2 Temmuz 2015 Perşembe

"ŞEY DEĞİL Mİ LAN O? MİLLETVEKİLİ HANİ."


İstiklal Caddesi’nin kalabalığında, bir yandan sohbet ederken, hızlı adımlarla yürüyoruz. Selam verenler, tebrik edenler var. Her birine gülümsüyor, teşekkür ediyor. Durup sohbet etmiyor, çünkü acelemiz var. Eyleme gidiyoruz. Arada, bir iki adım geride kalınca, arkadaşını dürtüp yanlarından geçen adamı işaret eden bir delikanlı görüyorum. “Şey değil mi lan o? Milletvekili hani. Neydi adı?”  Arkadaşı bakar bakmaz, adlı adınca tanıyor. “Sezai Temelli.”
Sarı-kızıl sakalları, mavi gözleriyle kalabalık arasında kolaylıkla fark ediliyor HDP İstanbul 2. Bölge Milletvekili Sezai Temelli. Seçim öncesinde medyada sıkça görüldüğü için, ismini hatırlayamayanlar çıksa da, çoğunluk simasını tanıyor. Yetişkin hayatının tamamı siyasetin ve aktif mücadelenin içinde geçmiş olmasına rağmen hiç bu kadar göz önünde olmadığı için bu “şöhret” tuhaf geliyor ona. Bir yandan yeni konumuna alışmaya çalışırken, bir yandan yaşantısında hiç değilse bazı şeylerin “eskisi gibi” kalabilmesini istiyor. Arkadaşlarla yenen bir yemekten sonra, geç saatte dolmuşa atlayıp evine gidebilmek gibi.
Sezai Temelli aday olmadan önce İstanbul üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiydi. Hakkında internette bulabileceğiniz yorumların hemen hepsi öğrencilerine ait. Olumlu yorumlar çoğunlukta, ama çok sert eleştiriler de mevcut. Sevenleri arasında okulun en “cool” hocası olduğunu söyleyenler var. Eğitim-Sen üyeliğini, insan hakları konusunda duyarlılığını, en çok da derslerindeki “serbest kürsü” gibi sıradışı uygulamalarını anlatıyorlar. En çok “fanatik Fenerbahçeli” olması eleştiriliyor. Bir de ders anlatırken müfredat dışına çıkması. Bazılarının pek sevdiği sıradışılık, belli ki başkalarını rahatsız etmiş.
sezaiVekillikte de sıradan olmamaya kararlı Sezai Temelli. Meclisteki odasında ziyaretçi kabul ederek değil, alışık olduğu şekilde sahada, insanların arasında, sorunları, dertleri yerinde görerek, gerektiğinde sokakta direnerek yapmak istiyor görevini. Direniyor da. Geçtiğimiz Csezai2uma günü 18:00’de Kobane için yapılan gösteride, 19:30’da Kamp Armen yürüyüşünde yerini aldı. Pazar günü Onur Yürüyüşü’nde polis saldırırken de oradaydı, henüz gaz dağılmadan halay çekilirken de. Gösterilerde, meydanlarda daha bir rahat sanki. Alışık olduğu, kendi deyimiyle “içinden çıktığı” sokak direnişi ve mücadele ortamına girdiğinde, yeni konumuna henüz alışamamış olmanın getirdiği hafif gerginlikten eser kalmıyor. Mimikleri daha derin, beden dili daha görünür oluyor. HDP İstanbul 2. Bölge Milletvekili değil, Sezai oluyor. Sahici gülen, kocaman sarılan, inatla direnen bir adam.
Gezi’nin etkileri şu an mecliste
Sokakla ilişkisini nasıl sürdüreceğini merak ediyorum. 7 Haziran seçimlerinde 10danSonra, +1 gibi tabana dayalı seçim insiyatifleri, HDP’ye destek açıklamasının ötesine geçerek, aktif destek çalışmaları yaptılar. Sokaklarda, sosyal medyada HDP’ye oy istediler. Gezi’den beri yoğun olarak tartışılan sokak-sandık ikileminde, sokakla sandığı “barıştırmak” yönünde güçlü ve etkin adımlar attılar.  Şimdi bunun ikinci ayağı olarak, sandığın yüzünü sokağa çevirmeyi, deyim yerindeyse siyaseti sokağa doğru bükebilmeyi amaçlıyorlar.  Yerel yönetimlere bu kadar ağırlık veren bir partinin vekili olarak, sokakla ilişkinizi canlı tutmak için bölgenizde ve mecliste ne gibi çalışmalarınız olacak?
“Bu yeni siyaset yapma biçimi dediğimiz, yöntemsel olarak da aslında bizim de üretilmesine katkı sunduğumuz siyaset, ister istemez bizim vekillik yapma tarzımızı değiştirecektir.  Çünkü zaten biz de oradan çıktık geldik. Direnişteydik, sokaktaydık, sendikal mücadelenin içindeydik, kadın mücadelesinin içindeydik. Gezi’deydik. Hangi mücadele alanı varsa, bizler oradan çıkıp geldik. Hem o siyasetin içinden çıkıp gelmenin etkisi, hem de politikalarımız itibariyle, o siyasetin üretim süreçlerinden beslenmiş olmanın etkisiyle karşılıklı etkileşim, yansımaya devam edecektir.  2013’te Gezi olduğunda, bunun etkileri ne olacak diye herkes tartışıyordu.  Bunun etkileri şu an mecliste zaten.  Dolayısıyla, yeni bir siyaset estetiği var artık. O daha barok bir siyasetten,  daha anarşizan estetiğe sahip bir siyasete doğru, daha yatayın kendi iç çelişkileriyle ürettiği bir siyasete, hiyerarşileri yıkan bir yere doğru evrilen bir siyaset var.  Biz şimdi artık geldiğimiz ve ürettiğimiz siyasete, hiyerarşileri kuran değil yıkan, siyaseti birlikte eyleyen ve söylemini de buradan üreten bir yerdeyiz. Bu eşikten sonra siyaset bir daha eskiyi üretemez. Yeni bir şey üretmek zorundadır. Bu yeni siyaset yapma biçimi aslında kendisini çokluk kavramıyla ifade ediyor. Yani çokluğun örgütlenmesi. Çokluğu hangi nitelikleriyle örgütleyeceğiz? Sınıf siyasetini şimdi yeniden nasıl güçlendireceğiz? Toplumsal emek, radikal demokrasi, çokluk.. bu kavramları neden bu kadar fazla zikrediyoruz, konuşuyoruz? Çünkü hayat bu haliyle bütün farklılıklarıyla, bütün renkleriyle, bütün mücadele alanlarıyla her yerde kendisini gösteriyor, çoğalıyor ve onları biz siyaset yapmaya çağırdığımızda, tam da senin çağırdığın, tanimladigin değil, kendisini tanmiladığı yerden gelip katılıyor.  O zaman şimdi biz buradan bir ortak ürün yapmak zorundayız.  Üretebilirsek başarırız.  Bütün çabamız da o”. 
Peki, bu ortak ürünü üretmek için somut olarak ne yapacaksınız?
“Mahalle meclisleri, yaşamın her alanında daha politik mücadele biçimlerine imkan vermek.  Sosyal üretim dediğimiz alanda, yani yaşamın yeniden üretilmesinde, iktisadi üretim, sosyal üretim, siyasal üretim dediğimiz alanlarda ortaklaşmaları sağlayacak, karar mekanizmalarını tabana yayacak ve öncelikleri ortaklaştıracak bir arayışın içindeyiz. Bugünden yarına matematiksel modelleri, formülleri üretemeyebiliriz. Fakat bu çaba bile önemlidir. Eskinin yerine ikame edilecek bir şeyin artık görünür olduğu bir çözümü birlikte bulacağız”. 

İktisadi alanın demokratikleştirilmesi
Sokakta direnen “Sezai” ekonomi konuşurken “Sezai Hoca” oluveriyor. Sesinde ve tavrında ölçülü bir rahatlık, hissedilir bir özgüven var. Öğretmen olmanın verdiği alışkanlıkla olsa gerek, söylediklerinin anlaşıldığını karşısındakinin bakışlarından teyit etmeye çalışıyor. HDP’nin programında demokrasi, özgürlük, barış gibi kavramların daha fazla vurgulanıp, ekonomi başlığının medyada daha az tartışılmış olmasını, kamuoyunun bu seçimde “parlamenter sistem devam mı edecek, yoksa başkanlık sistemi mi gelecek?” üzerine odaklanmış olmasıyla açıklıyor.
 Sırf bizde değil, bütün partilerde, ekonomik programlar ne kadar anlatılırsa anlatılsın, günlük haber içine sıkıştı, hızla tükendi ve bitti. Ağırlıkla tartışılan konu, başkanlık sistemiydi.  Bu da HDP ile çok ilişkili bir konuydu, bu yüzden HDP’nin görüldüğü yer, ya da HDP üzerinden kampanyanın değerlendirildiği yer deyim yerindeyse, ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ mottosu oldu.  Bu bizim için de iyi bir şeydi, genellikle kamuoyunun odaklandığı nokta olarak da iyi bir şeydi. Ekonomi programı olarak ne kadar güçlü bir program yazarsanız yazın, bunu aşabilecek bir gündem yaratmanız mümkün değildi.” 
Özgür Gündem’deki yazılarında ve çeşitli televizyon programlarında söylediği  “HDP programının her başlığı ekonomi başlığıdır, tersi de geçerlidir” sözünü açmasını istiyorum. Büyük İnsanlık ekonomisinin ne olduğunu soruyorum. Özenle anlatıyor.
“Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Yeni Yaşam anlayışımızı Büyük İnsanlık’la bir genel seçim kampanyasına taşıdık. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Yeni Yaşam’ın hayalini tasavvur ediyorduk, ama seçim bildirgemizde bunu somut günlük hayatta karşılıklarını üretmeye çalıştık. Bizim seçim bildirgemiz, programımızda olduğu gibi, bütünlüklü bir bildirgeydi. Yani her konu birbirinden kopuk birer bölüm olarak değil, kendi içsel bağlarıyla kendini ifade etti. Her başlıkta aslında ekonomi vardı, ekonomide de her başlığı bulmanız mümkündü. Yeni bir ekonomik politik anlayışa sahipti. Özellikle de demokrasi meselesinde kalın çizgilerle altını çizdik. Türkiye’de bir demokrasi açığı var, bu demokrasi açığının hızla kapatılması lazım. HDP bu anlamda sorumluluk aldı. Yeni bir demokrasiyi de anlatmak zorundaydık.  Bu bağlamda demokrasi ve ekonomi alanlarını bağdaşlaştırırken, iktisadi alanın demokratikleştirilmesi denen bir söylemi iletmiş olduk. Neden? Çünkü iktisadi alan, toplumdan gittikçe uzaklaştırılmış, yalıtılmış, toplumun iktisadi alanla ilişkisi kesilmiş. Kendinden menkul bir iktisadi alan var, toplum buraya müdahil değil.  Örneğin: Borsayla ilgili haberler her gün televizyonda. Özel ekonomi haber kanalları var. Borsa iniyor, çıkıyor. Halk bunu izlediğinde, borsanın düşmesinin kötü bir şey, yükselmesinin iyi bir şey olduğunu biliyor.  Ama ne o kötülükten, ne de o iyilikten etkileniyor. Ve orada kullanılan hiçbir şeyi anlamıyor. Dil kopukluğu var ve onun ötesinde, bu onun hayatına değmiyor. Bu tamamen sermaye biliminin üretmiş olduğu bir şey ve ekonominin halkla kopukluğu hali.  Kimse hisse senedi görmemiş. Çok çok az bir zümrenin elinde, spekülatif amaçlı kullanılan bir araç. İnsanlar iktisadi hayata müdahil olarak haklarının peşinde koşarsa, o zaman bu ekonomiyle halkın arasında bir ilişki kurulmuş olur.  İşte iktisadi alanın demokratikleştirilmesi dediğimiz bu. Bu nasıl olur?  Tabii borsa göstergeleriyle, döviz fiyatlarıyla olmaz. bizati iktisadi öznelerin (ki bizim için bu emektir), yani emeğin iktisadi alanda söz, yetki, karar sahibi olabileceği üretim ve o üretime bağlı sosyal üretim. Bizim bahsettiğimiz bu. Tabi böyle konuştuğunuz zaman halklar bunlara da uzak kaldığından, bu konuları biraz hayali bulabiliyor. Ama somuta indirgediğinizde, ‘hah, tamam’ diyor. ‘Burada bir şey var.’  Ne var?  Örneğin, dedik ki asgari ücret yoksulluk sınırının yarısı olmalı.  Sendikaların belirlemiş olduğu, dört kişilik ailenin yoksulluk sınırı var.  Bunun yarısı olmalı.  Bu şu demek oluyor: Yoksullukla mücadele etmekte, asgari ücreti çıkartmak önemli bir araç. Peki asgari ücretin yükselmesiyle issizlik artar mı?  Hayır.  Bu ikisi arasında aslında başka bir bağ var.  Birileri birilerine bir ücret ödüyorsa burada bir üretim vardır. Üretimin verimliliği vardır. Aslolan o verimliliğin nasıl paylaşılacağı. Bugün verimlilik hak adalet anlayışı içinde paylaşılmıyor, bir ‘kumarhane kapitalizmi’ anlayışında, işte o spekülatif borsayı ve finans sektörünü beslemek içın gasp ediliyor. Bunu bizzat üreten sübjelere bırakabiliriz. Bunu yaptığınızda, üretim alanı da zenginleşir, çünkü o verimliliğin karşılığını alan emek, verimlilik düzeyini de arttırır, siz de bu artışı toplumsallaştırabilirsiniz. Nasıl? Halktan alacağınız adaletli vergilerle. Siz o adaletli vergilerle demokrasi açığının kapatılmasında çok önemli bir role sahip olan kamu hizmetlerini toplum yararına yeniden üretirsiniz. Bu döner, yoksullukla mücadele eder, bu mücadele gelir işsizliği azaltır. Bu ekonominin demokrasiyle kendi içsel bağı var. Sosyal bağı var. Sosyal üretim bağı var.  Bunu görmezden geldiğinizde, ekonomiler üç sene iyi giderse, beş sene kötü gidiyor. 10 bin dolar kişi başına gelir yükseliyor, sonra orta gelir sıkışmasına takılıyor.  Neden takılıyor? Ekonomi hızla potansiyel artı değerini tüketmiş, yeni potansiyeli açığa çıkartacak ünitesi kalmamış oluyor.  Biz diyoruz ki, 10 bin dolar kişi başı gelir varsa, bu 10 bin doları olanlar kimler? Yıllık 10 bin dolar.  Dört kişilik bir ailede 40 bin dolar yapar. Bugünkü kurdan hesaplarsanız, ayda haneye 10 bin TL girmeli.  Ayda evine 10 bin TL girenler kimler? Böyle bir aile yok. Kimse tanımıyor bu aileleri. Demek ki burada bir sıkışma da normal, ekonominin sağlıksız büyümesi de normal. Bu başımıza gelen felaketler de aslında beklenen sonuçlardır. Bunları kırma yerlerini işaret ettik biz. Gençlere 200 TL genç kart, çocuklara gıda bankası.  Bütün bunlar hem sorunlarla mücadele ediyor, sağlıklı beslenme, gençlerin işsizlik sorunu, hem de ekonomiyi tabana oturtuyor. Tarım sorunu, kooperatifler yerel yönetimlerin güçlendirilmesi…  Tabii, dediğim gibi, bütün bunları söylediğimizde o insanlar ekonomik sürece katıldığında, aslında iktisadi özne olmanın ötesinde, siyasi özne de olmaya başlarlar.  Şimdi mesela Turkiye’de siyasi özneler, bu kimliklerden daha çok, siyasi, sosyal alandaki kimlikleriyle mücadele ediyorlar. Fakat bunun iktisadi bağları da var.  Mesela Kürt sorunu da bu anlamda bir yanda iktisadi bir sorundur, diğerinde sınıfsal bir meseledir. Çünkü Türkiye’nin en yoksul kesimi Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu yerlerdir.  Türkiye’deki en yüksek işsizlik Kürtlerdedir.  En kötü beslenme, en erken ölüm ortalaması Kürtlerdedir.  Yani Kürt sorunu aslında bir yanıyla iktisadi olarak demokratikleşmemesinden kaynaklanan bir sorundur. Mesela Turkiye’de tarım sorunu vardır.  Turkiye’nin tarımını ayakta tutucak yer Kürdistanken, Kurditan’da ormanların yakılmasıyla, tarim arazilerinin yok edilmesiyle, köylerin boşaltılmasıyla tarım tahrip edilmiştir. Bunların arasındaki bağlardan bahsederken işte bu yeni ekonomik politik dediğimiz yaklaşımımızdır”.

Tecrit sonlanmalıdır
Kırmızı çizgiler, çıkar hesapları ve savaş söylentileri içinde süregelen koalisyon hesaplarını sormamakta kararlıyım, çünkü bu konuda söylenebilecek her söz zaten söylendi. Giderek bir kör dövüşüne dönüşen koalisyon spekülasyonları sürüp giderken, daha fazla zaman kaybetmeden mecliste ele alınabilecek ve alınması gereken konular neler?  Hiç lafı dolaştırmıyor. Cevabı direkt, ve beklemediğim kadar karamsar.
“Böyle bir umudum yok.  Bir kere böyle bir parlamento kültürü yok. Daha öncesinden de gelen bir şey var, ama özellikle son 13 yıldır parlamento o kadar fazla yürütmenin etki alanı içine sıkışmış ve bütün o hassasiyetlerini, meziyetlerini o kadar yitirmiş durumda ki, böyle bir parlamentonun insiyatif aldığı, meclisin insiyatif aldığı bir kültür henüz yok.  Bu HDP ile oluşacak.
“HDP’nin bir iddiası da bu.  Koalisyon tartışmalarının ötesinde, parlamentoyu güçlendirmek, parlamenter siyasetin eksiklerini gidermek.  Tabii merkezi vesayeti azaltmak yönünde söylüyorum bunu. Yerel demokrasiyi özerkliği güçlendirmek anlamında söylüyorum. Atlanmaması lazım.  Yasama, yürütme, yargı bağımsızlıklarının, kuvvetler ayrılığı ilkelerinin yeniden yapılandırılması gerekiyor.  Burada parlamentonun hükümete rağmen, hükümetten ayrı olarak insiyatif alabilmesi lazım.  Eğer bu olabilseydi, şimdi atılması gereken adımlar olabilirdi.  Ancak şu an için böyle bir umudum yok. HDP tabii, ısrarcı olacak, zorlayacaktır hükümeti beklemeden. Zaten hemen bir soru önergesi verdik, bildiğiniz gibi.”
HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün, kayıp asker Osman Karadeniz hakkında verdiği soru önergesinden bahsediyor. Yeni meclisin ilk soru önergesi hakkında henüz bir gelişme yok.  Devam ediyor Temelli.
 “Ne olurdu, eğer olabilseydi? Bir kere hızla, dondurulmuş olan askıya alınmış olan görüşmelerin başlaması, müzakere sürecinin hızlandırılması gerekir.  Bu Türkiye’de çok önemli bir sorundur.  Kürt sorununun şu an için biricik çözüm yöntemi budur.  Bunun ihmal edilmemesi gerekir. Seçim kampanyası nedeniyle AKP hükümeti bunu çok ihmal etti, hatta tersine çevirdi. Buradan siyasi nema bekledi. Giderek Türk milliyetçiliğini yükselterek, buradan oy beklentisine kendini kaptırdı. Türkiye’ye zaman kaybettirdi.  Belki de bu nedenle, bir çok can yitirdik. Belki de bu nedenle onarılması zor yaralar açtık.  Bütün bunlar tabii ki içimizi acıtan şeyler.  Ama yine de şu anda hızla bu süreç başlamalı.  İlk adım olarak, bir kere hükümet hala görevdedir.  Bu parlamentodan da bağımsız olarak, hemen İmralı heyeti adaya gitmelidir. Görüşmelere başlamalıdır.  Bu tecrit sonlanmalıdır. Çünkü sayın Öcalan bu sürecin bir numaralı muhatabıdır. Ona rağmen sürecin ilerlemesi mümkün değildir.  Bunu artık Turkiye’de herkesin idrak etmesi lazım. Eski siyasete çok bağımlı kalmış hukuğun, yasaların yönlendirmesiyle yol alınamaz.  Artık yeni bir siyaset var.  Yeni siyasetin hukuğunu bir an önce yasalaştırmamız lazım. Parlamentonun üzerine düşen vazife de bu.  Bir taraftan çözüm süreci, Sayın Öcalan’la devlet arasındaki müzakerenin nasıl yürüyeceği biçimlenirken, bir taraftan bu yeni siyaseti üretecek olan parlamento, bu konuyu hızlandıracak, çözüme olanak sağlayacak, ulaşacak yasaları geçirmelidir.  Ama dediğim gibi, o kadar hızlı bir temposu, güçlü bir temposu olacağını sanmıyorum. HDP zorlayacak, güçlü bir şekilde burada yer alacak, insiyatif alacak, kamuoyunu, özellikle şimdi parlamento üzerinden, yeniden bilgilendirecek, şeffaflık getirecek.  Yani artık komisyonlarda, kapalı kapılar ardında dönen şeylerin o kadar kapalı kalmaması sağlanacak. Halkın bilgi alma hakkı var. İnanıyorum ki insanlar doğru bilgiye ulaştıklarında çözüme çok daha hızlı yaklaşacaklar. Türkiye’de çok ciddi bir kara propaganda var. Türkiye’de hala belli isimler üzerinden, belli yapılar üzerinden siyaset üretiliyor.  Sayın Öcalan üzerinden, PKK üzerinden. KCK üzerinden. Oysa hem Öcalan’ın, hem bu yapıların Türkiye siyasetine getirmiş oldukları, söylemiş oldukları, çözüme dair katkılarının görünür olması lazım.  Parlamento düzeyinde bunu sağlamaya çalışacağız.  Evet silahlar bırakılsın, iyi de nasıl? Evet barış süreci olsun.  Nasıl?   Dağdaki insanlar insin. Nasıl? Yani bunları talep etmek tamam, ama parlamento tam da bunların nasıl olacağını üretmelidir.  Artı, artık bugün Türkiye Cumhuriyeti meclisi artik sadece Türkiye sınırlarında siyaset üretemez.  Kendi ötesinde de gelişmeleri, bölge barışını ve bölge halklarının taleplerini de dikkate almak zorundadır.  Geçtiğimiz dönem, tersinden bir yaklaşımla yayılmacı bir siyaset anlayışıyla, mezhepçi bir yaklaşımla, Suriye politikasında, Irak politikasında büyük hatalar yapmıştır.  Bunların telafi edilmesi lazım.  Suriye halklarının özgür ve barış içinde yaşamalarını tesis etmek, inşa etmek de bizim sorumluluğumuzdadır.  Yani geçmişin hatalarının telafisi de bizim sorumluluğumuzdadır.  İşte Kobane’de yaşananlar.  Daha dün yaşanan saldırı bile, aslında devletin eksikliği ve hataları sonucudur.  Suçlamalar var, henüz kanıtlanmamış.  Ama diyelim ki hiçbir suçu yok bu saldırıda, yine de yapmış olduğu ihmallerin, hataların sonucunda bu saldırılar gerçekleşiyor.  Tüm bunlarda da artık bu parlamentonun sorumluluğu vardır. Nasıl bir hükümet çıkarsa çıksın, parlamento o anlamda, gerekirse hükümete rağmen, insiyatif almak zorundadır.  Bu duyarlılıkları sergilemek zorundadır.  Yeni tablo geçen döneme göre daha umut verici.  Hem bizim daha kalabalık olmamızdan, hem de niteliksel olarak bizim siyaseti çektiğimiz noktada, biz inanıyoruz ki diğer partiler bu geldiğimiz, anlatmaya çalıştığımız uzlaşı kültürüne, buluşmaya, beraber çözüm üretme konusuna, şu ana kadar MHP’nin sergilediği tavırla yaklaşmayacaklardır.  Ortak çözümler üretebileceğiz.”
(01/07/2015 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder