oturan bir genç ilk kez katılıyor sohbete.  "Kimsenin umurunda değil.  Bir o CHP'li milletvekili kaldı hala uğraşan.  Özgür Özel."   "Torba yasa dediler, boş çıktı torba" diyor Hasan Yıldırım.  

Her şeye rağmen, madenciliğe karşı değiller. Karşı oldukları tedbirsizlik, insan yaşamının hiçe sayılması. Aslında istekleri çok basit: Öldürülmemek. "Bu senin yeraltı kaynakların.  Çıkacak.  Ama dünyada nasıl sıfır kazayla oluyorsa, bizde de öyle olsun." 

Bir de işin mide bulandıran, pisliğin dibine vuran kısmını anlatıyor Muzaffer Yıldırım. "Mesela daha önce  Uyar Madencilik'te çalıştım ben. Soma'nın içinde. Çok kaza görüyordum.  Aşağı yukarı her ay bir ölü oluyordu. Ama madende ölenlere hep yolda öldü diye rapor tutuluyordu. Çünkü eğer bu insana yeraltında öldü raporu tutulursa, 150 milyar ödeyeceğine 300 milyar ödemesi lazım.  Bir de işyerine soruşturma açılması lazım."

Soma'da ölülere takılan oksijen maskeleri geliyor aklıma.  "Bütün medya oradaydı.  Onun için yaptılar o maske işini.  Herkes biliyordu."

İki oğlunu kaybetmiş Senem Ana'nın öfkesi patlıyor bir anda. "Ya zaten hep poşete koydular.  Ben ordaydım.  Ceset çıktıkça poşete koydular. Battaniyeden aldı, poşete doldurdular." Çocuklarının cansız bedenlerinin poşete konması oturmuş yüreciğine.  "İki taneydi benim çocuğum.  Gözümün önünde poşete doldurdular.  Kamyona doldurdular.  Bunlarda vicdan yok, vicdan.  İnsan değil bunlar.  İnsan olsa böyle yapmaz.  İnsan değil."  Yanında oturan Hasan Yıldırım'ı işaret ediyor. "Benim eşim Parkinson hastası.  Oturduğu yerden oturamadı.  Ben iki tane çocuğu bekledim.  Bir de gelmiş çevik kuvvet ile. Çevik kuvvetin, polisin, askeriyenin ne gereği vardı orada? Andığım zaman psikolojim bozuluyor.  Lanet olsun ona!"  Adı anılmasa da, öfke kusulan, lanet okunanın kim olduğunu herkes biliyor.  Avludakiler kafalarını sallayıp mırıldanarak tekrarlıyorlar laneti.  

Dinmiyor öfkesi Senem Ana'nın.  Gözleri çakmak çakmak, önündeki sandalyeye vurarak acısını haykırırken hepimizin yüzü düşüyor.  Yüzümüz yok gözlerine bakmaya.  "Bir de canlı çıkıyor diye alkış ediyor. Poşete, kamyona doldurdular, götürdüler cesedi.  Bir de canlı gibi oksijen veriyor. 'Susun' diyor.  'Bağırmayın. Çocuklarınız sağ' diyor bize.  Sen yalan söyleme. O çocuklar sağ değil, gördük biz orada ya!  O ambulanslar boş gitti.  Bir de tır kamyonu doldurdu.  Boylama poşetle.  Branda çekti bir de utanmadan, görmesinler diye. Bize cesetlerimizi göstermedi. Biz çocuklarımızın yüzüne hasret gittik.  11 tane şehit sıraladık burada.  O şirket gelip bir 'başın sağ olsun' demedi.  Adamların çoğu yandı orada cayır cayır.  Benim de oğullarım..."  Sözünün sonunu getiremiyor Senem Ana. Yutkunuyor. Sandalyeye son bir kez vurup, ıslanan gözlerini saklamak için arkasını dönüyor.  Parkinson hastası Hasan Yıldırım oturduğu sandalyeden kalkabilse, o da saklayacak belki gözyaşlarını. Kalkamıyor. Titreyen ellerinin tersiyle siliyor gözlerini.  "Gelin, çay getir misafirlere!"  

5-6 yaşlarında güzeller güzeli bir oğlan çocuğu çıkıyor evden.  Senem Ana başını okşuyor. Bu kez sesi kırık "Aha işte bunun babası gitti" diyor.  Çocuk ters bakıyor babaannesine, kaçıyor avludan. Dalgın, devam ediyor Senem Ana. " Öbür oğlum bekar." Şimdiki zamanda tutunuyor evladının anısına. 

'Gelin' çayları verirken, bir eliyle işlemeli tülbentinin ucunu tutarak ağzını örtüyor. Boylu poslu, güzel bir kadın.  Elmadere'nin kadınları hep mi güzel?  Uygunsuz olur diye soramıyorum. 

Çaylarımızı içerken Muzaffer Yıldırım bir sürelik suskunluğunu bozuyor. "Biz en sonu konuşuyoruz.  Asıl buraya nasıl geldiğimizi konuşalım."  Muhtar gibi, tarım ve hayvancılığın sistemli olarak bitirildiğini anlatarak başlıyor, daha derine iniyor. "Madencilik dediğin dünyanın en zor, en tehlikeli işi. Ölmeden mezara giriyorsun her gün. Ücretler belli: 1.300, 1.500, 1.700.  Bu para için insanlar girmez madene. O zaman ne yapıyor devlet? Bankalarla anlaşıyor.  Yemler takıyor oltaya: Tüketici, ihtiyaç, araç, konut kredisi.  'Bu sazanlar birinden birine takılacak' diyor.  Takılmıyor muyuz?  Ev aldın. Ev bankanın. Araba aldın. Krediyle. Olmayan parayı harcıyoruz, boğazımıza kadar borca batıyoruz. İşçisi, memuru, çiftçisi hepimiz kuriye olduk. Zenginden zengine para taşıyoruz. Borçtan kafamızı kaldıramıyoruz. Siyasi haklar, sosyal haklar... Hiçbir şey düşünecek halimiz kalmıyor."

Muzaffer Bey kapitalist sistemin halka ödetilen bedelini bir çırpıda özetlerken, bu güzel insana olan hayranlığım artıyor. Ertesi gün yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini soruyorum. "Ben Şebelebettin'e vereceğim oyumu" diyor gülerek.  Gönlündeki o değilmiş, ama "olmayan ikiden, olmayan bir iyidir" deyip İhsanoğlu'na atacakmış oyunu.  Gönlündekini soruyorum.  "Emine Ülker Tarhan" diyor önce. Sonra ekliyor "Özgür Özel de olur.  Canla başla çalışıyor.  Neden olmasın?  Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı yapıyorsa bu memlekete, herkes yapar.  Sessiz teyyare gibi. Miy miy miy...  Ne konuştuğu belli değil."  Senem Ana gülüyor, geldiğimizden beri ilk kez.  Çay bardaklarını toplamaya gelen 'Gelin' de gülüyor. Tülbentinin ucuyla kapattığı ağzı görülmese de, kocaman kara gözlerinde yansıyor gülüşü.  Hep beraber gülüyoruz. Ölümün kasveti biraz uzaklaşıyor sanki avludan.  

Baba Hasan Yıldırım'ın "Alevi'den cumhurbaşkanı olmaz mı?"  sorusu üzerine konu değişiyor.  Muzaffer Bey "Bak ben bunu AKPli milletvekiline de sordum, ulemaya da sordum.  Hiçbiri cevap veremedi." diyor.  "Kaza Allah'tandır, fıtratında var diyor ya..  Ya bu Allah İngilizce bilmiyor mu?  Almanca, Fransızca bilmiyor mu?  Neden bütün bu fıtratları Türkçe yazıyor?  Türklere kastı mı var bunun?" 

"Gelelim Aleviler'e" diye sürdürüyor konuşmasını.  Aleviler'in ilimin, görüşün kaymağını aldığını anlatıyor.  Hz. Ali'den giriyor, Hoca Ahmed Yesevi'den, Hacı Bektaş Veli'den, Yunus Emre'den çıkıyor.  "İlim Çin'deyse git öğren demiş.  'Ekmek Çin'deyse git ye' dememiş ki!"  Avludakilerin mırıltılı onayları arasında devam ediyor. "Sonra ne demiş? 'İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir.'  Hani bende bu?  Ben nasıl Alevi oluyorum o zaman?"  

Ağzım açık, bu ikokul mezunu bilgenin İslamiyet'i sorgulayışını, Alevilik adına özeleştiri yapışını dinliyorum.  Aklıma devlet kadrolarında dini yorumlayan, birkaç okul bitirmiş şarlatanların zırvaları geliyor.  Gülüyorum kendi kendime.  Muzaffer Bey kaçırmıyor gülüşümü.  "Sen beni çok konuşturdun.  Çok aşağılara salladın, çoook" diyor o da gülerek.  " Konuşun tabii! Keşke herkes sizin gibi konuşsa " diyorum.  Birkaç saniye durakladıktan sonra "Kalsın" diyor buruk bir tebessümle.  "Konuşup da ne değişecek?" 

Çam ağaçlarıyla süslü tepenin ardındaki Elmadere köyünün koca yürekli insanlarına selam olsun.  

Not:  Bu ziyaretin gerçekleşmesini sağlayan Öney Ticaret'e ve gönüllü olarak rehberliğimi üstlenen Arman Akcan'a sonsuz teşekkürler.

(20/08/2014 Muhalif Gazete)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder