23 Mayıs 2015 Cumartesi

UMUDUN 50 TONU

Hayatımda ilk kez bıçaklanmış birini gördüm.  1 Mayıs’ta, Beşiktaş’ta.
20150501_141441_resized
Aralarında doktorların da olduğu bir grup, bıçaklanan Özgür Altunbilek’i hastaneye ulaştırmaya çalışırken.
1 Mayıs’ta, Beşiktaş meydanında halaylı, türkülü, sohbetli bir bekleyişten sonra, tam artık dağılacağımızı düşünüp arka sokaklardan birinde bir kafeye oturmuşken başlayan müdahalenin ardından, “Yaralı var!” bağırışlarını duyduk.  Yanımdaki kuzenim ve arkadaşları doktor olduklarından, hiç tereddütsüz koştular.  Ben de peşlerinden.  Birkaç kişi kollarından, bacaklarından tutmuş, sarsmamaya çalışarak taşıyorlardı Özgür Altunbilek’i. Tek eliyle karnını tutuyordu.  Tişörtü ve karnını tutan eli kan içindeydi. Kan tutmaz beni.  O yüzden çok üzüldüğüm halde, sakindim. Plastik kurşunla ya da gaz fişeğiyle yaralandığını sandım önce. Jiyan’a haber göndermek için yaralıyı daha iyi görebileceğim bir açı ararken, birisinin “Bıçaklanmış” dediğini duydum. İçim çekildi birden. Hani karın boşluğuna yumruk yersin de nefesin kesilir, gözlerin kararır ya… Öyle işte.  Kulaklarım uğuldadı, bedenimin her noktası, binlerce iğne batırılır gibi karıncalanmaya başladı. Dedim ya, kan tutmaz beni. Yarılmış kafa da gördüm daha önce, kopmuş bacak da.  Sonrasında sıklıkla kabuslarıma konu olsalar da, bu görüntülerin hiçbiri böyle dizlerimin bağını çözmemiş, böyle darmadağın etmemişti beni. Çünkü onlar kazaydı. Kasıtlı değil, bir anlık dikkatsizlik, lanet bir talihsizlik sonucu olmuş felaketlerdi. Onlara da cok üzülmüştüm, kahrolmuştum elbet, ama bu başkaydı. 1 Mayıs’ta Beşiktaş’ta beni iki büklüm, soluksuz bırakan, kanımın çekilmesine, canımın avaz avaz yanmasına sebep olan, Özgür Altunbilek’in karnındaki bıçak yarası veya üzerindeki kan değil, insan yüreğinin alabildiğine kötü, alabildiğine çirkin haliyle yüz yüze gelmenin dehşetiydi.
İnsanların birbirlerine çok daha büyük zulümler ettiklerini, gözlerini kırpmadan cana kıydıklarını biliyorum elbet. Devletin, toplumun farklı kesimlerinin birlikte hareket etmesini engellemek için her dönem kullandığı, fakat AKP iktidarında katlanarak artan kin ve nefret politikalarının zehirli meyvelerini, özellikle Gezi’de ve sonrasında, herkes gibi ben de gördüm. Eli kanlı liderlerini memnun etmek için evladını henüz toprağa vermiş bir anneyi yuhalayanları, polis tarafından öldürülmüş genç bir eylemciyi mezarında bile rahat bırakmayıp acılı ana-babasını mezara beton dökmek zorunda bırakanları, katilleri kollayanları, alkışlayanları bilmiyor, ya da unutmuş değilim. Fakat bir insanın bir diğerinin hayatına kastetmesinin sonuçlarını ilk kez kendi gözlerimle gördüm. Sırf kendisi gibi değil diye, tanımadığı, bilmediği bir insanın canını almak isteyecek kadar vicdanını, aklını, insanlığını kaybetmiş bir topluma dönüştürüldüğümüze, öldürmenin ne kadar sıradan bir eylem haline getirildiğine, katıksız kötülüğün devletin tepesinden, sokaktaki insana kadar nasıl sirayet ettiğine ve bizden yeni Ali İsmail’ler çalmalarının ne kadar kolay olduğuna ilk kez birinci elden tanık oldum. 1 Mayıs’ta, Beşiktaş’ta ben umudumu yitirdim.
Kolay vazgeçen, pes eden biri değilim. Tersine, fazlasıyla inatçı olduğum söylenir sıklıkla.  Ancak, senelerdir kendilerine benzemeyen tüm kimliklere saldıran; din, iman, Allah sözcüklerini dillerine dolayıp günahın, haramın dibine vuran; şahsi ve siyasi çıkarları için ülkeyi savaşa sürüklemeyi goze alanlarin  yüreklerinin karası, zifir olup çöktü umudumun üstüne. Hırsızlıkları, yolsuzlukları, doymak bilmeyen rant açlıkları bir yana, insan yaşamına pul kadar değer vermeyen, hukuku hiçe sayan ve devletin tüm gücünü elinde tutan bir iktidarla nasıl mücadele eder insan?  Yaptıklarını ve, daha kötüsü,  yapabileceklerini düşündükçe endişemin girdabında boğuldum. 1 Mayıs’ta Beşiktaş’ta direncim tükendi.
20150423_175450_resized
Ronya güzel olduğu kadar kibar da. Beni kırmayıp poz verdiği gibi, bir de teşekkür etti.
Sonra, geçen hafta HDP Kartal mitinginde çektiğim bir fotoğraf düştü önüme, tesadüfen. Ronya’nın az mahçup, çok güzel gülüşü hafifletti karamsarlığımı.   Sonra Kadıköy’de uzayıp giden halayın renklerine takıldı gözüm. BİZler’i dar kalıplara sıkıştırıp birbirimizden ayrıştırmaya çalışanlara inat, farklı geçmişlerden, farklı kimliklerden bir sürü insan, daha güzel bir yaşam için elele vermişken, umutsuz kalmak kimin haddine? Sonra Bostancı’da, elimdeki HDP broşürlerini görüp “Her biji sarı abla” diye seslendi üç güzel çocuk, kömür karası gözlerinde umudun ışığı. Yüreğim gülümsedi. Direncim tazelendi. Sonra “Oyum HDP’ye, çünkü bu ülkenin kurtulması gerek artık” dedi yakasında Kara Kuvvetleri rozeti olan emekli albay.  Şaşkınlığımı gizleyemediğim için utandım biraz. Anladı beni. Anladık birbirimizi. Sonra gençler geldiler, bitmeyen heyecanları, orantısız zekaları, geleceklerine sahip çıkma kararlılıklarıyla.  Sonra haklı olduğunu bilmenin dayanılmaz hafifliği.  Sonra “Zafer Bir İhtiyaçtır.” Sonra çoğulcu demokrasi, sonra kadın hakları, sonra çevre bilinci, eşit paylaşım, inanç özgürlüğü, sonra yerinden yönetim, sonra Biz’ler meclise…  Sonra Yeni Yaşam ve Büyük İnsanlık. Sonra dirilen, çoğalan umut. Eskisinden daha çok ve daha güçlü.
Diyeceğim o ki, bunca haksızlığın, hukuksuzluğun, vicdansızlığın içinde bile, güzel şeyler oluyor hayatın içinde. Küçücük de olsalar, bu güzelliklere tutunmalı, sımsıkı sarılmalıyız her birine. Kötülük ve zulmün karşısında direnirken muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asaleti kendinden menkul kanda değil, bu ışık gülüşlerde, aydınlık bakışlarda, bu deli heyecanlarda, insanca empatide, ortak hayallerde ve elbette barışta mevcuttur. BİZler’in türlü renkleri, umudun 50 tonu olup, insanlığımızı geri kazanmak, kardeşçe, esitçe yaşayabileceğimiz Yeni Yaşam’ı kurmak için mücadelemize can katacak. Ve kötülükleri ne kadar büyük olursa olsun, biz kazanacağız. Çünkü BİZler, tıpkı Martin Luther King’in dediği gibi, karanlığı ışıkla, nefreti sevgiyle yok edeceğiz.
(07/05/2015 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder