18 Kasım 2014 Salı

KUTSAL ÇARPAR

5-6 yaşlarındaydım. Oturduğumuz lojmanda yürümekte ve konuşmakta güçlük çeken özürlü bir abimiz vardı. Hiçbirimiz tam olarak rahatsızlığının ne olduğunu bilmezdik. Bir gün benden birkaç yaş büyük cocuklar neden “öyle” olduğunu konuşuyorlardı. Herkes anne-babasından yarım yamalak duydukları hikayeleri süsleyerek anlatıyordu. Bizim evde bu konular konuşulmadığı için benim anlatacak bir şeyim yoktu. Ben de çocuk aklımın erdiğince bir tahmin yürüttüm. “Belki Allah onu yaratırken yanlış düğmeye basmıştır.” Kızlardan biri bir çığlık attı. “Çarpılacaksın! Tövbe de! Hemen tövbe de!” Sanki o an, oracıkta Tanrı’nın gazabı ateşlerle üzerime iniverecekmiş gibi iki adım uzağıma sıçradı. Diğerleri de onun hezeyanına katılıp tiz çocuk sesleriyle bağrışmaya başladılar. Bir tövbe yetmezmiş, en az yüz kere demeliymişim, yoksa ben de “öyle” olacakmışım. Çok günahmış, çok. Cehennemde yanacakmışım. Korkmuştum. Çok kormuştum hem de. Ama öfkem korkumdan büyüktü. Tövbe demeyecektim işte. Ağlamamak için yumruklarımı sıkıp hepsine birden laf yetiştirmeye çalıştım. Hiç de bi kere çarpmazdı Allah. “Öyle” de yapmazdı beni. Iyi kalpliydi o. Hem çocukları da çok severdi. Üstelik ne vardı bunda? Hata yapmış olamaz mıydı? Ben konuştukça, onlar duyup kendileri de günaha girmesinler diye kulaklarını kapatıp kaçıştılar. Artık yumruklarım işe yaramıyordu. Ağlayarak eve gittim. Annem sakinleştirdi beni. Allah’ın kutsal olduğunu, fakat kimseyi, hele bir çocuğu asla çarpmayacağını söyledi. Kutsal olayına pek aklım ermemişti, fakat üstünde durmadım. İkinci kısım daha çok ilgilendiriyordu beni. İkna olmuş gibiydim, ama içimde hala bir korku vardı. İnadımdan dönüp tövbe demediysem de, bir süre, geceleri babam odamın ışığını söndürdükten sonra fısıltıyla Allah’a kötü bir niyetim olmadığını, bunca insanın derdiyle uğraşırken belki bir dalgınlık anında hata yapmış olabileceğini düşündüğümü anlatıp, lütfen beni çarpmamasını rica ettim. Her sabah uyandığımda çarpılmadığımı görünce gizlice sevindim.
“Kutsal” kavramıyla, bu travmatik tanışmamın sonrasında bir türlü yıldızımız barışmadı. 12 Eylül darbesinden iki hafta sonra başladığım ortaokul hazırlık sınıfının ilk günleriydi. Nereden konu açıldıysa, sınıf kapısının üzerindeki portrede Atatürk’ün burnunun çok büyük göründüğünü söyledim. Bir anlık sessizlikten sonra, henüz birkaç gündür tanıdığım arkadaşlardan biri koluma yapıştı. “Deli misin sen? Sözünü geri al hemen! Vallahi götürürler seni!” Okulun kapısında nöbet tutan askerlerden bahsediyordu. Sağlam Atatürkçü bir aileden gelmeme rağmen, Atatürk’ün de kutsal olduğu hiç aklıma gelmemişti. Sanki beş yaşıma geri dönmüştüm. Artık Allah’ın çarpmayacağını biliyordum, ama evdeki konuşmalardan anladığım kadarıyla, bu “darbe” denen şey fena çarpıyordu. Bu kez korkum galip geldi. Sustum.
Hayatın her döneminde, kutsallar dikilir karşımıza. Kiminin etrafından dolaşır, kimine saatte 90 km hızla, bodoslama gireriz. Aklın ve vicdanın seyreldiği yerlerde daha çok ve daha heybetlidirler. İyiliğin ve güzelliğin son mertebesi oldukları söylenir. Oysa inananlar için uğruna ölünecek olandır kutsal, iyilik ve güzellikle yaşamak yerine. İnanmayana ise, yaşam hakkı tanımaz bile.
Kutsal, hangi dilde, nasıl yazılırsa yazılsın, evrensel olarak zulüm diye okunur. Mutlak gücü elde etmek ve korumak için yapılan her türlü zorbalığı örtbas etmek üzere uydurulmuş bir yalandır. Değiştirilmesi bir yana, sorgulanmayı bile kabul etmez. Korkuyla beslenir, şiddetle güçlenir.
Bizim coğrafyanın kutsalı boldur. 800 sene önce Haçlı Seferleri’ne bahane olan kutsal topraklar, bugün İsrail zulmünün propaganda malzemesi olarak kullanılır. Çocuklar öldürülürken, kafalar kesilirken, insanlar diri diri yakılırken fonda tekbir sesleri Allah’ın büyüklüğünü haykırır. Öldürdükçe büyür kutsallar. Allahu ekber! Ya da Haleluyah!
Devletin en sevdiği kutsal süphesiz ki vatandır. Bir devletin cinayete hazır olduğunda, daima kendisine ‘vatan’ dediğini söylerken Friedrich Durenmatt ne kadar haklıdır. Vatan diye toprağa tapınanlar, o toprak üzerinde farklı kimliklerin yaşadığı baskı ve zulümü devletin bekası için bir teferruat, hatta gereklilik olarak görürler. Lice’de sahte suikastle kurban edilen Bahtiyar Aydın’a şehit payesi verilip Reyhanlı derin devletin karanlığına gömülünce vatan sağ olur. Yedi yaşındaki Sevcan’ın okulunun bahçesinde panzer tarafından ezilmesi, 14 yasındaki Ceylan’ın tarlada havan topuyla paramparça edilmesi takipsiz bırakılır. MİT ajanının yaktığı otobüste ölen Serap kayıtlara ve hafızalara PKK kurbanı olarak gecerken, Uğur ve Berkin terörist ilan edilir. Ve devlet, tekil varlığını sürdürebilmek için, zamana ve şartlara uygun gördüğü kutsalları dayatarak, sürgünden gözaltı kayıplarına, sansürden yargısız infaza, işkenceden katliama her yola başvururken, kutsala tapınanlar tempo tutarlar: Her – Şey – Vatan – İçin.
Kutsalımız boldur bizim. Korkuyla beslenir, şiddetle güçlenirler. Kana, kine, ölüme doymazlar. Giderek artan bir açgözlülükle kurban istemeye devam ederler. Oysa korkumuzu yenip, dik dursak karşılarında ve bir tekme savursak şöyle var gücümüzle. Tek başımıza yıkamayiz, ama sarsabiliriz. Ve tekmeler birbirine eklendikçe güçleri azalır belki. Ve kim bilir, belki bir gün, o tekmelerden biriyle yıkılıverir tüm kutsallar, kemikleşmiş tüm tabular. Belki çocukların çarpılmaktan korkmadan Allah’ı, büyüklerin eziyetten korkmadan devleti sorgulayabildiği, kimsenin birbirine benzemeye, aynı inanmaya, aynı konuşup aynı düşünmeye zorlanmadığı bir dünya olur. Uğruna yaşanacak bir dünya. Yıktığımız tüm kutsalların yerine insanı… yok…. sadece insanı değil, yaşamı koyarız belki. Yaşamın kendisini, her türlüsünü değerli tutar, sakınırız. İnsanı, hayvanı, doğasıyla… Bizim kabemiz sevi olur, emek olur, yaşam olur belki. Kim bilir?
(14/11/2014 Jiyan)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder